Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

Parıltı…

Sabah yine çalar saatimin gümbürtüsüyle uyandım…hızlıca kalktım…canavarı susturdum…banyoya girdim…koca gece biriken idrarımı aynı ritmik hareketle klozete boşalttım..sanırım bütün klozetler sahibine kızgın..bütün klozetler bir gün ayaklansa, kesinlikle ilk sahiplerini öldürmek ister…gümbürdeyen çalar saatime baktım..sessizleşmişti artık…o yaratık gitmiş yerini uysal bir çocuk almıştı..sadece tik takları kalmıştı..tik tak ..tik tak…koca bir gün beni bekliyordu yine bütün ağırlığıyla…koca bir gün tüm gücüyle karşımda belirmiş beni bekliyordu…biliyordum bu bir oyundu..biliyordum bu sadece çocukları avutmak için yapılmış koca bir yapbozdu..ama onlar yapıyordu biz bozamıyorduk..onlar yapıyordu biz sadece bakakalıyorduk….tüm bu düşünceler eşliğinde kendimi dışarı attım…dışarıda sabahın o büyük karmaşası ve de o karmaşanın kendi iç düzeni vardı yine…o da tik tak gibiydi..tik tak..işleyen bir saat gibiydi her şey..işleyen ve de hiçbir gücün karşı koyamadığı büyük bir saat…tik tak….hastanemin kapısından girdim…tüm tanıdıklarıma günaydın dedim aynı sığ yalıtılmışlıkla…gün aydın…gününüz aydın olsun dileklerimle dedim ..ama içimden ne kadar sövdüğümü bilmediler tabi..içimden hepsini nasıl da öldürmek istediğimi bilmediler…evet işim bu hastanede …burada işim “delilerden” sorumlu olmak…sorumlu biri..sorumlu biri gibi davranmak…gün boyu “hastalarla” ilgilenmek…sıçan varsa altını temizlemek..yataklarını düzeltmek …kusan varsa kusmuklarını temizlemek..halk arasında “deliler hastanesi” diye tabir edilen bir yer işte burası..”deli” diye fişlediklerini buraya tıkıp “akıllı” doktorların sayesinde hayata dönecekleri yer… yüzlerce delinin olduğu bir hapishane !

Öğle arası gelmişti..kendimi bütün gücümle bahçeye attım…sanki bir şeyden kaçarcasına..ve ilk boş gördüğüm banka oturdum…sonra ne kadar zaman geçti bilmiyorum o geldi yanıma oturdu…ilk bir şey demedi..çokça sustu…bende ses etmedim…sonra bana baktığını hissettim..gözlerini benden ayırmadan tüm gücüyle bakıyordu…rahatsız oldum….kalkmaya yeltendim ama kolumdan tuttu beni…şaşırdım açık konuşmak gerekirse de biraz da korktum..karşımda irice bir adam vardı…ve de irice gözlerini bana dikmiş bakıyordu…- otur ,dedi.. oturdum…ve hayatımın en tuhaf ve de en ayrıksı sözlerini duymaya başladım…


- Ağaçlar iyi olacak …ağaçlar insanlara iyi olacak …ve de o iyilikle tüm parıltılarını sunacaklar insanlara..ama insanın iyi olma hali umutlarla sınırlı değil …umut iyi olma haliyle sınırlı belki de…o yüzden zor olsa gerek onu yakalamak…çünkü sınırları önceden çizilmiş bir kara parçasında yaşamak değil midir en zoru... sıkışmışlık hissi ne ile geçirilir...neyle ne koyarsan neyle neyi birleştirirsen birleştir onlarla sadece sınırlı bir bileşik yaratırsın…ve de o sadece öykünmeye yarar…

halinden son derece memnun görünüyordu…ben telaşlı telaşlı yüzüne bakarken o pis bir gülümseme yerleştirmişti çoktan suratına…ve devam etti:

