Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

öldü bir rick..


Öldü bir rick..

Ardından onu anlatan uzun uzun cümleler kurmak isterdim şimdi tamda onu anlatan…bize çağrıştırdığı onca imgenin eşsiz büyücüsü olduğunu söyleyecek sözler söylemek ve ona hiç bitmeyecek ve de adı bir yerlerde hep var olacak biri olduğunu fısıldamak isterdim bir veda yazısı yazabilecek gücü görebilseydim kendimde…

Kulaklarımızdan bütün vücudumuza oradan da ruhumuza yaydığı eşsiz melodilerini sunarken o, ne kadar da şanslıydık fark ettiklerimizin biz ….shine on you crazy diamonda bulmalıydı ölüm onu ya da echos çığlıklarında…
Ne kadar da hüzün anı bu….ne kadar da soluksuz kalıyor her cümle …kelimelerse kendi susuşlarında yalnız…

Öldü bir rick…

Ruhun çok yaşasın Richard Wright

Murat Uyanık

kelebekli samuray

kelebek apoletli bir samurayım
elimde harflerden bir kılıç
kalkanım kahraman serçelerden

MANEVİYATIN SON HALİ: TUZLA BUZ

Kedilerden küfür yiyen sadık köpekler
Isırsa sahiplerini bir paradigma başlar
Şehirin kamçısı tek kölenin sırtında şaklar
Ve sis iner geceden önce sana
Koca bir kahkaha
İçinden çıkamadığımız dehlizlerde yankılanır
Taze kan lazım denize diye dönüp duran binlerce martı
Dokuz canlı kuyrukluların intiharını bekler
Sevdiğin şarkılar gelir aklıma
Ve asla hatırlayamadığımız sözleri
Bir sokak çocuğu gibi bağrıma basarım ölümü
Yalın ayak eskittiğimiz cam çerçeveleri
İşte yine acı acı Blues
Yine yüklemsiz, yine eksiltili

Kaderin boğazını kesse tanrı kılıcı
Yine değiştiremeyiz künyemizdeki savaşı
Ben gitsem de seni göreceğim halbuki
Ve bilerek ve isteyerek dinleştireceğim aşkı
Mutluluk sanatına küfreden kaypak vandalları
Sana mum aldığım dükkanda kundaklayacağım
Defalarca nefretimi kabartacak
Gördüğüm melek ikonları
Defalarca midemi bulandıracak
Ayaklarımı göğe yüzümü yere çarptığın o gece
Oysa çift kişilik yalnızlık
Tek kişilik yalnızlıktan daha ıssız değil mi?
Kaçak kat çıktığımız kumdan kalemizde
Bir dalganın bizi alacağını bile bile
Tutunamadık deniz yıldızlarının isabetsiz kulaçlarına
Sarılamadık her daim açık kucaklarına
Yapamadık
Belki biz de o tren kazasında yanmıştık




Nur İpek ÖNDER




Fotoğraf:İlker ŞİMŞEKCAN

kız Veysel

Veysel ki geberesi(!)
kangren babasının zürriyetinde
fazla kuzusu anasının
sokağa düşmüş düşleri
gecenin kirli pençesinde


Veysel ki ıssız bir monolog
kendini ezberleyen
karşı kıyısında hayatın
umudunun sırtında
nal izleri yılkı atlarının


Veysel ki kahrolası(!)
ıskartası mahallenin
sokağın utanç hanesinde
iliklerine sinmiş dik açılı acılar
elleri kederin ceplerinde


Veysel ki sağır bir sandal
şiddet denizinin dibinde
kendine sıkılmış bir mermi
intiharı heceleyen


: ki Veysel bir imlâ hatası ömrünün önsözünde



serkan engin

kırık çırak

kalbimi çekiç yaptım da düzeltemedim
hayatımın eğri büğrü kaportasını
ezikliğini bana kusuyor ustam
üstüpü gibi harcıyor çocukluğumu

kaynak tutmuyor heveslerim
dünden yarına kırılmışım
‘senin failin devlettir’ diyorlar
‘üreme bonkörü ailen bir de’

- sahi devlet’e nasıl gidilir abi?

dövüyorlar düşlerimin misket mavisini
küfre ve tütüne bulandı masumiyetim
bir işbaşı bile almadılar
abimin küçüklüğüdür giydiğim

egzoz dumanı siniyor umutlarımın körpeliğine
tebeşir tozu ağartacağına aklımı
acının çelik dikenleri batıyor kalbime
avuçlarım zaten nasır tarlası

- doğru söyle abi bana yakışırdı di’mi ?
okul önlüğü mavisiyle kırmızı sırt çantası





serkan engin

evsizliğin çocukluğu

kedere bıçak çekip jilet atarlar cehenneme
tinerle ovarak cesaretlerini
mideleri tenha düşleri lâl
acıya sallanmış bir çift zardır gözbebekleri


intihar marşıyla geçerler önümüzden
şiddet emzirir deve dikeni ömürlerini
hayatın ıskartasıdırlar
kan revan okunur tarihçeleri


kazınmış tenlerinden masumiyetleri
umutları alabora olmuş daha açılmadan denize
omuzlarına kimsesizlik kuşları konar
her dilde italik yazılır boyunları


: goncayken çürür evsizliğin çocukluğu



Serkan Engin

bütün tanımların dışında...

bütün tanımların dışında
onların anlamlandıramadıkları
sen
ve
ben

herşeyi karmaşıklaştırabilen beyinlerde
çözümlenemeyen bir sadelikte
ve nihayetsiz
ve çıkarsız

kalıpsız ruhlarımız
bulut kümeleri gibi
ve
tapıyoruz hücrelerimizdeki maviye.



marla


çiçek

çiçek

senin için
karahindiba bile
olurum.
üfleyince, uçup giden
bnlerce çiçek
tohumu gibi.

ya da okyanusta
bir damla




Fotoğraf:Fırat OLCAY

mutfak... kocaman bi ölüm var içimde


mutfak...
kocaman bi ölüm var içimde
büyük boşluklar
hep hata doldurmuşum ya içimi
yıldızlara bakan kimdi peki pencereden bi dünya hayal vardı iyi olacaktı değişecekti tanrıyla olan küçük konuşmalarımızda bana söz verdiğini hissetmiştim çünkü küçük yapraklar kımıldamıştı incir ağacında bide o kedi gelip ayaklarıma sürtünmüştü ama bu evet demekti bu bi umuttu hani içimdeki kocaman yürek benim en büyük hazinemdi? peki tanrı söler misin ben neden böleyim? bu kadar beni kaos dolduracak ne yaptım ben bana yada sen bana insanlar bana ben nerdeyim sanırım farklı bir boyut herkese pembe olan bana yeşil mi ne.. yada herkese acı gelen bana güzel mi gerekli mi peki minik acı olunca miniki damara asla gelmez çünkü o ölmek istemez sadece ruh acısı bedenden uçar gider minik kelebekler gibi süzülür zaten kelebeklerin ömrüde üç gündür yada bir gün ne bileyim işte peki benim kelebeklerim neden gelip canımı acıtıyor bazen ben naptım ki onlara tanrı, madem öle neden ayçiçek tarlalarımda ayağıma gelmedi huzur uçsuz bucaksız bi görüntü müdür peki en iyi yapabildiğim şeyi bile yapamıyorsam ben napmalıyım tanrı? bunları bana mail olarak atabilsen keşke bende "ben" olmanın tadını çıkarsam mı yoksa ruhumu özgürlüğüne mi kavuştursam karar versem karar veremiyorum evet bu yetimi kaybettim nasıl kazanmalıyım ki tavşanlarım boy boy büyük yada küçük hepsi gülümsüyor bende gülümsemeli miyim yalan mı olmalı gerçek mi peki bir şey yaşamaya değerse, ölmeye de değer mi peki hata doluysam ben kendimi yüksek bi yerden bıraksam geçer mi, saçılır mı hatalarım sağa sola ben uçuşurken havada peki onlardan kurtulabilir miyim sonsuza kadar hatalardan.. deniz olsa derin olsa bıraksam kendimi çırpınmasam girdaba dalsam hiç görmediğim renkleri görsem hiç bilmediğim bir duygu hissetsem mavilik dolsa ruhum geçer mi bu çiziklerim kalbime attıklarım hani peki ben kuş olsam....

marla



en acıycak yerleri bilek içlerini iğneyle kazıyordum, öldürmeyecek ama acıtacak ve GÖRÜNECEK kadar...
çektiğim acıları herkesin görmesini istiyordum
gözünün içine baka baka söylüyordum duymak istemediklerini
acıyı görmeni istiyordum.


acıyı görürken gözbebeklerine kilitlenmek istiyorum
gerçek sen'i yakalayabilmek adına.

ruhumdaki heyecanı dindirme tanrım
tuz bas acılarımın üstüne, dindirme.
büyüyorum, kabıma sığmıyorum. kusuyorum yediklerimi. bedenimden çıkmak istiyorum.

beni anlayan bir ruh.. görüyorum.. çoğalıyorlar.. sarmalanıp denize doğru uçuyoruz.
biri yukarıdan baloncuklar üflüyor. patlamadan öpüyorum hepsini.
daha ne kadar böyle gidecek bilmiyorum. mutluyum. kabullenmişliğimle yaşıyorum kendimi.
yanıma gelsin birileri ellerimden tutsun. sonsuza dek peşinden gidebilirim o özgür ruhun.
seni seviyorum marla. olduğun gibi.

Ellerinde bir öğleden sonrası gelinciği

sen ….
akılmaz bir ışık hızı yoğunluğunda…devinime devinim katarak..onca imkansızlıktan ..onca hadi canım sendelerden sıyrılıp bir bilmem bahar ayının bir bilmem günü konuk oldun gizliden…
Sen…
ben ellerimi gözlerimi aklımı fikriyatımı yani ben olan ne varsa işte , hepsini kaçak güreştirirken bu meydanda, bu adına hayat denilen bu adına dünya denen büyük kaosun altında birden sen çıkageldin , bütün hezeyanlarıma bütün kaoslarıma inat gizliden gülümsedin….ellerinde taze koparılmış bir öğleden sonrası gelinciği..yüzün gözün ıp ıslak bir tedirginlikte…sen çıkageldin bütün onca uğraşımlardan….tut yoksa ellerimden kayıp gideceksinlerden ….sen çıkageldin…
Sen...
bir çırpıda kök saldın içimde…içime yeni yeni kaçak yapılar diktin…ruhsatsız kimliksiz ama gizli bir anlaşmadan gizli bir sorudan ve de gizli bir cevaptan türeterek kendini içimde yeni yeni büyük büyük puantiyeli bir sen oluşturdun…ne çok bu içimde sen ….ne çok şimdi ...sen gizli bir öyküden..adı sanı konmamış fakat yastığın altında varlığını da gizliden gizliye hissedilen bir gündüz düşü bıraktın…açık denizlerde yine kurtarılmayı bekleyen can simitlerini arattın bir akşamüstü güneşinin denize vurduğu herhangi bir ışın dehlizlerinde….
Sen...
Gölgemden bir gölge yarattın ..görmek istedin gölgemle gölgenin o büyük dansını….hiç bitmesin istedin ….gölgeler hep sürsün..gölgem gölgene karışsın…dilim damağın kurusun benden istedin..içine düşsün bir gece yokluğun istedin…dipsiz bir kuyuda kalmak gibi…nefes alamamak , verememek gibi….gizli bir öykünün en heyecanlı yerinde yazarı tarafından öldürülmüş bir hikaye kahramanı gibi…apansızca hezeyanlar…ben şimdi düştüm düşüyorumlar…ne vakit yakarız ciğerimizi oksijenleler…bütün gitmeler..bütün gelmeler..bütün yok oldum ama ölmedimler..bütün susuşlar….bütün hadi gel yak beni geceye çağrıları..bütün hepsiler..bütün hiçbirşeyler…bütün hiçlikler..yani adına aşk denilen o kekremsi duygu, o çırpınış, o sanrı…ı adına ne konursa az, adına ne konursa çok geldiği aşk için sürsün bu gölgelerimizin dansı istedin…


Murat Uyanık

Eşikteki karaltı

Ne zamandır unutulmuşların isi sandığım peşimdeki gölgeler meğer mahalle çocuklarının kuklalarıymış. Bilmem söylemiş miydim, benim içsel mahallemin –tabi yakılmadan evvel- güzel komşulukları vardı. Aşklar da yaşanırdı. Hepsi yanmadan önceydi. O zamanlar bugün zihnime yerleştirdiğim, gülüşleri ve unutuşları perdeleyen boşluk yoktu. Her sabaha robotsal uyanışlar yoktu. Acıyla günü reddedişler de vardı. Ama içsel mahallemin güzel komşulukları vardı.

Beni yarı mutlu yalnızlıklarıyla tanıştıranlar oysa bilemezlerdi. Ben hep onların yağmurlarını görmek isterdim. Bu şehre benziyorlar mıydı? Eşiklerine oturup uzun uzun bakmak istedim. Gözlerini kaçırdılar. Yalnızca biri görmeme izin verdi ama yağmuru dinmeden ve şarkımı söylemeden gitti. Küsmedim.

Mahallem yanarken –belki önemli- birkaç şeyi de feda etmek zorunda kaldım. Bilmeyenlerin yanlış anlamalarına izin verdim. Fazla sustum. İçleri bomboş ben dolu cümleler kurdum. Böylece hem kendimi çok anlattım hem yok ettim. Bu eşsiz bir buluş oldu. Her gece yalnızlığının küçük bir kısmını ben olmaya ayırdım. Boşluğumu tamamladığımda buna da gerek kalmayacaktı ama doldurdular hep bir tarafımı. Bir havuz probleminde yapayalnızdım. Ancak dolan ne gözyaşları ne yağmurdu. Ceplerimdeki umut kırıklarını boşalttım, onlara sığamayan gerçekleri parça parça yutturarak uykularımı zehirlediler. Her uyku öncesine ölüm sanrısı eklediler. Direndim.