- Hayır yanlış bunlar…daha ilk doğumdan itibaren yanlış giden bir şeyler var…hayır bu böyle olamaz…muhteviyatına inmişler taa ilk insanın ve de onu ilk doğuranla öldürmüşler..ondan sonra gelen her ırk kendi annelerini öldürmüş..geriye ikircikli bir yaşamın adsız ve de tekinsiz çocukları kalmış ondandır böyle her şeyin çıplaklığı…çünkü ne yapacağını bilmiyor kimse..çünkü sıkışmışlığını açıklamamışlar kimseye..çünkü hücum botlarıyla gelmişler bir gece..tüm o adayı yakmak için gelmişler..taa ilk doğurana kadar inmek ve de hepsini bir kibritle yakmak istemişler…sonradan doğacak herkesi şimdiden öldürmek istemişler…ve de öldürdükçe o kırmızıyı sevmişler…çünkü kırmızı cesaret verir…kızgın boğalara dönüşmek için erken değil ….ve de geç kalınmış bir ruha hiçbir şey açıklayamazsın..ama geç kalıyorsun adamım geç bırakıyorlar…ama sen saatini kurmuştun değil mi..ama neden kalkamadın sandalyeden..ama sana huzur veren her şey onların kurduğu sistematik bir bölüşüm..onların sisteminde sen etkisiz eleman…sen bir boş küme..obeble okek arasında bir yerde bile değilsin..çözümlemişler seni adamım taa en başından çözümlemişler ..ve de içlerine doldurdukları o şey senin karanlık yanlarını açığa çıkartmamış ..çünkü karanlık daha fazla karanlık verir..ve de eğer karanlıkla örtülü bir bekleyiş sendromuysa bu çok da kazanan olabilirdin..ve de senden yana olanlar kazanabilirdi böylece…ama kurmuşlar adamım ..bir saat tıkırtısında her şey…tıkır tıkır çalışacak bir şey bu..hani gece tüm sesler kesilip bir tek saatin tıkırtısıyla kalıp beynine hücum eden sesler gibi kurmuşlar…boş ver adamım..en iyisi sen şimdi bir çanta bul bir yerlerden..yola çıkıyoruz seninle…titreme önümde bir salak gibi…bir asalak gibi yaşadığın onca salak zaman ne verdi sana…hadi adamım gidiyoruz…bir sen vardı senin de adını koyamadığın....ama şimdi bir çantayla yaşamın değişecek senin de…çok büyük değil …küçük bir çantayla her şeyi değiştirip senden aldıklarını suratlarının ortasına bir tokat niyetine vurmak için tüm saatleri ayarla…tıkır tıkır işlesin yeni zaman…tıkır tıkır işlesin ruhun yeni zamana…


- Birden kakaladım öylece....kıpırtısızca …boğazımın kuruduğunu ve de içimin çekildiğini hissettim…o ise kızgın bir hayvan gibi soluyor ve de siyah koca gözlerini bana dikmiş bakıyordu..biliyordum daha söylenecek sözleri bitmemişti…biliyordum bu ne bir sondu ne de bir başlangıç…devam etti konuşmaya…heyecanla yakalamaya çalıştım sözcüklerini..devam etti:

- Gitmek bu evrene yenilmemektir… çünkü en çok giderken belli ediyoruz kendimizi...çünkü gitmenin sahtesi yok ..yüzlere takınan hiçbir yapaylık yok...neysek o oluyoruz giderken...neysek tam da o oluyoruz..çünkü gitmek gerçek bir şey...elle tutulup gözle görülüp ,duyumsadığın ne varsa onun kadar gerçek...hissettiğin bir şey gitmek..o yüzden sahtesini yapamaz “onlar”..hiç kimse de yapamıyor..çarşıdan alınan ikinci el eşyalar gibi değil...gelmenin sahtesini yapabilirler bizlere..çokça plastik kokan o eşyalara benzeyebilir gelmek..ama gitmenin yok...neyse o çünkü..kesin ..ve de vakur...! plastik bir evrene mahkum oluşumuzu açıklamak çokça zor …çünkü iki ucu açık hezeyanlar yaratmışlar…ve de içine çokça yaşam koymuşlar..litrelik ölçülerde ve de ağızdan vermişler…kaşık kaşık vermişler..boşalmışlar ağızlarına yaşamları..boşalmışlar ağızlarımıza yaşamlarımızı…hani adamım şimdi görsen saatlerini..kocaman …hiçbir insan elinin değemeyeceği kadar büyük saatler..hiçbir insan elinin dokunamayacağı uzaklıkta uyduları var… ve de keskin bakışları için keskin gözleri…gözlerini bize dikmişler…ve de fazlasıyla korkaklar..ondandır bu telaşları ..ve de ondandır bu hız..bu devinim…çünkü güçlü olmak isterler…çünkü güç doymak ister….aç bir hayvan gibidir o ve de ne verirsen ver hep daha fazlasını ister…ama kolay olacak göreceksin adamım..çok kolayca sızacağız bir damla gibi yavaş yavaş akıp geceye tam da onların görmek istemedikleri olacağız…



- Tüm bunlar nasıl olacak diye sordum ve de devamını getirecekken ağzıma tıktı tüm sözcüklerimi ve de devam etti..kızgın bir nehre atlamış gibiydi…kızgın bir nehirden gelmiş ve de o kızgınlıkla dünyayı alaşağı edecekmiş gibiydi..

- En zorunu anlarsan basite daha rahat inersin...merdivenler ne kadar çelikten olursa inmen o kadar kolaylaşır...ya da çıkman bir o kadar kolaydır...ama çelik gerçekten çelik gibidir..ve de kolay kolay kırılmaz…ama tahtadan merdivenleri var bu evrenin...e kolay değil çıkmak ve de inmek…ayakların o tahtaya batar...merdiven kırılır..kıymıklar batar bazen ,bazen de derin yaralar açar koca koca ahşap kırıkları...zordur bilirim ...ah aynanı yere düşürme adamım aynayla merdivenden inme...yoksa ayakların görünür...! ... belki de beyin dansı bu...bir tavaya atıp bir parçamı pişirip sana sunsam belki de çok normal olabilirdi…. ama sınırları bir kuşun kanadıyla çizilmiş bir evrendir bu hiç bilmez miyim...ama o kalemler yazar mı bunu...kalemler tükenmiş o kuşun kanadında ve de beyinlerini pişirip en sevdiklerine sunacaklarken bir güzel kendileri yemiş..daha ne denir ki..çoğu "normal" düşünenler neden böyle sanıyorsun ! sakın kanma onların her bir lafına..çünkü onlar sana mutsuzluğun bile tarifini yaparlar..tıpkı bir yemek tarifi kadar basitçe ve de özensizce yaptıkları gibi her şeyi ..bunu da en kör gözleriyle yaparlar…adamım mutsuzluk tam da bundan gelir...bu çatışmadan...bir şeyi ne kadar tariflendirmeye uğraşırsan o şey o kadar anlamını yitirir..ama etkiliyor işte “onların” sözleri seni ...çünkü insanlar yapamadıklarını söyleyemezler...yaptıklarını dillendirirler...başarı ,kariyer,mutluluk vs. bunları söylerler...ama onların anlattıklarının ardında ne korkular ne buhranlar ne saçmalıklar gizli ..ama bilmezler...bilir ama bilmez görünürler...yok öyle değil bu anlatılanlar...insanların çoğu gereksizdir adamım...yapışırlar ceketine..bırakmazlar ...kendilerine benzetirler...yüzündeki güneşi söndürürler..seni kendilerine çekerler...yükler yorar...taşıyamazsın...sonra onlar da buna bir kılıf bulup hayat işte derler..hayat bunlardan ibaret derler...yok adamım inanma sakın...inanmayalım sakın...hayat aslında sırt üstü çimlere uzanmaktan başka bir şey değildir ...sırt üstü yatıp güneşin tadını çıkarmak...unutturuyorlar adamım..taaa ilk insandan bu yana unutturmuşlar...sonra da adına hayat demişler...ah yok değil böyle...ama unutuyoruz...akvaryumumuz ne kadar büyükse özgürlüğümüz o kadar küçülüyor çünkü...pis pis sırıtıyor ..gülüşlerini görmüyor musun...ah adamım hadi çantanı hazırla artık…. Boş ver onları hadi gidelim…evrilelim…sivrilip kızgın bir oka dönüşelim…ah adamım başka hayatlar yaşıyorsun sen..ve başkalarından öğrenmişsin yaşamayı..”onlar” öğretmiş sana nasıl yaşanır ..nasıl uyunur nasıl kalkılır nasıl yatılır diye…ikilemlere düşmüş ruhun…ama o ikilem ruhuna güç vereceğine seni ürkütmüş…ikilemlerini sev adamım ikilemlerini sev… bu ikilem inanılmaz yüksek...yar gibi..yardan düşecek miyiz...ya da daha da yüksek daha da yüksek...ama fark ettim ki bilmek hiçbir şeye yaramıyor..yani bu değil sır...yani kuantum fiziğini bilmek ne kazandırıyor dünyaya...bunun gibi..boş ver ...evril..evrilelim...mantık yalandır..halüsinasyondur..akıllı olmak bir sanrıdır..çünkü gözleri kör eder...bir körden daha görmez olursun..ki onlar bile görür birçok şeyi..ama bizler "akıllı" bizler bilgiyle doluyuz ya konduramayız kendimize...biliyoruzdur çünkü...her şeyi çözeceğimize inandırırız kendimizi ve beyne pompalar dururuz bunu...ama yorulur beynimiz..onun suçun neyse..sonra vücut da yorulur bir süre sonra...onun da suçu neyse...rahatla çok güzel bir yola girecek ayakların...keyfini çıkaracaksın...sivriliyorsun bir ok gibi...sivrildikçe yüklerinden arınacaksın çünkü...bir bedel vardır elbet ama onları fazla yüklerinle ödeyeceksin..endişelenme adamım…