Hayat küçük yanılgılarıyla sarstı uyandırdı. Düşlerim film hatasıydı. Neredeyse her uyanışım bilinçaltımın hayattan hakkı olmadan çaldığı sahnelere bir özürdü. Mahcubiyetimi kimselere belli etmeden güniçiönemsizanlarına yedirdim. Çoktan unutulmuş aşkların bir listesini yapıp uygun zamanlarda onları dillendirerek normal göründüm. Bu süreç yorucuydu. Anlaşılmayı bekleyerek birkaç hata yaptım ama telafisi zor olmadı. Ceplerim tamamen boşalıncaya kadar, sonrası…

algı eşiğinde bir karaltı. Ben kaç zamandır düşlerimin kuklası odum. O eşikte oturup yağmurunu son kez görmek istedim. Gerisi hep karanlıktı. Benim içsel mahallem bu şehrin ışıklarıyla yandı.

EN

Kopması kolay olsun diye
Hiç düşünmemiştim aslında
Ne kaldı ardımda
En mutlu anlarımdan ve kalbimden başka
En uzun yolun bileti elimde
Uçsuz bucaksız bir ayrılık işte
Kışla kol kola ve olmayışınla
Şıklı bir soruda istemli yaratılmış
Zorunlu bir imkansızlık ve girdaplarında
Hava çok soğuk
Bir acı içimi bu kadar yakar nasıl olurda
En az bu beyaza kesmiş ağaçlar kadar
Yalnız içimdeki çocuk
Ve kalbim ardımda
Yerine çökmüş kırmızı pıhtıyla
Ufak ufak yaşıyorum
Olmayışınla

sanrı

Hayat parmak uçlarından sıkar seni ..görmeni engeller o büyük ağacın altındaki gömüyü….kavanozlara konmamış güneşe çıkarılıp kurumaya bırakılmış bir yağmur üstüne sinen….senin üstünde gizli bir sorunun gizli bir cevabı..ruhunun karanlık yanları ağlıyor.. ellerin şeklini özlüyor…dudakların kurumaktan muzdarip yitik bir şarkıyı söylüyor…Ayakların durmaktan sıkılmış gidilecek yeni yeni yollar istiyor...Ayaklarının altındaki toprak kımıldıyor..hafiften yaprakların hışırtısına karışıyor silüetlerin sessizce çıkardığı ve sadece görebilenlerin duyabileceği türden bir ses....silüetlere karışıyor ruhunun içimlik kısmı..insanlara sunduğun göremeyenlere bıraktığın kısmı...bu gece ayrı olmalı düşlerin bu gece sadece bana bırakmalısın o herkesten ayrı tuttuğun ama hep gerçek olan sen yanını..ne tekil yalnızlıkların var senin...sana ait, uysal ,kendi halinde..kendi gölsesine hayran ...ne hezeyanların var....hepsi bu gece burada...şimdi gölgene eşlik ediyor ayağının altındaki toprak.....Etekliğindeki yıldızları yere sersen yeşertebilir misin göğün en üstündeki musikiyi bozanı.....görebilir misin onu..... o seni görmeden....ne vakit yakarsın ciğerlerini oksijenle...ne vakit gizli bir yaşamak düşünürsün..ne vakit kendinle kalıp olmayacak türden yenik bir zafer çığlığı atarsın....şimdi sıyrıl sen hayattan ....sıyrıl ve her savaşından yenik ayrılan bir komutan gibi çek beyaz bayrağını hayata....etekliğindeki yıldızları ateşe ver ...satürnü yok et kaosunun uğruna...güzel birşeyleri yok et...sıyrıl kendi yanılsanmandan... kaç akşamüstü güneşinin binlerce silüetinden herhangi birine...Ne demeli şimdi sana...neyi neyden çıkarıp neyle bütünlemeli...sen nesin bir toz bulutundan başka ....ne kalacak senden.. bu yıldızlı gecelerden....düşsel avuntulardan...iç geçirmelerden...o iç geçirmelerden alınan derslerden...yıldızlı pekiyilerden...tuzaklardan....tuzaksız yakarışlardan...adı konmamış serüvenlerden..toz yutulmuş ve o hep bilindik türden bir asfalt kokusuyla sarmalanmış yollardan..tükenişlerden....tüketilenlerden..adını koyamadığın anlamlardan..adına yakıştırılan gizli anlamlardan...bitmelerden..bitirmelerden..ölmelerden...





yok olmalardan sorma beni....


Murat Uyanık

saklanamazsın ordasın görüyorum seni

saklanamazsın ordasın görüyorum seni
orda acı pıhtılarının
karanlık sandığın ufak bulutların
kendi şeffaflığının arkasındasın
kaçmaya çalışıyorsun gerçeklerden
birkaç yudum daha doyabilmek için hayattan
biraz daha içebilmek için lezzetli sıvından
ordasın biliyorum
korkuyorsun
hislerine gün ışığı vurmasından
rutubetli duvarlarındaki nem taneciklerinin kurumasından
korkuyorsun
sivri uçlu duygularının gün ışığında başkalarının canını yakmasından
ordasın biliyorum
acı pıhtılarının ufak kara bulutların ardında
ve orda olmaya devam et
gün hala çok aydınlık seni açığa çıkarmaya

Anlaşılamamak

severim

bilen bilir

bazıları heceye

bazıları acıya

bazıları geceye

ama sadece bazıları

geceye doğar...

ölene dek

geceye dek

doğmak...


bir nevi hayal içeren

geceleri keyfi yerinde

miş gibi olmayan

yüzlercesi

binlercesi

onlarcası sokakta taksimde

gözüme çarpan...

ama olsun

akıyoruz...


yarattık

yaratmadık

akıyoruz...



Fotoğfar:İlker ŞİMŞEKCAN

Eni konu biz

Görüyordum oradan bakınca yüzünün yarısını eprime bir hüzne kaptırmıştın sen…elini vurdumduymaz bir yitik aklın sarhoşluğuna değişmiştin… elini veren kolunu kaptırır önermesini hiç unutmamıştık oysaki…ama olmuyordu işte ne yapsak ne tutsak yılgın bir çaresizlikte kalıyordu..ve de hiç uslanmıyorlardı…sürekli yokuş yukarı çıkıyorduk ondan sonunu göremiyorduk hiçbir yolun..ne kadar iyiyiz ve de ne kadar da kötüyüz çünkü umut ediyoruz ..yol biter diyoruz…yollar biter bir gece ansızın bir yerde durur ve yol üstündeki öyle derme çatma motel odalarının herhangi birinde kalırız..gizliden oralılara özeniriz…onlarla kalmak ..onlar gibi yaşamak bile isteriz sanıyoruz..sanmaksa tüm yaptığımız nasıl katlanırız buna..ya sanrılara dönüşürse tüm sandıklarımız …ne kadar da kötüyüz..tüm bunları düşünüyoruz…
Görüyordum ben ,oradan bakınca yüzünün yarısını kediye kaptırmış gibi durduğunu…ellerin o olmuş gözlerin o olmuş …ama bilmemiş hiç olduğunu….yitikliğine özenmiş senin , kafanın karışıklığına,yüzünde birden bire oluşan tuhaf ikilemsi ifadelere..kim olduğunu unutturan ve de her daim sarhoşluğundan övünç duyan …gitmeyi ,kalmaya yeğleyen..en çok sana özenmiş herkes..tüm bunlar bir şey ifade etmemiş yüzünde…kayıtsız kalışını açıklayamamışlar önce..ne oluyor demişler, nasıl olurda anlayamaz demişler…senin anlamadığını bile düşünmüşler…ama bir yerde de hak vermişler…ak vermişler, siyah istemişler….ruhlarını gönüllü bir kaçışsızlığa bırakmışlar…bir nehre iki kere giremezsin önermesini de unutmuşlar… … bu yüzden ruh yüzdürmüşler hep aynı nehirde…kalır sanmışlar…yaşar gideriz sanmışlar…yanlarında duracaksın ..tüm onlara bildiğin ne varsa anlatacaksın..onların sırtlarına basarak ilerleyeceksin, onlara yolun sonunu göstereceksin sanmışlar…halbuki nasılda yanıltmışsın onları….güvenmek güçsüzlerin işi demişsin ..onların şaşkınlıkla bakakalışlarını, gözlerini sana dikip anlamsızca kalakalışlarını görmüşsün…nasıl iflah olsunlar artık..kime inansınlar…
Görüyordum oradan bakınca yüzümün yarısını kaptırmıştım …tüm bunlar istemdışı oluşuvermişti…bizse, biz işte bizim gibiler yani , eski bir öyküden dem vurmuştuk….tüm bunların hiçbir önemi yoktu bilmiştik..sadece önerildik…ve tüm önermeleri bildik…biz…

adı sanı biz…

eni konu biz…
sessizce gittik....

Murat Uyanık

Gitme çağı

Son 12 saatimizi anlamsız bir şekilde , devinimsiz , kıpırtısız ve hiçbir şeye hazırlıklı değilmiş ve de ilk kıvrımda kopacakmış ve bir daha asla toplanamayacakmış gibi hissettik….ne yapacağını bilemez bir 12 saat bırakmışız geriye ne fenayız biz…ne kadar da benciliz… kendi 12 saatimizi bile yaşamıyoruz…onu güneşin altında bekletiyoruz…başına güneş geçsin istiyoruz…bizi unutsun istiyoruz…ama o her kıvrımda tekrar hatırlıyor bizi…-siz beni ne sandınız ben hemen unutur muyum, ben hemen unutulur muyum, işimiz bitmedi henüz birden gitmek olmaz nereye , diyor ama gitme çağında olduğumuzu bilmiyor…sahibine küskün bir 12 saat planlıyor ama aitsizlikler çağında kalmış henüz bilmiyor..

Son günlerin getirdikleri deyip geçme lüksünü taşımak isterdim …gitme çağı başlamıştı…dört mevsimde de bu hissediliyordu , biliniyordu da…üşüdüğümüzde anlıyorduk biri daha gitmişti…ne kadar da sıcak olursak o kadar daha çok gidiyorlardı…kuru yapraklara karışmıştı,yüzümüzü bile görebilirdik orada o kadar yabancıydılar….hiçbir mevsim kar etmiyordu ..biz yine kalan oluyorduk..kolu kanadı kırılmış bir güvercin türküsünü de yanlarına almışlar giderken, anlamamışız ilk..fakat kıpırtısından da çözer gibi olmuşuz ama renk vermemiş…güvencilere küs bir biz kalmış geriye..ceketimize yapışmışlar, salya sümük susmuşuz birlikte ne onlar gider sanmış ne de biz …ama yanılmışız birlikte..birlikte tatsız tutsuz bir yemek yemişiz en son..tuz bile yokmuş ki masada atalım , yemeğe tat gelsin, yüzümüze kan gelsin, ellerimize gölgeler düşün, yüreğimiz fikriyatını hatırlasın, ama yokmuş…bu yüzden hep gitmişler ve de bu yüzden hep biz kalmışız…

Aitsizlikler çağı yaşanırken yine aynısı olmuştu ..kısaca gitmişlerdi…yani hep çağlar boyunca bahane ettiler …gitmek fiili başlı başına ağır geldi bünyelerine çağları öne sürdüler…ne kadar cesur görünüyorlar ama nasıl da korkaklar …gitmek yenilmemektir diyorlar, gitmek bir firari sığınağı ..gitmek en asili..gitmek bu dünyada eni konu yalnızlığını anlamak gibi..kalmaktır asıl gitmek diyorlar…bizi cümlelerin ağırlığında eziyorlar…cümlelerinin ahenginde süzüyorlar…suyumuzu çıkarıyorlar…başımıza gelmedik bırakmıyorlar…giden kim kalan kim anlayamıyoruz bile.. yitikliğinize sevinin şimdi diyorlar, ne kalacak sizden geriye diyorlar…savaşın bizle bu kadar korkak olmayın diyorlar,kendi korkaklıklarını unutup,savaş borularını üflüyorlar, halbuki biz çoktan beyaz bayraklarımızı çekmişiz hayata bilmiyorlar…bizi kendi hür vicdanlarında tutsaklığa itiyorlar..kazanan belli bu yüzden gidiyorlar…

şimdi nasıl da susuyorduk, ama gören yoktu..elimizi neye atsak kuruyordu,neyle uğraşsak içinden gitmek çıkıyordu, durduramıyorduk..arkalarından su bile dökemiyorduk belki de o yüzden geri gelmiyorlardı..ruhlarımızı istiyorlardı giderken…alıyorlardı da…biz her gidişte biraz daha ruhsuzlaşıyorduk…her gidişin ardından yeniden bir başka ruh inşa ediyorduk içimizde, sonra ruhlarımızı kurusun diye çamaşırların yanına asıyorduk..,ama bir gün bir yel esti ruhlarımız çamaşırlarla uçtu gitti…şimdi ne kadar ruhsuzuz …ne kadar her şeyi yapabilir haldeyiz..ne kadar da güçlü görünüyoruz…herkesi ezebiliriz şimdi..tüm savaşlara girer ve de tüm savaşlardan galip ayrılabiliriz…onları ruhsuzluğumuzla boğabiliriz artık..başlarını taşla ezer, gözlerini oyabiliriz..ne kadar çok olduk şimdi…ama gitmelerine izin veremeyiz…onların da dediğin gibi , gitmek yenilmemektir…nasıl bırakırız onları ..nasıl göz yumarız onca şeye ..hem gitme çağı da değilken nasıl gitmelerine göz yumarız…

Gitme çağı geride kaldı çoktan, aitsizlikler çağına da çok var…biz gizli bir kıpırtıda bekliyoruz hala..giden biz de olur muyuz acaba diye… içimizde ılık bir sancı kararlılığı, yüzümüz gözümüz tekinsizlik kaçışında…bekliyoruz…onlarında dediği gibi:

Gitmek yenilmemektir…



Önemli not:

tüm bunları yazarken tüm içtenliğiyle yanımda olan Probably Built in the Fifties şarkısına teşekkürü bir borç bilir, gözlerinden öperim...bayramda kolonya tutarım...kapı kapı dolaşıp bayram harçlığı isterim ama hep şekerle yetinirim..