Birden sustu…çokça hem de ..sanki onca cümle ondan çıkmamış gibi sustu…bekledim devam etsin susmasın istedim…ama sustu..Sonra hiçbir şey olmamış gibi usulca kalkıp gitti…ben hala tüm o sözcüklerin etkisindeydim…ne yapacağımı bilemedim..kaskatı kesilmiştim…ayaklarımı kıpırdatmak istedim..kalkıp peşinden gitmek istedim..tüm gücümle doğruldum peşinden gittim…ama onu bulamadım…nereden gelmişti ve her şeyden öte o kimdi…tüm hastaneyi aradım…her yere baktım ama ondan eser yoktu…tüm bunların gerçekliğinden şüphe ettim..yoksa asıl halüsinasyon bu muydu …yoksa asıl yanılgı bu muydu …deliriyor muydum buradakiler gibi…çok korktum..dilimin o kelimeyi söylemesinden korktum…beynimin onu düşünmesini ve dilimin dile gelip bana haykırmasından korktum…ama bulmalıydım onu…evet evet o gerçekti ve ben onu bulmalıydım…hangi delikten gelip hangi deliğe girdiyse çıkarmalıydım onu…böylece günler geçti….öğle araları yine o banka gidip oturuyordum yine gelip yanıma oturur diye…ve o sihirli cümleleri bana söyler diye…ama ondan hiçbir iz yoktu..bekledim ..yanımda küçük bir çanta…sabırla ve de inatla bekledim…çünkü tüm hazırlıklar tamamdı…her şey hazırdı….onun da dediği gibi…” gitmek bu evrene yenilmemektir”…ve ben artık tüm gücümle buna inanıyordum…çünkü biliyordum gitmek yenilmemekti !