Murat Uyanık


Siddhartha

Ve eğer yüreğinde niçin bunlar başıma geldi dersen

Yüce Buddha Siddhartha Gautama; Buda benim ustamdır, bende onun kölesi.
sen ne istersen onu yap
Ne sen verdin kararını ne de bir başkası
Benim her şeyin maksadı.

Bir damla kelebeğin kanadına
Ne damlanın var haberi
Ne kaldı kelebeğin hali
Dağıldı polenleri dört bir yana
Kırıldı kanadı düştü boylu boyunca
Dedi;
Baba rab
Ne suya kızarım
Ne de yola

Maksadım kelebek
Tırtıldım bir zaman
Bir zaman süründüm
az önce özgürümdüm
Ne suçlu kanadım
Ne de suçlu damla

Süründü yaprağın altına
düşünmeye başladı
Geçmişti ağır acısı.
Yağıyordu yağmur usulca
Uzandı sırt üstü
İzledi yeşil çimenleri
Dinledi rüzgarı
sakin rüzgarı
Çimenlerin ağır ağır sallanmalarını
Döndü içine sonsuz derinlere
kaybolurken
Aniden
Hızlandı yağmur
Kapıldı akıntıya bedeni
Büyük bir acıyla kolları kanatları.

Dedi;
Ne suya kızarım nede kanadıma
Bir zaman süründüm
Şimdi özgürüm

İşitmez oldu o sıra
Karardı gözleri
Ve daldı derin bir uykuya

Yaprağın gelince düşme zamanı
Külünü göğe tozunu yüzüme savur
Işığın bin bir tonunu karanlığın içinde
Keskin kanın kokusu dağıtır
Gözyaşının tuzunu
İçinde yaşatır
Ağlar bedeni üç gün üç gece, ayın ışığı vurur
Ulu ağacın gövdesine bir kapı açılır
Açılan kapıya girer
Bir zaman geçer
Değişir, unutur, başkalaşır.


Biliriz
Zamanı gelince
Düşen tohumları taşırlar
Büyük bir sabırla

Bir gün süren özgür yaşamın toza toprağa bulandı
Ve kanadın kolların kırıldı

İzlediğin yeşil çimenler
Dinlediğin hafif rüzgar, sakin rüzgar
Ağır ağır düşen damlalar
Benim toprağın kokusu
Unutma

Ki orasıdır bir kelam edilmez
Artık dışındasın
Bir sual sorulmaz.

Muhtaç

Donmuş ilikleri benliğimin
Yaşama adanmış kendine hareketsiz
Öğrenilmiş çaresizliklerle çoğaltıp durduğu travma similasyonları
Kopuk kopuk düşler içlerindeki gülüşler
Taze bir anıya muhtaç
Ve kalabalığa duyduğu ihtiyaç
Göz kapakları gözlerine perde
Önüne serilmiş sonsuzluğa sırtını dönmekte
Kocaman bir yanlışa koşar adım gitmekte

…………
Eski zamanın silinmiş bekçileriydik
Rüzgarlada dağılan kum kaleleri gibi tükendik
Git artık ardına bakma
Bırak aksın , kabuk dağıldı çoktan , bize ait olan

………..
Sıcak sıcak dökülüyor yapraklar soğuk toprağa
Zamansız bir veda sancılı ve aç acıya
Hiç hesapta yokken susayan ayrılığa
Ve rüzgarın dağıttığı parçalar
Dökülüp savruluyor yapraklar
Bazılarınıda ben çiğniyorum
Zamansız sancılı ve aç acıya
Hiç hesapta yokken susayan ayrılığa



…………..
Garip bir sıvı pompalıyor artık kalbim
Boşalttım kanımı ve sana ait olanları
Kendi cinayetini hesaplayan bir katil gibi
Hesapladım bitişini
Sonsuz bir kabustan uyanmaya çalışan
Küçük bir kız gibi
Titreyan sesimle ve kopkoyu korkulara batmış gözlerimle
Haykırıyorum
Senden uyanmak istiyorum

Çok çok üzgünüm

Çok çok üzgünüm
Gözyaşlarını silemedim
Düşmelisin bütün gururunla
Alacakaranlık bir sis gibi

Artık inmelisin nehre
Takip eden yola
Yola düşmelisin dervişin yanına

Onlar ağlıyor görüyor musun?
Hala güneş doğmuyor
Bir çocuk ölmüş
Bir kuşun ani ölümü gibi
Donuk bakışları gibi

Artık inmelisin nehre
Takip eden yola
Yola düşmelisin genç dervişin yanına

Çok çok üzgünüm
Galiba gözyaşların hiç dinmeyecek
Ben yükselirken dağa
Ama sen inmelisin bütün gururunla
Takip eden yola
Genç dervişin yanına

Bir çocuğun sustuğunu duyarım
İçine akarım sürekli
Dıştan içe doğru

Son kaçışım değil ki
Her defasında
Ve yine ve yine
Yükselirim dağlara

Dinmeyecek ağlayışları
Baba Rab
Sadece uyumak istiyorum
Sadece uyumak

Biliyorum ki biz kutsarken onları
Sizler mutluydunuz
Şimdi bu son bir başlangıcın nedeni

Sonra görürüm ağır ağır adımlarla çıkarlar
bir ezgi dilinde genç dervişin
Ezgisi ağlatır herkesi
Ama sen
Bu yol hiç bitmeyecek
Bu sis gibi
Ve artık güneş de doğmayacak

Konuşan elmalı bir çörek

Konuşan elmalı çörek arayışı içerisindeydi...bu da ne deme ...kimse demesin....demediler de zaten....adını öyle koymuştu sadece haklı nedenleri de yok değildi....türlü türlü işaretler belirdi kafasında onunla ilgili..ama en son elmalı çörekte karar kıldı..o onun çöreği olmalıydı....elmalı çöreği...üstü beyaz beyaz olanlarından..oldu da....konuşan elmalı bir çöreği olmuştu işte...şimdi ne kadar gurur duysa azdı kendiyle...çöreğiyle....ne tür adlar yakıştırmıştı...hepsini de sevmişti....konuşan çörek olur mu oluyor işte....mutlu mesut bir çörek ....

Bir çöreğe çörekliğinden başka ne anlamlar yüklenir ki ama yüklemişti işte..adının yanına gizliden de iliştirmişti de…türlü dualar ezberlemişti yeni yeni onun için…belki faydası olur diye küçük küçük nazar boncukları alıp mumlarının yanına özenle yerleştirmişti…ve mumları yakmıştı..halbuki bilmiyordu mumun ancak ışığıyla anlamlı olacağını…gizliden yokluk şarkıları mırıldandı ama mumlar sönmedi…bilmiyordu da bir gece nasıl ölünür…her gece ölen ve de her sabah da kendini yeniden doğuran o değilmiş gibi…

Bir çöreğe çörekliğinden başka ne anlam yüklenir ki… ya çörek , çörek olmaktan çoktan sıkılıp kendini bir gönülsüz kaçışsızlığa ittiyse…içinde anlamını kendine daha söylemekten korktuğu yeni ikircikli ve de iç gıcıklayan anlamlara ulaştırdıysa..arık o çörek gerçekten o çörek midir…sanmadı da…sadece gitti….
Bakıyordum aslında ama bilmiyordun sen bunları….sana elmalı çörek alacaktım ben ne oldu o düşlerimize neden sonuçsuz bir yalnızlığa ittin beni neden bunları bilmedim neden eni konu dört köşe bir yalnızlık verdin bana …sen kırmızı boyalara buluyorsun ellerini ve de bilmezmiş gibi görünüyorsun..ama nasıl da biliyordum sen hep görünüyordun….ellerinde hala kırmızı boyalar duvarlarında esrik el izleri….başkalarının ruhlarını da alıyorsun…ruh biriktiriyorsun anlaşılmaz mı sandın…kimse anlamaz sessizce yaşar gideriz mi sandın..kimi kandırıyorsun sen bakalım…koy o ruhları çabuk yerine…terbiyesizliğin luzümu yok , ellerinde zaten boyalı..yüzün gözün kırmızı boya artığı..

Sana bir şey diyeyim mi ne yaptın böyle sen ….neden sonsuzluğu istedin de hiçbir şey olamadın bu yüzden..sana ne yapmalı şimdi..seni gidi hınzır gülümseyiş tortusu seni..seni gidi bilinmezlik seni gidi aklımın karışıklığı , seni gidi bilemediğim , çıkamadığım ..bu yüzden bir gece ölmeyi her şeyden çok istediğim…sana bir şey diyeyim mi korkutuyorsun beni nasıl yaşanır böyle şimdi…kaça bölüneyim..kare kökümü bile almışsın ..utanmazlık bile yok…ellerin bile boyalı….duvara sürdüğün kırmızı boya olmalıydım ben…en kırmızısı olmalıydım içimi yakan…
Bakıyordum sana ama bilmiyordun yine sen bunları…sana elmalı çörek tarifi vermiştim hatırla ..nasıl da sevinmiştin birden…söz konusu olanın elmalı çörek olmadığını, tam tersi elmalı çöreğin artık elmalı çörek olmaktan uzaklaştığını , kendi içinde dejenere olduğunu allah bilir bunun çocuklarının ne olabileceği konusunda uzun uzun fikir alışverişinde bile bulunmuştuk senle….ellerinden kımızı boyalar akar…ve ben seni severim…ellerinden kırmızı boyalar akar mutu olurum akışkan kırmızının cazibesinde…ellerinden kırmızı boyalar akar öldüğümü bile unutturuveririm..
Sana bir şey diyeyim mi ne yaptın bana böyle sen ..neyle neyi çarpsam sonra da çıkan sonucu tavada kızartsam sonra balıkla servis yapsam önüne koysam al ye desem ama sen yemekten çok ellerindeki kırmızı boyalarına gölge yapsan onu..peşinden de elmalı çörekleri koysam önüne…onları da tüm elmalı çörek birlikteliklerimize inat yemeye çalışsan ama yemesen….çarpık diye yutturduğun dişlerinin arasında kalsa ama gitmese bir yere…orada kafası karışık bir şekilde yaşasa gitse senin ölümüne kadar...

mutlu mesut bir çörek...

Murat Uyanık

Yaşlı Adam

Yaşlı adam ağır ağır adımlarla bahçeye çıkarken
Çocuklar olgun meyveleri izinsiz yerken
İnin aşağı adi pislikler,
Bırakın o meyveler benim.
Çocuklar yaşlı adama kahkahalar atarken
Yeşil atlar çimenlerin arasında koşarken
Konuşma yerini dokunuşa bırakırken
İdeallerin içinde gerçeği yitirirken
İnsan olmamayı arzuladım.
En nadide olanlar karanlıkta beklediler,
Zamanın ellerini beklediler
Çıkarken bütün ihtişamıyla gün yüzüne
Nereden bilebilirdi…
Büyük zaferini kanla süsleyip yağmalarken
Mücevheri tutan eller kızıla boyalı
En nadide olanı…
İçim ürperdi, soğukkanlılığınız beni alt üst etti
Eğilip öperken, elinde ki kan dudağıma bulaştı
Bu sefili nasıl olup da çıkardınız çöplükten
Yarattığı hayale sizi sürüklerken
Özgür bir düşünüş bizi neye çevirir düşünün.
Bırak ne olur perdeyi indirmeyi
Düşleri özgür bırak
Bizi yalnız bırak, olmayan dünyanın olmayan yalanında
Savrulup gidelim
Büyük bir ihtişamla olmadığımız bir şeye bürünelim
Neden ihtiyacımız olsun senin gerçeklerine
Elbette yeşil atlar koşacak kırlarda, yoksa nasıl yaşar bu vahşetin içinde
Kanlı ellerde değişecek en değerli mücevherler
Ve gözlerin solacak gerçek her söylenişinde
Bırak da ay pembe kalsın, güneş mavi, boyansın düşlerimiz bin bir renge.

‏gördüm gene ben...

gördüm gene ben

suçu ve cezayı

ince ilişkiler denkleminde

olur ve olmazları

yanımda insanlar

koşarken mutlu yarına

tüm kapılar

sanki koşarken sonsuz

çığlığa

yapamıyor gibiyim

aranızda olamıyor gibiyim

ki tüm olabilmişliğimle

sanki okuyorda

yapamıyormuş gibiyim

doğadır bu ayırıyor herşeyi kendince

yüksek adalet duygusuyla

aranızda

yapamıyormuş gibiyim...

sonsuz bilenlere

andım

olmadım kendimi

andım....

tüm güç denklere

ve tüm kadınlara içimde ve kucağımda...

sevdik işte sizi

tüm olduğumuzla...

kabul görün bizi

tüm olduğumuzla...

Mastürbasyon


sözcüktür işte

vazgeçtiğin andır kendinden

can acıtır sadece

dildir zaten

kurgular

kurgularız sadece olmamışcasına

tüm duyarlılığımızla

böyledir

sadece bilirsin...

artık...

artık

bir hikayeye dahi gereksinimsiz

ne ileri

ne bir geri

ne ortası

ne başı

ne sonu

herhangi bir hikayeye

gereksinimsiz

çokgen tek parçalı

akan başı yok sonu çok...

üzüldüm bilemedim

olamadım!

yalnızlık var yine satıraralarında

yalnızlık var yine satıraralarında
küçük uğraşların büyük tasaları
gözlerimden süzülen damlalar
huzursuz çığlık çığlığa bir yürek
başarısız sınavlar
kendine güvenmenin verdiği güvensizlik
hayal kırıklığı
yanyana geliyor harfler amaçsızca
kendi şekilsizliğiyle kaplıyor simetrisini satırların
akıyor birşey içimden
tutamıyorum
durmuyor
akıyor
affetsin boşa
harcadığım tüm zamanlar
kırdığım tüm insanlar
yıprattığım tüm eşyalar
bugün yaşadığımı bile hissetmiyorum
ardımda kalanları karanlık yuvamdan izliyorum,

Sığ çam ormanını...

Sığ çam ormanını kaplayan kar’ın yansımasını engelleyen ağaç gövdelerinin gri tonu ve dikenli yeşil yaprakları,
üzgün değilim.
Zihnin hazmetmesi, bedenin ve aklın yırtılışı, bu gri perde kalkarken…
Yürürüm yürürüm yanaklarım üşür ve üzgün değilim.
Ellerim üşür üzgün değilim.
Göğsüm acır gözyaşlarım süzülür ama üzgün değilim.
Bilirim her zaman dıştan akmaz gözyaşı, ne seni düşünmek zorundayım ne bir başkasını. Ellerim daha sıcak yüzüme kapatıp… yürürüm yürürüm.
Biliyorum aslında sorunun cevabını, yozlaşan sizlersiniz.
Unuttunuz kırlangıcın yuvasına çamur taşımasını, tırtılın kelebeğe dönüşünü, yeraltındaki karınca larvalarını, karganın uzun ömrünü, kaplumbağanın sert kabuğunu,
Çağlayan pınar, keskin çimen kokusu, usulca yağan yağmur.
Tabi ki artık sen değilsin, geriye kalan…
Baba “rab” seni seviyorum.
Geriye kalan sadece donuk bakışınız.

Girerken ağır adımlarla demirciler çarşısına, çekiç sesleriyle ezilen gönlüm, dönmeye başlarım dönmeye başlarım, sendin vazgeçip beni seçen bir gece katledilen…
Ben bir köleydim, kürek mahkumu zincir izleri durur bileklerimde,
Ben bir sunaktım İskenderiye okulu bahçesinde,
Ben bir kuştum babilin bahçesinde,
Ben cem sultan sen bayezid,

Bir sokak kenarında kustum kendimi avucuma, akarken parmaklarımın arasından bedenim aldım içeri bir köpek gibi yeniden...
Rodos’ta gezinirken bir prens gibi celladı olan bendim senin için ve yine senin için …
Bir hiç kalır geriye sadece bir hiç, benim var eden etimin etinden kanımın kanından benim var eden,
benim tomurcuğun patlayışı ilkbaharda,
ve yok eder ateşi kim dokunsa,
yakar ellerini ateşi,
kavurur göğü toprağı,
sonra savururum sonsuza,
ve emin ol dirilirim bir dağ başında taş kenarında,
Sonra yağarım ağır ağır toprağına kaldırırım tozunu yeryüzünün ki beni alırsın ciğerinin köşesine acıtırım etimin eti kanımın kanı…

Anlamını yitirirken bütün düşünceler işte o zaman tam o zaman,
Büyük bir acıyı çekmek zorundayken gönlün,
Kayıp düşerken ellerinden umut,
Ağır gelirken yükün sırtında,
Gözlerinin feri çekilirken,
Beni düşün…
Ne zaman düşersen beni düşün,
Ne zaman yorulursan, en umutsuz anında, ellerin ağırlaşıp kaldıramaz olduğunda beni düşün… Ne zaman düşersen o zaman seni severim…
Güldüğünde yokum,
Sevincinde yokum,
Umudunda yokum,
Bir kelimeyim artık dudaklarda acı bir ses, bir tebessüm, dervişin selamı,
Ruhu satılmış bir kölenin,
Dayak yiyen bir Afgan kadınının,
Katledilen bir çocuğun,
Aç yatan bir çocuğun,
Kömür taşıyan bir çocuğun,
Tecavüze uğrayan bir çocuğun,
Gözlerindeki yaşlarının tanesine dönüşürken umudu bir kılıç gibi ikiye ayıran gözlerim ki artık bir çocuğun umuduyum,
Bir hayalim,
Ki büyük bir atfedilmiş ruh var, ağzıdır kalbine giden yolun, ben çıkarım yolun sonunda hayalim çıkar hıçkırıklara boğulursun,
Artık kaldıramaz mutluluklar orada hüzün vardır…

Korku bir hastalık gibidir seni esir almasın, cesaret kılıcın her daim keskin olsun.

Batık

Çok idealsiniz iyi bir kaçış planım var


kıyamete kadar sabun köpüğü galibiyetleri yüzlerce sıfat imkansız düzende hala sizi tuksak eden umut


ben yirmi üç sene önce babamın testislerin fırlamış

kaza kurşunuyum nasıl birinci geldim onu da bilmiyorum…

yarın dilini ısırarak konuş

öldürüyor sözcükler kullanıldıkça

gudubet gerçeği





şimdi

alafranga bir tuvalete ederken anın pozlandığını düşün resmedildiğni düşün ne kadar çaresizsin

ben yirmi üç sene önce babamın testislerin fırlamış

kaza kurşunuyum nasıl birinci geldim onu da bilmiyorum…

Let me kiss you





Let me kiss you…
Bu şarkı neden bu kadar güzel ama neyi anlatıyor bilmiyorum…
Neden gizli ama içsel bir yolculuk fikrini uyandırıyor dinleyen her bünyede…bünyemde
Amacı ne nedir bunun sebebi nedir …bunun sonucu nedir
Let me kiss you…
Hey sen ne yapıyorsun salak mıısn orada öylece dikilip ruh biriktiriyorsun
Ceplerinden bile taşmış artık ruhların..çaldığın ama geri vermeyi bilmediğimden biriktirdiğin…bazen nefes almanı bile engelleyen kesik kesik öksürten bütün o ruhların....ama sen taşmışlığına övünüyorsun ..bilmiyosun….
Seni gidi hınzır gülümseyiş tortusu seni
Seni gidi kara büyücü..vodoo bebeği…elimin esiri ..aklımın fikriyatı..
Let me kiss you...
Bu şarkı neyi anlatıyor bilmiyorum…
Neyle bütünleyeceğim ben şimdi kendimi
Neydi o gidişin öyle..neyle neyi çarpıp sonsuzlukla böldükte bu sonuç çıktı şimdi
Seni gidi kara adımlarının gölgesi
Sen nesin şimdi söyle …
Şimdi sen bıçak sırtı …ayakkabı gölgesi…içiçe geçen ve en baştakinin soğukluğunu aldığın ve en sondakinin de ağırlığını paylaştığın bir matruşka…kapı önü konuşmaları…yokluk şarkıları…teneffüs zilleri….yanmayan bir sokak lambası….soğuyan ter….islaklığından muzdarip terlik…acısını içine gömen ama gözleriyle nasılda herşeyi anlatan ve de bu yüzden o gözleri bir gece yakmak ve de külleriyle okyanusları aşmak isteyen bir gemici öyküsü olmak isteyen …mum ışığında sigara yakmayan ,ölmek ya da öldürmek istemeyen….yanan küllerini denize dökecek olan…ve her çağrışımı sessizce kabullenecek olan..ve de her çağırdığımda gelmeyecek olan …
Şimdi sen nesin biliyor muusn…bir avuç toz …ve kül yığını elinde…ellerinde arkaik bir resim dolanan …tuale sürdüğün mavi boyası kaçık…sahibi kendinden menkul bir düş satıcısı olan …ne oldun sen hangi adı taktık sana…nesin sen…
kafasını çamaşır makinasının içine sokup gerçek huzurun tamda burda olduğunu anlayan… yani sıyrılmışlar için krater satılan dükkana gidip bana biraz çamaşır makinası kazanı boşluğu verir misiniz diyen biri olmak zorunluluğu mu hissettin..içindeki binlerce hangi sen konuştu da kafamızı çamaşır makinasının o huzurlu boşluğuna koyalım gibiisnden bir çift laf ettin ...üstüne yılmadın birde onun fotoğrafını çektin...çektirdin kendini gri boşluğa…bende yılmadım bu resim üstüne bir sürü saçmaladım...var gerisini sen düşün...

ruhun kurusun e mi senin .. diyalektik hezeyanlara...manipülasyonsuz çağrışımlara...tekinsiz aitsizliklere....ve de ruh kurutma makinlarına bürün ..sevmezsin bilirim makinaları insan zırhına bürünmeye çabalarlar..efendilerini inkar ederler bilirsin sende….ama sen tamda ona dönüş..ruhunu ruh kurutma makinasına kaptır e mi…için dışına çıksın..kus kus kus e mi…ruhun çıksın içinden bir sabah….

kimliklerimizden yeni bir kimlik yarattım dün gece….seni tamda oraya koydum yeni inşa ettiğim ruhun dış çeperine yerleştirdim ..böldüm ..çarptım ..seviştirdim senle o yeni kimliğimizi…

sen, sen olamayacak kadar zor düşlere bulandırıyorsun ellerini ....ellerini kirletiyorsun…kim inanır ki bu kadar gerçeğe...görmek istemeyenler göremezler...ki hala içimizdedir düşler gerçektirin hali...işler acınası...nasıl anlatılır herşey bir yanılsama uyan ey insanoğlu....illa peygamber mi olmak gerek kendi kraterimizde...
sana büyük bir sır vereyim mi:
zaman sensin…
sana büyük bir sır vereceğim hayat gerçek bir yanılsama


Murat Uyanık



Fotoğraf:Nuray Kılıç



Gece soğukta kalp atışlarını yavaşlatır...

Gece soğukta kalp atışlarını yavaşlatır,
Sabahın ilk ışığıyla yeniden canlanır.
Durdurdum kalbimi, sertleşti, taşlaştı,
Nefreti dağları aştı,

Benim çiçeklerim vardı
Senin ( Abel )hayvanların
Sen adın Abel, benim adım Caine
Tanrı bir kurban istedi,
Kurbanlarımızın kokusu göğe yükseldi,
Tanrı senin kurbanını seçti
Benim çiçeklerim reddedildi,
Ağladım uzun bir süre
Gece gündüz dua ettim yukarıdakine
Benim adım Caine.

Tanrı bir kurban daha istedi,
Sen yaktın kurbanını koku göğe yükseldi,
Düşündüm uzun bir süre
Vazgeçtim yakmaktan çiçeklerimi,
Nasıl olsa geri çevirecekti,
Çıkardım mızrağımı sapladım Abel’in kalbine
Hayatta en çok sevdiğim şeye.

Atıldım cennetten Nod denilen yere,
Yalnız kaldım karanlıkta ağladım, açtım, üşüdüm,
Karanlıktan bir ses geldi,
Bana doğru yaklaştı,
Bir kadın karanlığın bütün gücü üzerinde,
Dedi ki,
Biliyorum üzgünsün, bir zamanlar üzgündüm bende,
Biliyorum açsın, bir zamanlar açtım bende,
Biliyorum üşüyorsun, bir zamanlar üşürdüm bende,
Senin gibi sürgünüm bende bu yerde.

Dedim ki;
Ben lanetliyim, neden yardım edersin bize,
Dokunduklarım kırılır,
Sevdiklerim yok olur,
Sadece yalnızlık bana kalır,

Dedi ki;
Ben Lilith'im.
Tanrı’ya karşı geldim,
Bir zamanlar ben de üşüyordum.
Benim için sıcaklık yoktu.
Bir zamanlar ben de açtım, benim için yemek yoktu.
Bir zamanlar ben de üzgündüm, benim için rahatlık yoktu."



Lilith ağırladı evinde beni,
Susuzluğum ve açlığım gitti,
Gözyaşlarım dindi,
Hüznüm sıcak evinde bitti,

Bir gün sordum lilith’e,
Nasıl yarattın bu evi karanlığın içinde,
Lilith gülümsedi ve cevap verdi:
Uyandım.
Bu sayede istediğim gücü yarattım.
Beni de uyandır Lilith,
İhtiyacım var benim de güce.

Uyanırsan sonsuza kadar yok olabilirsin Caine.
Seni Tanrı lanetledi.
Ölebilirsin,
Sonsuza kadar değişebilirsin.


Gücüm olmadan yaşayamam
Sen olmadan yeniden var olamam

Lilith kesti bileğini,
Doldurdu bir kaba bana içirdi,
O kadar uzun zaman oldu ki
Sonsuzluk gibi geldi.

Uyandım
Karanlığın içinde ışığı gördüm.
Gece parlayan ateşi,
Kutsal Ateşin koruyucusu geldi,
Ve şöyle dedi;
O seni affetti.

Kalbim Tanrı’yı unuttu ve kaybetti
İhtiyacım yok acımasına kimsenin
Ancak kendi vicdanımla gurur içinde yaşayabilirim,

Ve beni yine lanetledi;
Gezdiğin bu yollar ateş olacak,
Ve bu ateş derini yakacak.

Bu kez güneşin koruyucusu geldi;
Abel seni, günahlarını affetti.
Onun bağışlaması bir şeyi değiştirmez,
Ben affetmeliyim kendimi

Beni yine lanetledi.

Var olduğun sürece korkacaksın gün ışığından
Ateş gibi yakacak seni,
Şimdi kaç karanlık bir yere,
Ki güneşin gazabını hissetme,



Koştum karanlığa doğru,
Sığındım bir mağaranın içine,
Daldım uzun bir uykuya
Uyandım uzun bir zaman sonra,
Ölüm meleği sarmış bedenimi boylu boyunca,
Fısıldadı kulağıma,
Tanrı bütün günahlarını affetti.

Neden kabul etmiyorsun lanetinden kurtulmuyorsun,
Ne yardım diledim Tanrı’dan karanlıkta,
Ne de tanrının acımasını bana,
Açıldı gözlerim
Ve karanlığı seçtim.

KARANLIKTAN NEDEN KORKUYORUM?






gece, sokak ıssız
sokak lambası neden yanmıyor???
yürüyorum
karşıdan bir adam geliyor!!!
adımlarım
s ı k l aş ı y o r
s ı k laşı y o r
s ı klaşıy o r
s ıklaşıyo r
sıklaşıyor
bedenim
ufalıyor ufalıyor
unufak
unufa
unuf
unu
un
u
oluyor
adam geçip gidiyor
bedenim eski halini alıyor
aradan zaman geçmiyor
karşıdan bir adam geliyor!!!
adımlarım
s ı k l aş ı y o r
s ı k laşı y o r
s ı klaşı y o r
s ıklaşıyo r
sıklaşıyor
bedenim
ufalıyor ufalıyor
unufak
unufa
unuf
unu
un
u
.