Murat Uyanık


Bir son için değildi bu

Adam karşından karşıya geçmeye hazırlanırken o kırmızıyı gördü…kıpkırmızıya kesmiş bir renk paleti içindeydi..evet tüm renklerde kırmızı vardı…ya da kırmızının tonları…ama dedi bu nasıl oldu nereden çıktı ve de nereye gidiyor böyle…sanki sonuçsuzluğuna üzüldü onun..ama üzüldüğünü göremedi yüzünde…yüzüne çizmemişlerdi nasıldı ve nereden geliyordu…kırmızıya üzülür mü insan…eğer o insansa neden kırmızıya üzülür ki…yolun karşısında ki kırmızı baya baya kaplamıştı onu…kimseye izin vermiyordu üstelik..üstelik halinden de mutlu görünüyordu…trafik ışıklarını seyretti gözlerini o kırmızıdan ayırıp..bir süre renklerin değişikliğini seyretti…ışıklar belli bir sırayla yanıp sönüyordu…ışıklar belli bir düzlemde yanıp sönüyordu..yüzünde hissetti tüm renkleri..ama şimdi yüzünü görse ne derdi kendine…yüzünü görse belki de kızar ya da sessiz bir buhrana kapılabilirdi…arabaların sesleri geliyordu..fena halde sesler geliyordu arabalardan..irili ufaklı…irice ve de küçük sesler bütünlüğünü bozuyordu sanki…sanki şimdi kırmızı karşıda görünmüyor muydu ne…tüm o renk demetlerinden sıyrılıp karşıya baktı…o da tıpkı kendi gibi karşıda duruyordu yine…insanlar gelip geçiyor kendilerince gizli bir telaşla bir yerden bir yere gidiyorlardı…buna sevindi…hem insanlar geçerler bilirdi…insanlar bir yerlerden bir yere geçerler…astral düşlere bulanıp olur olmaz bir yerde uyanabilirler..eğer isteseler evren denilen o mahlukat bile olmaz…ama yok insanlar sadece karşıdan karşıya geçecek kadar varlardı…ve o ve de karşıdaki kırmızı tüm bunlara inat bir soylulukla sadece kıpırtısız duruyorlardı..yine içinde bir iç huzur hissetti…ceketinin iç cebinde güvende olduğunu bildiği bir şey gibi…ceketinin iç cebinde güvende her şey…böyle hissetti…böyle hissetmesi için bir sürü neden vardı çünkü..bu iç huzur onu yeni bir şeye soyunduracak ve de ondan aldığı ışıkla belki de o astral seyahatlere gidebilecekti…bir üçüncü göz gibi görebilecek ve de ruhunu sıkıştıran tüm o plastik evrenden uzaklaşabilecekti…gözlerini sabitleştirdi…kırmızı yine karşısında ona bakıyordu..evet evet sanki tam da ona bakıyordu şimdi..sevindi…güldü ya da ona öyle geldi…karşıya geçmek istedi birden…tıpkı o insanlara özendi…o da şimdi gizli bir telaşla örülü değil miydi…tüm insanların içinde gizli bir neden vardı..tüm insanlar aslında o gizli neden için yaşarlarmış da ama bilmezlermiş gibi…ve de onu bulana kadar geçirdikleri süreye de yaşam derlermiş gibi…şimdi onun gizli amacı tam da bu muydu yoksa…gizli bir ritüel eşliğinde o kırmızılığa doğru yürümek ve de ona tutunmak mıydı amacı..birden korktu …her şeyi bilmenin vermiş olduğu gizli korku gibi…her şeyi bilseydi o an ölmek istemez miydi insan…her şeyi bilseydi o zaman nasıl yaşanırdı…belki de bilmediğinden yaşıyor insan diye düşündü…ya da düşünüyormuş gibi yaptı..çünkü korku tüm vücudunu kaplamıştı ve de sanki bir şey olacaksa şimdi olacaktı…dünyanın son dakikalarını görmek gibi..o öngörüyle doldu…paranoyaklığından ürktü…silkelenmeye çalıştı …renk paletine baktı…yeşil ışığın bilmem kaçıncı defa yandığını gördü…hareket etmeye hazırdı…koşulsuz bir itaat…koşulsuz bir itaattir tüm trafik ışıkları diye düşündü…insanoğlunun kendine yaptığı bir itaat..bir gizli otokontrol …! Yavaş adımlarla karşıya geçmeye başladı…bir kuğu edasında…sanki nehirde yüzen bir beyaz kuğu..ama şimdi beyaz da nereden çıktı…rengarenk bir palet değil miydi her şey..ama inatla kuğular beyaza çalar …ve nedense en çok kuğulara yakışır beyaz..! birden bir gürültü duydu ..bir savaşın en kızgın anı..kırmızının en kızgın anı…birden bir uyuşukluk hissetti tüm bedenin de ama bu uyuşukluk fazla sürmedi..yerini acıya bıraktı…gövdesinden aşağısını komple saran bir acı…sanki yok gibi geldi..o kadar acı anca yoklukla anlaşılır…onca acı sadece buna yararmış gibi…sonra tüm vücudunun kaskatı kesildiğini hissetti…elleri karıncalanıp gözleri kapanmaya başladı…direndi bir süre..ya da ona öyle geldi…ve ardından derin siyah boşlukta kayboldu…artık görünmüyordu….