SENA




Fotoğraf:Barış PARLAN

M a t e m a t i s y e n C i n n e t







elif karakoç'a


Kimi fevkalade gözlerle sığınırken
Sığ bir cinnetin ultra-violet rengine
Kimi tenler;kimi ürkek, sığınaksız
Terk edilmiş cephelerde başı eğik,
Yüzünde dudakları eksik, bilhakis
Hastalanmış ifadesinde gözyaşları biriktirmiş;
Hasta, kimyası elementsiz elleri
Evden kaçmıştır kimi tenlerin.

Telafisi cinayet olan bir dil sürçmesiydi
Hayatın kefaretinde fişlenen bedenler!
İşlenen keyfi seyahetlerde kefilsiz elemler!
Hücrelerini bilmeliyim en açık seçik
Küfürlerle dudaklarını boyarken;
Dudakların neden kangren
Dudakların neden aforizma
Dudakların neden ağlayan
Matematisyen cinnet, matrise de chapel!
Yalnızlığın suyuna batıyorum! bak ben!
Giyotinle siyaset, giyotinle eklem
Giyotinle farmakolojik aşklar tartışıyorum!
Seni tartışıyorum Tanrı'larla,
Tanrı'lar mesutlar, Tanrı'lar muharrem
Gecelerin çapaklarını morfinsiz içer Kerem
Geceliği muşamba Şirin'den, o ise eskiz!
Ve biz, silikiz ! Cisimsiz sicimiz!
Silindikçe, ayaküstü intihar eder;
Ayaküstü hayattan gelir ,
Ayaküstü veda edip ,
Ayaküstü terk eder, çıkıp gideriz!

Benim dilimde garip hayvanlar evrimleşir.
Benim dilim neolitik bir hüzün!
Neo-politik bir bütünün
Yapıbozuma uğramış rehabilitesiyim!
Uzun muşambalardan ucuz maskeler
Dikerken gecenin en olmadık saatlerinde

Rehabilite et cinnetimi cennetinde!


Bazen geometrik hatalar da işleyebiliyor keder
Tenin gergin gözkapakları gibi yüzünün haritasına
Yerleşmiş sıradan enlemlerde, ağlamaklı cinnetler.
Bu ırak, bu kırgın seslerle oyalanır
Her sonbahar'da resmi sevgililer!
Akan dudaklar bile matematisyen.
Ak uykular bile suya batıp çıkan;
mitolojik şileb
kronik bekaret!



Tenler, terlerken terk edilirler kendilerinden
Bir de, inişsiz yeryüzünde yüzlerine kapanmış
Tor'un hafızasız kılıçlarıyla ağlarken !
En çok Oedipus ağlamıştır beklentiye
Beraber islenilen zamanların ağırlığına,
Uzun ince cennetlerde ucuzlaşan cehennemlere
En çok kirpikleri üvey, gözdipleri silik Oedipus
Ağlamıştır sevgiye eklemlenen cinayete!
Bir de ben !

umut aroesa.

Fotoğraf:Fırat OLCAY

Bir(adam ve kadın)






Fotoğraf:Barış PARLAN


"Yürüdüğünden pişman yürürdü bazı geceleri.Ne zaman nedenini bilmediği bir hüzün hissetse, şehir tesellisi olurdu.Uzun uzun bakardı şehrin ışıklarına. Her şair gibi şiirler yazardı kendine.Hayaller kurardı kimi zaman,yaşamak için." Oturdu Adam yalnız bir banka, yalnızlığına anonim bir ortak arar gibi.Yalındı bank, yalnızdı Adam.Bir türkü olsa şöyle kimin yazdığı bilinmeyen, belki yankı bulurdu Adamın ıslık sesinde. Uzaklara baktı Adam, gecenin derin karanlığına.'Kim bilir hangi çocuk kırılgan bir umut bağlamıştı şu yıldıza?Kim bilir kaç aşık adaklar adayıp pırıltılı gözlerinden parlak yıldızlar dökmüştü geceye?Yıldızlar mı insanlar için varolmuştu; yoksa insanlar mı yıldızlar için?' İçindeki isyankar alev söndüğünde Adam sessizdi,gece suskun.Sorular cevapsız... "Omuzlarına erişmeye yılları olan kısacık saçları simsiyahtı.Gecenin örttüğü sarı bir sonbaharda simsiyah saçlarıyla öylesine yürüyordu.Yürümek hiçbir sorunu çözmüyordu bazı sonbahar gecelerinde. Yalnızlık içten içe bir duyguydu ihanet gibi.Bir yığın arkadaşı vardı aslında, kendini yalnız hissederek ihanet ettiği.Kısacık saçları bir kadın için fazla aykırıydı belki; ama anılarındaki çocuk hala bir umursamzlık aramaktaydı..." Bir kadın geldi sonra,yalnızlıklarına ortak olmak istercesine anonim bir türkü tadında.Hiç kurtulamayacağını sandığı bir sandık dolusu geçmişi vardı Kadının.Adamınsa düş kırıkları.İkisinin de evcil yaraları vardı,hani hiç kapanmayan; ama hiç de acıtmayan. Kadın tuhaf bir hisle adama baktı.Sanki yine aynı yolun başındaydı.Tüm duygularını geçirdi aklından.Sıkılmıştı artık hüzünleriyle yorulmaktan. Uzaklara baktı Kadın.Yüzünde geceye özgün üzgün bir ifade.Bir aşk yaşamak için erkendi; sadece arkadaş olmak içinse çok geç.Yaşardı gece, yaşlandı gözleri.Bir çiğ düştü çimlere,bir çığ gibi... -Ne tuhaf, dedi Adam.Gözlerinizdeki mavi bu şehre çok yakışıyor, bu şehre şiir yazılacaksa içinde mutlaka siz de olmalısınız. -Ne tuhaf,dedi Kadın.Biri bu şehre şiir yazacaksa;o,mutlaka siz olmalısınız. -Şiir misiniz? dedi Adam. -Şair misiniz? diye cevapladı Kadın. Duraksadı Kadın durdu Adam.Hayatın seyri değişti dünyada.Başını öne eğdi Kadın,gülümsedi içinden.Adını koyamadığı bir duyguya şahit oldu gece.'konuşmak' kelimesi hiç bu kadar güzel bir eyleme isim olmamıştı bu ana dek.Belki de bunca zamandır farklı pencerelerden aynı şehre bakıyorlardı, birbirilerinden habersiz.Belki de dertlerini ortaklaşıyorlardı sedasız sessiz. "Mutluluk çoktan silinmiş bir yazıydı;yıllar önce buğulu bir cama yazdığı." Avuçlarına baktı Kadın,ellerindeki izlere daha bir dikkatlice.Utançtı Kadın,utandı Adam.Bir rüzgar esti her şeyi temizlemek istercesine.Olmadı; her şey yine aynıydı. -Buraya ait olamazsınız, dedi Adam yavaşça.Amacı incitmek değildi, yardım etmeye çalışıyordu. -İki insan aynı rüyayı görse,bir rüyada yaşasak, dedi Kadın.Mutsuzdu.'İnsan kendi hayallerinde bile yaşayamıyor,yazık.'Hayallerinin gerçek olmasını istemiyordu.Gerçeklerin hayal olması peşindeydi.
Kırıktı hava,kırgındı Adam.Adam ölesiye bağlıydı hayata,Kadınsa bir ölü kadar uzak.İkisi de sessizdi şimdi.Ansızın,yeşil kanatlı bir kuş geçti önlerinden kafesinden yeni kaçmış gibiydi. -Hayır, dedi Adam.'Bu olamaz.'Hayreti yeşil kanatlı bir kuşa değildi.Yüzü bir hasta gibi solgundu şimdi.Kadınsa farklıca bir rahatlık içindeydi. -Sen aslında... ,diyebildi Adam.Sözünü tamamlayamadı.Bir umutla Kadına baktı, bir söz bekledi. -Üzgünüm,dedi Kadın. Adam vazgeçti,umutları ellerinde bir avuç gözyaşı.Adam toparlandı etrafına bir daha,bir daha baktı.Her şey kendisine aitti! Güldü trajikomik hayatına.Nefretle kalktı banktan.Ayaktaydı.Gözlerini sıkıca yumdu.Uyanmak istiyordu artık. Kahkalarında boğuldu dünya.Bir gün geçti bir hikaye ortasında. Adam sıçrayarak uyandı.Masasında bir kalem ve bitmemiş bir hikaye...Nefret etti tüm yazdıklarından,fırlattı kalemini duvara.Ceketini aldı sandalyesinin arkasından.Bir hırsla çarptı kapıyı.Yürümek istiyordu,bu sefer gerçek bir yolda... Bank bitmemiş bir hikayenin ortasında, yine yeniden yalnızdı.Kadınsa, hayal dünyasında gerçek yaşamı aramaya devam ediyordu... "Her şeyi kırabilir ve her olanı haykırabilirdi şair, yorulmasaydı..."



SONER

HİÇ





Yüksek dalardan birinde bir tomurcuk patladı.
Keten kuşu bugün gönlüme şakıdı.
Soluk, yeşil otların nereyi gösterdiğini biliyorum yolun kenarındaki küçük derede.
Ve yeryüzü ıslak.
Beynimin içindeki guguk kuşu şöyle seslendi; daha değil daha değil.
Birden içten bir selamlayış geliyor aklıma elini yerden kaldırıp göğsüne koyan ey derviş, sensin benim gönlümü okşayan. Sade bir gülümseyiş ve hırkanla inisiye edilmiş olan sensin ve bu sabra bir şekilde ulaşmış kardeşlerim gerçeğin peşinden gidin kurallar bize ait değil sınırlar bize ait değil imkânsızlıklar bize ait değil sadece aklım ve bedenimle çıkıyorum yola.
Donuk bakışlarında uçsuz bucaksız yeşil ormanı gördüm, içinde sessizce devam ederken sabahın en erken vaktinde ani bir kanat çırpışıyla havalanan kuzgun, ey sen sümbül çiçeğini eşine layık gören hem kötüsün hem iyi, gamalı haçın sola bakan uçları ve sağa bakışın ürkütür bizleri… Ve mabedin önüne getirildiğimde yüzünü görmeme izin vermediler… İstersen buradan geriye dönebilirsin emin ol sonu cennet ve cehennem, gerçek ve yalan, doğru ve yanlış, bedenimi önemsemiyorum ruhum yücelecekse ve anlam bulacaksam… Sonunda geçiyorum bu bedenimden.
Gözlerim kapalı olarak mabedin önüne getirildim. Eğer bir menfaat için geldiysen bulacağın şey çıldırma ya da ölüm. Bir grup rahip tarafından içeriye alındım 1 hafta boyunca ruh arındırma işlemlerinden sonra sınav akşamı gelince iki rahip tarafından alındım ve içinde bir dizi heykelin olduğu loş bir dehlizden geçtim ve bana hala geri dönme şansımın olduğunu söyledi genç rahipler, ben devam etmekte kararlı olduğumu belirttim ve beni duvardaki dar bir delikten içeri soktular ancak bir kişinin geçebileceği bir delikti bu ve mabede giriş kapısıydı, buradan içeri giren asla dönemez diyordu genç rahip ya başarmak yada yok olmak zorundasın.
Zorlukla ilerlerken derinlerden gelen bir ses, "bilim ve kudrete göz diken akılsızlar burada telef olurlar" diye uyarılarda bulunuyordu. Geçit giderek dik bir yokuş halini alıyordu. Yolun sonuna geldiğimde dibi görünmeyen bir kuyunun başındaydım. Saatler geçmişti ama yinede bir çıkış yolu bulamamıştım ve oturup düşünmeye başlarken hayaller kurarken yalnızlığımın derinliğinde karar vermiştim kendimi adamaya bu yola amaçsızca çürüyen bedenim yok olmalıydı. kutsal bir değere verilen ruhum onurlanabilsin başımı kaldırdığımda yukarıya bir merdiven olduğunu fark ettim güçlükle seçilebilen bir merdivendi. Tırmanıp yukarıya çıktığımda dev heykellerin olduğu bir salonda budum kendimi…
Hoş geldin ben kutsal semboller muhafızı Sadoran; birinci sınavı başarıyla tamamladın…
22 dev heykelin altında 22 temel sırrı ifade eden aynı sayıdaki harfler ile bunların sayısal sembolleri. Bunlardan 1 sayısı ve "A" harfinin, Onun ve ona ait yeryüzündeki en yüksek ifadesi olan insanın sembolü olduğunu söyledi. Bu mabedin sırlarını söyledikten sonra, merkezi ateş odasına götürülürdüm
Odanın içi dev alevlerle kaplıydı geri çekildim ama rahip onun da bir zamanlar bu odadan geçtiğini söyledi ve içeri girmemi söyledi içeri girdiğimde bunun bir göz yanılgısı olduğunu anlamıştım. Ateş sınavını su sınavı izlerken, çok karanlık ve içinde derin çukurların bulunduğu bir su birikintisinden ürpertiler içinde geçtim, boğulmadan geçebilmiştim. Buradan geçtikten sonra beni iki rahip karşıladı ve içinde rahat bir yatağın olduğu bir odaya götürdüler, derinden o kadar güzel bir müzik sesi geliyordu ki herhalde lir sesiydi, bir süre sonra kendimden geçmişim…

Uyandığımda karşımda çok güzel çıplak bir kadın vardı elinde içki dolu kadehiyle bana yaklaştı ve bana sınavı geçenlere sunulmuş bir hediye olduğunu söyledi. Yedi ölümcül günah öfke, açgözlülük, kıskançlık, oburluk, şehvet, gurur, tembellik, onu reddettiğimi söyledim. Bir süre sonra gelen rahip şunları açıkladı; eğer kadının bu sözlerine kanıp da kendisiyle cinsel temasta bulunsaydın, az önce içmiş olduğun içkinin içinde bulunan uyku ilacının etkisiyle uyur ve uyandığında yalnız olduğunu görürdün. Daha önceki sınavlardan başarıyla geçmiş olmana rağmen kendini yenmeyi başaramadığın için “nefsine hakim olmayı bilmeyen bir kimse duygularına da esirdir ve karanlık içinde yaşamaya mahkumdur” ve bir daha çıkmamacasına bu küçük odalarda hapis hayatı yaşardın.
Ellerinde meşaleler ile 12 görevli rahip geldi, Başrahibin ve görevliler kurulunun beklediği, siyah ve beyaz taşlarla döşeli Mabet’e götürüldüm. Burada Onu simgeleyen bir heykel ile onun eşi olarak kabul edilen ve kucağında oğlu bulunan bir heykel vardı. Başrahip bana, burada göreceğim tüm sırları hayatım pahasına saklayacağıma dair yemin ettirdi ve beni, kardeş rahip olarak ilan etti.
Kendisi, karısı ve oğlu bir üçlemedir. O kutsal baba, eşi onun dişil ve üretken yanını, oğlu ise İlahi Kelamı ifade eder. O bir bütündür ve tektir. Bu üç kişilik bölünme zaafın değil, mükemmelliğin ifadesidir
Artık “çırak rahip” unvanını almıştım. Ancak önümde, çok uzun bir öğrenme dönemi vardı. Çıraklık süresi kişiden kişiye değişirmiş. Bir çırak ancak, rehberi olan üstad rahibin kararı ile üst dereceye geçme hakkına sahip olabilirmiş. Yıllarca sürebilirmiş bu dönem. üstattan sürekli ders alıyor ve hücremde meditasyon yapıyordum. Bu uzun bekleme dönemimde görevim bilmek değil, öğrenmekti. Devamlı gözaltında tutuluyordum, sert kurallara büyük bir disiplin içinde uyan ve sürekli itaat eden biri olmuştum yavaş yavaş kendimde bir başkalaşım hissediyordum. Artık değişimimi kendisi de fark eden rehberim, zamanımın geldiğine karar verdi ve hakikatin yakında bana iletileceği müjdesini verdi. Ve bir akşam üstü Başrahip, hakikatin nuruna ulaşmam için ölmem ve yeniden doğmam gerektiğini, aksi takdirde Onun yüce meclisine katılamayacağımı söyledi.
"kendimi feda etmeye hazırım" dedim. rahip tarafından, içinde bir köşede açık bir mezarın bulunduğu "yeniden doğuş odası"na götürüldüm.Başrahip burada, ölümün herkes için olduğunu ancak her canlının da yeniden doğacağını söyledi. Beni mermer bir mezarın içine soktu ve kapağını kapattı. mezarda ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum, zaman kavramını kaybetmiştim. Ancak başımın hemen üstünde küçük bir deliğin olduğunu fark ettim. Beş köşeli yıldız şeklindeydi bu delik. Küçük delikten gördüğüm Oydu bütün varlığımla onu hissetmiştim ve yeniden doğduğumu ve beni kendi içinde yeniden doğurduğunu anlamıştım ben “o” Oda ben olmuştu.
Işık yavaş yavaş azalmaya başladığı anda mezarın kapağı açıldı ve Başrahip şunu söyledi; "Sen dün akşam öldün ve Onun ışığını görerek yeniden doğdun. Artık, büyük sırlarımızı öğrenmeye hak kazanan bir kardeşimizsin"...Sonra yeni üstat rahip olarak, "büyük doğu" denilen ve tüm üstat rahiplerin hazır bulundukları geniş bir salona götürüldüm, tören burada devam etti. Kapı, içeri girenlerin başlarını eğmelerini gerektirecek kadar alçaktı. Doğuda, Başrahibin kürsüsünün hemen üstünde, bir eşkenar üçgenin ortasındaki gözün içinden çıkan, kaynağı belli olmayan güçlü bir ışık bulunuyordu ve hemen altında uçları sola bakan gamalı haç. Bu, her şeyi gören Onun gözüydü.
"Kürsüdeki" şöyle dedi: "Bu noktaya kadar gelmeyi başaran sen, büyük sırların da eşiğine dayanmış oldun. Bundan önce sana verilen sırlar küçük sırlar. Şimdi ise, büyük sırları, yani Onun sırlarını elde edeceksinSen artık ölümlü bir Tanrısın. Ona ulaşmayı yakalayan Kamil İnsanlar ise, ölümsüz insanlardır. İlahi düzende hiçbir şey küçük olmadığı gibi, hiçbir şey de büyük değildir. Ne mutlu bu sözleri anlayabilene. Çünkü bunları anlamak demek, yüce sırlara sahip olmak demektir. Bu sırları kalbine göm ve onu ancak kendi dost bildiklerine ifşa et"...



JANWALJAN

Ortaçgil’e…usulca…







Ne kadar oldu bilmiyorum…işitmeyeli bir sevgilinin sesinden melodisini…mutlu bir günden dönüş yolunda söylenen…belki yaşanabilecek en güzel gecesinde, Kadıköy’de köhne bir barın, bugünlerde açılmayan. Bilmiyorum ne kadar geçti, belki de çok GEÇti ispatlamaya çalışırken şarkıların aitsizliğini bir bahar yağmurunda ya da ararken belki teselliyi türküsünde en yakın dostla. ders kitaplarımızın arasına sıkışmış bir tanım gibiydi “ az sözle çok şey anlatma sanatı”nın başında öyle sakin, iddiasız duran. Bizim gibiler kimliklerinin kenarına deniz kokusu sıkıştırmak isterlerdi, damgalanmışlığımıza bir tepki niteliğinde. Pek konuşmayı da tercih etmezlerdi çekindiklerinden anlaşılamamaktan. “Hani değiştirecektik dünyayı ?” diyen bir sesti o, geceden, belki de bir gece yalanı her sabah prova edilmeye mahkum. Şarkılarla değişen bir dünyanın hayalini kurduğumuz günlerin uzatmalarında kendimize kocaman bir ortaçgil hazinesi saklamak istemiştik, ben, öteki beriki, çok ama yoktuk belki. Belirsizdik. Basitlikler yaşadıkça gördükçe hele sevdikçe örgütleniyordu zihinlerimizde. İhtiyacımız sahipsiz şarkılardı, nereye sokağında sustu susacak bir gitarı cesaretlendiren. Belki de travmatik yok oluşumuzla dalga geçen…baba sevecenliğiyle hem de nasılsa. Ve her nasılsa yetişirdi imdadımıza, suçüstü yakalayışlarında gerçeğin, başkalarının hayatlarından çalarken. Çekerdi gerçeğin ellerinden ya bir çocuğun rüyasına. Sessiz dinlerken öteki beriki, ben o rüyayı kaç kez katlettim, o hep affetti.
Gerçekliğin tahammül edemediği bir dünya bulmuştuk biz gecelerin gündüzünü beklerken, şarkılarında. Paylaşmaya kıyılamayan ama coşkusunu da kendi içine hapsedemeyen tasvirsiz bir ruh durumuyla. Işıltılı devasa atların arasında kimselerin fark edemediği bir tayın üzerinde el sallayan bir çocuk resmi, atlı karıncada…döndü döndü döndü…bıyıklı bir baba resmi onu önce küçük atının üstünden sonra tüm parktan sildi. Kocaman bir oyuncak dünyaya bıraktı gitti. Küçük çocukların sokak kenarlarına bırakılmış eski bozuk müzik kutularına dayalı kulaklarının resmini çizdi ortaçgil. O kulaklardan biri benimdi.
Beklemek bir çocukken büyümeyi ve bir büyükken kaybetmeyi… beklemek ıslığında melodisini bir ağustos sıcağında dost tesellisinde. Beklemek bir pencere önünde yapayalnız çokluğunda. Susarcasına beklemek. Koca bir çocuk tesellisi yaratmak bu belki, şarkının sonunu kendisi getirir diye. “Yaşamak zor birlikte…” dediğin bir cümlenin sonuna “Şarkılarım senindir…”i getirememek. Giden sevgiliyi ya bir dostun gözlerinde ya bir ana kucağında aramak…Hepsi benzer kaybedişlerle dolu hayatların katharsislerinin saklandığı o müzik kutusundaki şarkılardan biri, kulağıma fısıldanan şimdi, oyuna devam oyuna devam…sanki hiç aldanmamış hiç aldatmamış gibi, gerçekliğimizden kurtulmayı vaat etti. Sessiz dinlerken öteki beriki, ben o rüyayı kaç kez katlettim, o hep affetti.
“Ya susarsa şarkılar bir gün..” dedi mavi bir ağaç perisi;
“…
belki bir gün bilmeden buluşuruzgerçeğin kuytusunda, güzelin tohumundaya da sivrisinek sazında usulcausulca, usulca
…”*
Bir yalnız gece daha böyle erdi sabaha
.



* Bizim Şarkılarımız; Bülent Ortaçgil






MASALCI

HENDEKTE




Bu bir kaçış meselesi. Özeti bu.
Mutluluklarının içinde mutsuzluk arayanlarla mutsuzluklarının içinde mutluluk arayanların çarpıştığı bir savaş alanında, hendeğin içinde son üç beş kişiyiz. Çıplak. Maddiyatlarımızdan soyunmuşuz. Umutlarımız çoğul cümlelerimizde bir komünün hayalinde. Artık olmayan bir şehrin en verimli tanımını yapmak hangimize düşmüş?
Sevgiyi kendi içimize çekerek birilerini gerçeklerden bihaber bırakarak kahramanlığımızı yaşatıyoruz. O birilerini altüst olmuş bir hayattan uzak tutarak ödüllendirdiğimizi varsayıyoruz. Oysa hala uğruna savunma mekanizmalarımızı yerle bir edebileceğimiz birileri (mi) var. Sessizlik.
Sebepsiz bir kaybedişin ortasında, eski bir hayalin kenarında veya bir tevriyenin aslında kastedilmeyen vurgusunda kaçışımın izleri var. Takip etmeyin. Kimliğim resmi ters basılmış bir aranıyor ilanı. Tepe taklaklığım bu yüzden. Gölgemle aslım anlaşılamadıklarıma oyununu oynuyor. Bu saklambacın kuralını ben koydum. Kumandamın tek tuşu budur. Başla ve bitir.
Yarın olacakların sorumlusu ben değilim. Sorumsuzu benim. Anlayışınıza minnettar kaldım sayın okuyucu. Lütfen kullandıktan sonra beni imha edin. Yüzünde bir gerçek iziyle bu hendekte kimse barınamaz. Gölgemi ihanet edenlerin kabuslarına katıştırabilirsiniz. Bir arkadaşın söylediği gibi iyilikler hiçbir zaman cezasız kalmaz. Kiminin cezası ses kiminin cezası sessizlik. Bense anlaşılamamaya mahkum edildim. Bırakın cezamı huzurla çekeyim. Kaçışımı mazur görürsünüz umarım. Kimse bir başkasına kendisine verdiğinden daha büyük bir ceza veremez. Belki bu gerçek peşimdeki mutsuzluk avcılarını da iyi hissettirir. Silahımı çıkarıp 3-5 el tebessüm sıkmak da isterdim elbet. Yazık ki tek dolu kovanımı kendime saklıyorum. Ne de olsa gün gerçeklerden arınma günüdür.

Kendimi kaybettim. Hükümsüzdür.



MASALCI




ÖNYARGISIZ


Hoş geldiniz… Ne alırdınız… Bu iki cümle neden bu kadar canımı sıkıyor. Dünyaya gelirken bana sorulmadığı için kıskanıyor muydum acaba bunca insanı. Her gün medet umar gibi yığılırlar önüme. Ama yine de hiç tanrı hissettirmediler bana kendimi. Daha çok bedava yiyecek dağıtanlara anlık duyulan sevgi gibi bir şey bana besledikleri. Oysa gerçekten sevebilirdim içlerinden birini ya da dost yapabilirdim. Âşık olduklarım içinde durumum pek farksız değildi. Onlar o anın ihtiyacını giderenden öteye gidemedi. Galiba görevim, barda da, yatakta da, hayatta da aynı. Ver ve kaybol ikilisiyle yaşamakta zorlansam da alışmıştım galiba.

Geçiciliğin müthiş vurdumduymazlığına kaptırdım bende. Kalıcılık elbisem hep kısa kaldı. Üşüdüm. Geldiler ve gittiler işte. Hani, gösterebilir misiniz sorumluluğumun olduğu biri. Gece kiminin en yakın dostu, kiminin en anlayışlı sevgilisi, kiminin çocuğu, kiminin annesi. Hatta yer yer kiminin silgisi olmuşluğum da var, sil, sil diye emrettiği… Ama buna da alıştım. Uyuduğum saatler dışında hep başka biriyim. Ama fark ettim ki aslında hepsinin sevgilisi de annesi de çocuğu da aynı kişi… Hiç birine olabileceğim anneden, âşıktan farklı davranmadım. Sanırım özgürlüğümü kullandığım tek alan burası. İtiraf ediyorum hepsi bendim.
İşe ilk başladığım zamanlarda kapıdan her girene inanılmaz sevinirdim. Her birini tanıma heyecanı duyardım. Acaba adı ne? Ne iş yapıyor? Hikâyesi ne? Anlatmaya başladıklarında kulaklarımı dört açardım. Uzun sürmedi, her heyecanım gibi. Kuytu barların makûs tarihi… Her daim sadece bilenlerin girdiği, keşfedilmesi uzun süren barlar… Geleni gideni aynı. Hatta göreve gelir gibi aynı saatlerde uğrayanlar. Aynı içkiyi isteyenler. Bazen kurulduklarını düşündüğüm onca insan. Neden bu kadar renksizler ki acaba. Bir kere şaşırmayı bekledim her birinden. Aynılıkları arasına girer mi bir sızıntı farklılık diye düşündüm hep, tıpkı bizim bar gibi.
Acaba burada çalışmasaydım, içlerinden herhangi biri gibi olsaydım yine de gelir miydim bu bara diye hep düşünmüşümdür. Çaldığım müzikler ve boşluktan öğrendiğim birkaç kokteylim olursa gelirdim derim kendi kendime. Kıyamadım kendime nedense.
Her gün aynı kişi tarafından çalınan ev kapıları gibi bir bar. Tüm ailesini bir trafik kazasında kaybeden banka şefi Fatih Bey, sürekli her gördüğüne kocasının çapkınlığından yakınan müdüre Meral hanım, yüksek sesli ve bir o kadar da sıkıcı tavrıyla İstanbul’un en kötü okuluna sürülmüş öğretmen Ziya bey ve saz arkadaşları, üniversitede aradığını bulamayan en genç üyemiz Burcu ve onu sürekli aşağılayan sevgilisi Ümit… Gününü ve saatini çalıştığım dönem içinde hiç şaşırmadıklarım bunlar. Bir de vardiyalı gelenler var. Cuma günleri iş çıkışı uğrayıp iki tekila içmeden evine gitmeyen Murat. Ki bir dönem aynı muameleyi Cuma günleri süren sevgililik günlerimde bana da yaptı.
Ve hiç değişmeyen konuklarımız soğuk kadın Marilyn Monroe, onu karşımda görmekten tüm cazibesini yitiren James Dean ve tuhaf kıyafetleriyle Elvis. Erken ölümlülerin barı burası sanki. Kim çok yaşamak istemiyorsa burada gibi.
Değişik heyecanlar yaratmak zorunda bıraktı beni. Her güne bir şarkıyı adadım. Bir gün Marianne Faithful konseri vardı, bir gün Cat Stevens, bir gün yine erken ölümlü Nirvana.

Özellikle anlamasınlar diye çalıyor gibiyim onları. Birisi merak edip kim olduklarını sorarlar mı diye. Belki o güne değin o barda edilmemiş bir sohbet konusu açılır mı diye.

Her biri için barda en iyi bilinen ve tanınan ben’i anlayan var mı acaba içlerinde. Gördüklerini bilmek zanneder müşteri. Müşterek dil kullanıyoruz zanneder. Oysa hiçbir zaman onlarla aynı dili konuşmadım. Hep başka bir şey demek istedim onlara. Kendimi bildiğim şekliyle anlatmak istedim ama değişmez görünenler. Bende uydum onlara. Göründüm. Sadece birine görünmedim. Daha doğrusu görünemedim. O her geldiğinde sanki yok oluyordum bardan. Ben değil başkasıydı sakilik yapan. İçkisinin her yudumuna katıyordum söylemek istediklerimi. İçtikçe beni tanıyacak diye hayal ediyordum. Herkes gördü tanımadı. O görmeyecek ama tanıyacak sanıyordum. Sanıyordum. Öyle de kaldım zaten.

Geldiler ve gittiler. Geldim ve gidemedim. Ne bekliyorum ki. İstersem bırakıp ne var ne yok bu bara dair gidebilirim de. Ama üşüyorum. Barın en çok içimi ısıtmasını seviyorum. Buranın; kış günleri tenhalığında, insan sesinden yoksun bir sıcaklığı vardır. Çok kızsamda kestaneci Hüseyin’in kestaneleriyle beraber olan akşam. Birazdan gelir yine. Bu arada kapı açıldı. Acaba bizimkilerden biri mi? AA… Yok, hayır değil. Kim acaba? Adı ne?

Hoş geldiniz.
Ne alırdınız…





AYSEMA

SAN’ILMIŞ HAYAT






Gözlerini açtığında, sağ gözünde bir ağrı hissetti. Aslında haftada bir iki kez tekrarlanan bu durumu pek ciddiye almıyordu ama yinelenmiş olması sinirlerini bozmuştu. Bunların hepsi bir ay önce gittiği odun kırma işinde gözüne denk gelen kıymık parçasının etkileriydi.
Zaten vücudunun belli yerlerinde, çalıştığı tüm inşaatların izler vardı. Kaç kez ayağına çivi battığını o bile bilmiyordu. Sol bacağında hala dikiş izleri bulunan kocaman bir kesik, parasını alamadığı için şantiyede tartıştığı ustanın yumruğunun izi.
Elleri. Onlardı aslında her şeye şahit olan ve tüm hayatını nasıl yaşadığının ispatıydı. Teninin rengini ellerine bakarak anlamak mümkün değildi. Nasırlaşmamış bir köşesi kalmayan, yarası ve çizikleri eksik olmayan elleri. Bazen tuttuğu nesneleri bile algılayamayan elleri. Ha bir pamuk tutuyordu, ha koca taş parçasını oradan oraya taşıyordu o eller. Yüzüne götürdüğünde sanki yüzüne keçeden yapılmış bir bez ile sürtüyormuş hissi veren elleri.Şimdi o sağ gözüne vuran ağrıya, bu elemli el ile dokunup, o can sıkan kaşıntıyı dindirecekti. Acaba hangi hali daha az acı veriyordu.
Yataktan kalkarken özel bir çaba sarf etmesi gerekti. Adeta kendi belini, kendi iterek doğrulabildi. Bir kısmı örtülü, bir kısmı temiz bir havanın içeri girmesi için açılmış pencereye dolanmış perdelere baktı. Ah hanım dedi içinden. Yine soğuğu aldıracaksın belime. Banyoya doğru yol alırken, mutfakta akşamdan kalma bulaşıkları yıkayan karısını gördü. Karısı da onun uyandığını duymuş olmalı ki, çay koyayım mı yoksa hemen çıkacak mısın diye bir soru yöneltti, pek de hevessiz bir sesle. İyi olur diye cılız ve umursamaz bir ses de kendisinden çıktı.
Banyoya gittiğinde yaptığı ilk iş aynaya dikkatlice bakmak oldu. Sanki o gözünü tahriş eden kıymığı bulacağı ümidiyle iyice yaklaştı aynaya. Gözlerini bir aşağı, bir yukarı hareketlerde oynattı. Kahrolası nereye gizlendi acaba dedi. Gözlerine dairesel hareketler yaptırsa da ortalıkta gözüken bir yabancı madde yoktu, göz kenarlarına dağılmış çapaklardan başka. Musluğu açtı ve buz gibi akan suyu yüzüne boca etti. Bu ona çok iyi gelmişti.
Tekrar yatak odasına döndü ve tereddüt etmeden siyah gömleğini özensizce geçirdi üzerine. Artık ezbere yapıyor gibiydi bu giyim işini. Önüne ne konursa onu yiyen bir misafir gibiydi. Karısı o gün hangisini yıkayıp kurutmuşsa, onları giymek durumundaydı. Altına gittiği işte akıbeti hiç belli olmayan ve belki de bu yüzden ütülenmesine gerek olmayan gri pantolonunu geçirdi. Fermuarını çekerken sorun yaşadı. Aksilik fermuar bozulmuş, yukarı çıkmamak için onunla inatlaşıyordu. Fermuarı rakip belleyip onunla tartışmaya girmiş gibiydi. Israrla onu yerinden oynatmaya çalışıyordu. Ancak bu savaşı fermuar kazanmıştı. İçinden karısına da küfür etmekten kendisini alıkoymadı. Çok alışkın olduğu bir savaş olduğu için, savaş yarasını sarmayı da öğrenmişti. Perdeye geçirilmiş olan kancalı iğnelerden birini yerinden edip, fermuarı iki ucunu birbirine geçirdi. Sonra genelde kapı arkasında asılı duran ceketini bakındı ancak yerinde yoktu. Gözüne ilişen kasketini alıp odadan çıktı.Henüz hazırlanmak olan kahvaltıyı beklerken, sobanın tellerinde asılı duran en kalın çorabı seçip ayağına geçirdi. Giyerken, pantolonun paçalarını da içine sokmayı unutmadı. Sonra arkasına yaslandı ve televizyonda açık olan kanala odaklandı. O esnada ansızın bir eksiklik hissetti, çocukları gözükmüyordu ortalıkta. Biri beş yaşında, diğeri sekizine yeni girmiş iki çocuğu vardı. Zaten onlar olmasa çoktan… Diye içinden söylendi. Ve o sırada elinde çaydanlıkla içeri giren karısına çocukların yerini sordu. Kadın, onları ekmek almaya gönderdiğini söyleyerek çaydanlığı sobanın üzerine yerleştirdi.


Tüm olanlar, çocukluğunun tekrarıydı sanki. Böyle bir evde dünyaya gelmişti. Tek fark küçükken annesi onu ekmeğe gönderiyorken, şimdi babasının oturduğu yerde benzer kıyafetlerle kendisinin oturuyor olmasıydı. Babasının adını büyük oğluna vererek yaşatmışlardı. Kendisini, babasıyla yer değiştirmiş gibi hissetti bir an. Herkes ona neden bu kadar donuk olduğunu sorduklarında, şaşıracak bir hayatım olmadı cevabını vermesinden belliydi.
Yavaşça yerinden doğruldu ve ayağa kalktı. Vakit geç olmuştu. Evi hamal pazarına çok uzaktı. Karısının zorla eline tutuşturduğu bir bardak çayı hızlı hızlı yudumlayıp, ayakkabılarını giymeye koyuldu. Hamal tahtasını eline alıp yola koyuldu.

Hamal tahtasını, bir sanatçı edasıyla taşıyordu. Hatta mahallenin çocukları onun bu haline özenir, buldukları büyük tahta levhalarla onu taklit ederek yürürlerdi. Fiziksel özellikleri, onca yıpranmaya rağmen haşmet içerisindeydi. Kahve de oturan arkadaşlarına hafif bir baş hareketiyle selam vererek sola saptı. Bu yolu gözü kapalı gidip gelebilirdi. 10 sene de sadece topu topu bir ayı işsiz geçirmişti. Kuvvetli olması sebebiyle hamal pazarında adı sanı bilinen, tercih edilen biri olmuştu. Ayrıca hamal arkadaşları da kendisine az konuştuğundan olsa gerek hürmet gösterirlerdi. Hatta bir keresinde hamallardan biri ona, sen daha önce zengin bir beyefendi miydin diye sorduğunda, zengin değil ama beyefendiydim dediğinde, etraflarındaki tüm hamalların hepsi birden gülmüşlerdi. Tüm yol boyunca sürekli düşündü. Gülen insanlara baktı, anlam veremedi önce. Çoktandır gülmediğini hatırlar oldu. Diğer tarafta ağlayan bir çocuk da ona ağlamadığını hatırlat. Duygularını kaybetmiş gibiydi artık. Bu yaşayan hayat, kendisinde durmuş gibiydi. Sadece çocuklarımı görünce gülümsüyorum ufak ufak diye kendisine, yaşadıklarından, kendine bir yaşam belirtisi çıkardı. Bu onu az da olsa rahatlattı. Ve yürümeye devam etti.Yürürken, sigarasının olmadığını fark etti. Ve geri dönüp sigara almak için bir bakkala girdi. Dışarı çıkar çıkmaz, hamal tahtasını yere indirdi ve ceketinden çakmağını çıkarıp hemen bir sigara yaktı. O esnada arkasında bir gözün onu kovaladığını hissetti. Dönüp baktığında ortalıkta hiçbir şey göremedi o hisse ait. Tekrar hamal tahtasını aldı bir eline, diğer elinde sigara tekrar yürümeye başladı.

Arkasındaki göz de onunla beraber harekete geçti. Ansızın tekrar arkasını döndü. Ve oğlunu gördü, elinde ekmeğiyle. Bir kaldırımda oğlu, diğer kaldırımda hamal arkadaşları. Oğlum diye seslendi anda, hızla geçen bir arabanın üzerinden geçişine tanık oldu o iki kaldırım ve üzerindekiler. Tahtası bir yana düşmüş, kanlara boğulmuş bedeni ayrı bir yana. Baba diye bir ses yükseldi göğe. Ve o ses geldi babasının son nefesini verdiği yere. Ağlayamıyordu. Donmuş gibiydi her yeri. Buz döküyordu, yaşlar yerine sanki gözleri. O buzlar döküldükçe babasının tenine değiyordu. Gitgide babasının bedenini soğutuyordu.
Oturduğu koltuk da tüm bu olanlar geldi aklına. Bir anda karısının kahvaltı hazır demesine irkildi adam. Adam sersemleyerek bakındı önce etrafına. Çocukları gelmiş, sobanın yanında hem ısınıyor, hem de birlikte büyüklerin çok da anlamayacağı bir oyun oynuyorlardı. Gidip çocuklarını öptü önce. Ve ardından ağzına bir lokma bir şey koymadan ansızın evden çıkıp işine gitti. Tabii içinden oğluna ekmeği alıp eve döndüğü ve kendisini takip edip, bir babanın ölümüne sebebiyet vermediği için teşekkür etmeyi de unutmadı. Ve yürüdü…






AYSEMA


Fotoğraf:Fırat OLCAY

Daha yanı başımdaki papatyalar kopartılmadan...



Daha yanı başımdaki papatyalar kopartılmadan... uzaktan gelen suyun sesi susmadan...ve ben hiç merak etmeden ırmağın kenarında açan çiçekleri... Günün beklenmedik bir saatinde, kırık aynaların ardında kırk yıl uğur getirecek renkler doğuyordu... boğuluyor gibiydi karanlık, gökkuşağının elleri arasında...
Ay'la savaşında esir düşen Güneş, göğsünden bir Anka kuşu kopartIP yıldızlara yardım çağrısı yollamıştı...
Hiçbir şey bu kadar zor değildi aslında... kanatları Güneş'e değip de incinmeyen küçük bir kız çocuğununki gibi, onu taşıyamayan kanatları kopup gidebilirdi... İmkansızlığa imkansız bir serzeniş, zamanın yeni bir boyutunu oluşturan koca bir kara delik açardı uzayın ellerinde... ve bundan sonra eline kaderin kalemini alamayacak olan yine ben olabilirdim...
Soluduğum yıldız tozları genzime kaçarken, ciğerlerimde büyük patlamalar olurdu belki...
Uzun zamandır aradığım bir şeyi buldum bu sabah...
Sabahın kör aydınlığında, daha göz kapaklarımdaki uyku ağırlığı kalkmadan... içime taze bir nefes
dolmadan farkına vardım yeni günün... Daha tüyleri beyaz bir güvercin odamın penceresine çarptı ve uyandırdı beni... Balkona düşmüştü, kanadı kırılmış gözleri sulanmıştı... Aklından neler geçiyordu kim bilir... Aklımdan neler geçiyorsa şimdi... uyanıklıkla uyku arasındaki ayaklarım beni sanki bir düşün
içine sürüklemiş, kanatları kırık güvercin gibi bir zindanın içine itmişti... Damağım kurumuş, ağzımdan çıkacak ilk sözde sessiz harfler tutuklu kalmıştı...
Kuş, balkonuma uzanan zeytin dalına doğru sürüklüyordu kendini... Yeni mevsime kadar kuruyan ağaç bir kanat gibi uzatmıştı dallarını... Yardım edemiyordum ona, avucumda korkudan ateş düşmüş göğsünü hisetmek istemiyordum... Ben de düşlerim içinde öyleydim çünkü... Tasvir edilemeyen, karanlık, soğuk bir zeminde sırt üstü yatıyordum... Her uyku vakti ellerim kelepçeli, savunmasız sorguya çekiliyordum... Kanım çekiliyordu aklımın ıssız tepelerine... ve bir fırtına kopup ardında yağmur, kar getiriyordu...
Uzun zamandır karaladığım bir sözü yazdım bugün...
Gecenin, bu sabaha kavuşan saatlerine kadar her ne yaptıysam... Yedi renkten birini kaybettim! Yağmur, doğanın dev
prizmasında kendini bulurken, ayrılırken bir sandık altına çil çil... Mavi renklerimi kaybettim... Denize ve göğe hasret dirildim gün ışığıyla, saatlerce sürecek bir yolculuğa hazır değildim... Uykudan kalktığımda kan beynime sıçradı ve yitirdim dengemi...
Sustum, bir köşeye pusmuş ellerimi çektim kalemin dar ağacına... Son isteğini sormadan devirdim altındaki tahtı. Sustum, şarkı devam etsin yeterki... Daha gün dönmeden sımsıkı kapattım ağzımı, parmaklarım aynadaki görüntüsüne dokunurken bir söze bin anlam yükleyememek dokundu bana...
Oysa ben sözleri şiire dökememiştim hiç, hiç aklımdan geçenler aklından geçenlere yakın olmamıştı…

Ahmet Özcan

Hayal kırıklığına uğramış yumurtalıklar ve vajinalar...




Hayal kırıklığına uğramış yumurtalıklar ve vajinalar. Afaki farazi… ad ve soyadlarınızdan belli kırık sevişmelerinizin. En benim diyenler dahi… öğretilmiş kimliklerle öğretilmiş rollerle öğretilmiş aşklara… kapatamadınız kendinizi bir kutunun içine, söyleyemediniz, küfür edemediniz, fazla kibar kaldınız, koca adamlar kadınlar kocaman parlak toylar… ölüm yeminleriniz bile yalan çünkü hiç yaşamadınız. Yüzünüzdeki bu kirli ifade fotokopisidir yalnızlık telaşınızın. Ve tüm bu masumiyetiniz de delil yetersizliğindendi ki kimler günahsız ve yalansız bulunduysa asıl sorumlu onlardılar bu olanlardan. Öznelerde nesnelerde aşklarda dolduramıyorsunuz yoksunluğu. Uzlaşmazlık ve anlamsızlık damarlarımı kabarttınız bense aşktan ve arzudan uzak duruyorum. İlk seni seviyorum dediğim de annemi arzuladığımı anladım, anladım onlar gibi olduğunda ve durduğunda karşımda bunu. Yüksek kalorili bir zamanda yaşıyorduk ben kilo almayalım diye uğraşırken aperatif beslenmekte kararlıydın. Orhan Pamuk niye Nobel aldı? Mevlana niye herkesi sevdi? bugün hava niye yağmurlu? yarın güzel olacak mı?

Yedi uyurların yanında yerim hazırdı benim bu masallardan ne öğrendik ki? Kırk haramiler çaldıklarını sürekli depo ediyorlardı hiç altınları harcarken görmedik sisteme katılmadılar işte ben buna gerçekten masal derim. Şirinleri biri yiyecek mi diye bekledim izledim kimse ölmedi? Çünkü sıkıcı bir iyi orası deli saçması değil akıllı saçması cennet vaadi kokan hatta şirinenin hamile kalmadığı sıkıcı bir iyi…

Ben payıma düşen yerine şahit olmayı seçtim sen bunu hiç fark etmeden gene. Kim soktu bunları aklıma yoksa kötü çocukluklar sonucu büyüyen koca adamların uydurmaları mı tutunmaya çalıştıklarım? Susmak mı erdem konuşmak mı demedim erdem istemedim bu kentsoylu koşulları sevmedim kimseye göre değildi zaten belki sadece bana göre(değildi). Sanki nerde olmamam gerekiyorsa ordaydım ben, başka bir uzam beni mutlu edecek gibiydi. Söyleseydim hangi sokakta hangi yasak bulacak bizi gülmekten zaman kalmadı ama bir tek bunu bilirsin ben ironi hastası bir deliyim. Psikologları sevmem bilirsin her şeyi normalize etmeye çalışırlar bırakmazlar bizleri rahat rahat delirelim. Ardımda fazla yük var çok zaman kaybıyım balıkları düşünmekten…İşte böyle yüzlerce nedenden dolayı gittim dağınık odandan sen yine bunları hiç bilmeden…

Geçenlerde bir çift tanıdım. Baktım çok yabancı durmaktalar iki kişi tek tek tıklım tıklım yalnızdılar. Üzüldüm…



NEM

Mor ve Öteberi



hep denedin
hep yenildin
olsun
gene dene
gene yenil
daha iyi yenil…
S. Beckett


O gün beni cumhuriyet meyhanesine çağırdığı zaman aslında gitmemek için anında okkalı bir yalan uydurabilirdim ki fena bir yalancı sayılmam herkes gibi…
Masada,biri kız diğeri erkek gurur kokan suratlarıyla suskun bir çift,taktığı siyah küpeyle doğulu kimliğinden sıyrıldığının sinyallerini veren esmer bir çocuk,mekanik suratlı ruhsuz teknik bilgi deposu iki mühendis,kızıl saçlı hafif hayalperest iktisat öğrencisi bir kız ve yanında çalışmanın, ekonomik özgürlüğün çok iyi bir şey olduğunu iddia eden seksen beşli olduğunu sonradan öğrendiğim toy bir çocuk…evet kimse göründüğü gibi değildir tabi ki de. ha bir de hayatına giren bir erkekle tüm değer dünyasını değiştirmiş,kurtuluşu onda bulmuş, hayatının merkezine koyduğu bordrosu şişkin adamla “ yetişkinler dünyasındaki yerini alan şehirli özgür kadın” savsatansındaki eski(!) en yakın arkadaşım ve onun erkek arkadaşı…bundan eminim ama.
Oturduğumda eskiden barmen olduğumu ve rakı servisini yapabileceğimi söyledim böylece kendime gizliden fazlasıyla rakı koyabilirdim. Genelde içmeye başlamadan konuşamam. Yüzlerinde suskunluğum ve onlara yaydığım elektrikten kaynaklanan bir merak duygusu uyandırdığımı hissettim. Bunu bilerek yapmadım yapmazdım da, aslında insanlarla her zaman sıcaklık ve mesafe eksenli dengeli tanışmalar yaşayabiliyordum. Mühendisler … sözlük sitesinin moderatörleriydiler ve bu Internet sitesinin yazar alımları ile ilgileniyorlardı. Masadaki herkes o siteye üyeydi ve yazardı tabi ki de. Moderatörlerden bir tanesi beni siteye yazar olarak alabileceğini,hatta arkadaşımı tanıdığı için “pozitif ayrımcılık taraftarı” biri olduğunu şaka yoluyla bana söyledi. “Yazarlık kavramı değişmiş galiba çağı takip edemiyorum da,biraz açar mısınız bu yazarlık kavramını?” cevabını verdiğimde ise masadakilerin soğuk bir duş aldıklarını hissettim. Aslında o tip bir sitedeki yazarlık kavramının nasıl bir şey olduğunu çok iyi bilmeme rağmen, yaptığım şey sırf rahatsızlık vermek için söylediğim bir cevaptan başka bir şey değildi. Moderatör orda insanların birşeyler paylaştıklarını, etkileşim içerisinde olduklarını, yeni şeyler öğrendiklerini söyledi. Bense söylediklerinin mantıklı olabileceğini, ancak pek fazla uzlaşmayı seven biri olmadığımı, bilgiyi de bir Internet sitesinden almayı sevmediğimi söylediğimde, arkadaşımın suratı limoni bir ekşilikteydi. Bu cevap masada ikinci bir duş etkisi yaptı. Benimse aklımdan “eskiden tanrı vardı şimdi teknolojiyi tanrı yaptılar.” sözü geçti. Biri oradan ama insan sosyal bir varlıktır sözünü ettiğindeyse verdiğim cevap bak sen şu allahın işine oldu. İroniyi severdim hep…İçtikçe oradan kopmaya ve konuşmaya devam ediyordum. Doğulu çocuk benim az biraz kafadan kontak olduğumu anladı ve ağzımdan çıkanları büyük bir dikkatle dinliyordu ki pek de önemli şeylerden bahsetmeme rağmen. Moderatörler benden pek haz etmemişe benziyordu. ya söylediklerime cevap vermiyor ya da duymamazlıktan geliyorlardı. Benim onlarda gördüğüm en büyülü şeyse, bende olmayan bu kocaman inanmışlıklarıydı ki ben bu kuşkuculuk, neden ve niyelerle beynimi yerken… aslında hepsi okumuş iyi insanlara benziyorlardı. Ben mesleklerini, kişiliklerini, yaptıklarını eleştirmiyordum zaten kimseye de öyle yaklaşmazdım. Sadece kuru bilgilerle, oturdukları yerden atıp tutmaları beni biraz rahatsız etmişti. Bu medeniyetin, gereksiz gereksinim arttırıcı nesneler üreterek, bizi obur tüketici organizmalara çevirdiğini söylememek için kendimi zor tuttum. Ben gerçek bir medeni değilim yada değildim. Hasta sayılabilirim fakat eski kız arkadaşımın ya medeni ol ya da tedavi sözüne de pek kulak asmamıştım.
Arkadaşım, erkek arkadaşı ile evlilik planları yapıyordu bende onların düğünlerine gidip göbek atma planları… “ilerici” “modern” bir orta sınıf ailesi kurmak istemeleri normal karşılanabilirdi. Kendilerine üremek gibi gene benim bulamadığım, anlamlı bir varoluş amacı bulmuşlardı ve sırf bu yüzden düğünlerinde onları tebrik edebilirdim. Rakı güzeldi, kavun tatlıydı, peynir tam yağlı ve sertti. Ben o anda da şu anda da yaptığımdan emindim. Neden Nihat Genç gibi topluma ve insanlığa karşı büyük bir sorumluluk hissetmediğimi anladım. Yaptığımdan emin olmaya devam ederken aklıma kinyas ve kayra geldi….
Biri moda ve estetikten bahsetti. Aristokrat işiydi bunlar pek ilgilenmezdim. Estetikle ilgili söyleyecek şeylerim varken susmayı tercih ettim. Hayatımdaki boşluğu, nesnelerle dolduracak kadar akıllı değilim dediğimde herkes gülmeye başladı. Mesleğimi sordular, televizyoncuyum insan zehirliyorum, her iş kadar gereksiz bir iş dediğimdeyse kahkahalar devam etti. Gecenin sonuna doğru alkolünde etkisiyle iyice çenem düşmüştü. Söylediklerimin içinde, iyi yada kötü küçücük bir ruh olduğu için masada merkeze oturmayı başarmıştım. Kafka’nın Değişimi ile Camüs’ un Yabancı’ sı arasında gidip geldim. Çoğu şeyle dalga geçip, karamsarlık temelli ters gülümseyişimle masanın neşesini arttırdım. Karşımdaki, gotik (bu da ne demekse gotik bir mimari akım ama yeni nesil söylemi sanırım) kızın benden hoşlandığını yarım saat önce hissetmiştim. Bir ara benim her biri “skandal” la biten ilişkilerim, arkadaşım sayesinde masaya duyurulduğunda, kafalarında yarım kaldığına inandığım profilim tamamlanmıştı. Hakan Günday gecesi yaşıyordu sanki aklım Piç’ i hatırladım…

Gecenin en sevilen hikayesi ise, barda tanıştığım reklamcı bir kızla yaşadığım diyalog olmuştu. Kız sözü siyasete getirdiği bir anda politik birisi olduğunu, sol görüşü benimsediği,hafta sonları o an ismini hatırlayamadığım bir dernekte çalıştığını söyledi. Ben de iyi bir aktivist olabilirsin fakat, nasıl oluyor da hafta içleri işini iyi yapan reklamcı bir kapitalistken, hafta sonları geceleri ortaya çıkan vampirler gibi sosyalist oluyorsun onu anladım dedim. Sonra aklıma bizim fakültenin bahçesindeki kadrolu deli geldi. Sürekli bağırırdı: ne sağcıyım ne solcu futbolcuyum futbolcu… bazen de: bırakın sağı solu ortalık orospu dolu… haklıydı belki de.

Kalkmaya yakın mühendislerin yüzünde tuhaf bir kırıklık vardı ve ben en azından bir bok olmadığımı biliyordum. Sadece orada özgür kalabildiğimi düşündüğümden, tüm ortaklaşmalardan ve sözleşmelerden nefret ettiğimden, toplumun yapısı gereği faşist olduğunu bildiğimden, bu hayatta sadece sözcük ve yazının gücüne inandım. Mühendislerin yüzünde hala tuhaf bir kırıklık vardı ve ben hayatta hiçbir zaman kolaycı ve bahaneci bir insan olmadım. Tüm büyük söylem ve ideallerin yıkıldığı,imkansızlığın eskisinden daha fazla resmiyet kazandığı,nesnelerin devamlı biçimde algılarımızın içine ettiği, post-modernizmin hayatı televizyonlarda bir tiyatro sahnesine çevirdiği böylesine silik ve lağım kokulu bir çağda yaşadığım çok mutluydum. Mühendislerin yüzünde tuhaf bir kırıklık vardı benimde bildiğimi zannettiğim bir şeyler………….

Harun’nun söylediği parlak kutulardaki toy mühendisler bunlar mıydı acaba?





Bazen insan öyle olmak istediği için öyle olmaz.

Ben…





NEM