Birden gözlerini açtığında tüm renklerin silindiğini sandı…sanki tüm renkler bir beyaza çalınmış gibi..sanki tüm renkleri beyaz çalmış ve de yerine hiçliği koymuş gibi …ölmüş müydü…ölü müydü…ölülerin gözleri olur muydu…ya da ölüler gözlerini açabilirler miydi…birden hepsini düşünmek istedi…tüm ölenleri hissetti…tüm ölenler beyaza çalınmıştı…bembeyaz…beyaza kesilmiş gibi..çünkü ölüm en çok beyaza yakışıyordu..çünkü hiçlik en çok beyaza yakışıyordu…evet evet ölmüş olmalıydı..ama ölmüşse nasıl oluyordu da düşünebiliyordu bunları…nasıl oluyordu da tüm o ölüleri düşünebiliyordu…ölmek buna mı yarıyordu..ölenler mi düşünebiliyordu o beyazlığı ve de hiçliği…bilemedi …sonra kendine gelir gibi oldu ya da tamamen bıraktı kendini…bu iki tezat duygunun arasında gidip gelirken birden yanıbaşında tüm o beyaza inat renkli mi renkli bir kırmızı gördü…tıpkı o caddenin karşısındaki gibi…tıpkı o gibi…birden hala hayatta olabileceğini düşündü…ama buna sevinse mi üzülse mi bilemedi… ama gülümsüyordu o kırmızı …yüzüne inceden çizdiği bir gülümsemeyle öyle karşısındaydı işte…birden kendine geldi…hayatta olduğuna inandı..böyle bir gülümsemeye şahit olmak için bile yaşanırdı…böyle bir gülümseme için hiçlik bile reddedilirdi ..o da öyle yaptı…tüm gücüyle doğruldu yatağından….ve de hiçlikten kurtulmuş biri edasında o da o kırmızıya gülümsedi…ama kırmızı hariç her şey yine bembeyazdı…yatak beyaz..çarşaf beyaz..yastık beyaz..hemşireler beyaz... doktorlar beyaz....yeni dünyanın tüm sterilize hayatı beyaz...sanki tüm hastaneler ölümle yaşam arasında duran bir köprü gibiydi…o yüzden bu hayatın tüm renklerinden ayrışmış gibi duruyor ve de inatla her şeyi bembeyaza bürüyordu…sterilize hayatlar için sterilize sonlar gibi..iyi bir yaşam için iyi bir son ..ya da kötü bir yaşama sunulan çok iyi bir son…bilemedi….yatağının yanında duran bir konsolu fark etti …ve üzerinde kırmızının getirdiğine inanmak istediği taze çiçekler…tüm bu ambiyansı bozmak isteyecek iyi huylu rengarenk çiçekler….ve de çiçeklerin yanında inatla bu ambiyansı sürdürmeye yeminli bir sürahi ve de hastanenin bardağı olduğu her halinden belli olan bir bardak ,üzerinde türlü izler…üzerinde kendinin ve de o bardağın üzerinde geçmiş binlerce insanın dudak izleri….

Sessizliklerini bozmadılar …hiçbir şeyde engel olmuyordu buna…ne bu tümden beyaza bürünmüş oda…ne de o çiçekler …bir tek tanrısal kırmızı gülümsemesiyle ,” bir son için değildi bu” dediğini duydu..bir son için değildi…ve de yavaş adımlarla odadan gidişini gördü kırmızının …

gitmiş miydi gerçekten…ya da bu gidişi neye benzeşti onu da bilemedi…sadece kulaklarında kırmızının söylediği ilk ve tek cümlesinin yankısı kaldı :

“Bir son için değildi bu….”


Murat UYANIK

Mavi Siyah

"Gözlerini kapattığında mavi renk hissediyorsan, italyadasındır"
~italya'yı çok seven bir erzurumlu.


Ekose pantolonlu, yeşil ceketli ve kırmızı çantalı bir kız, kucağında lastik bir topla bütün meydanı koşarak geçti. Ona tezat bir adam, yaşı yazılamayacak hesapsızlıkta, öyle ağır, öyle usul ritimli bir aksaklıkta, iki sigara bir kahve zamanınca vardı meydanın öte yanına. Yeni yıl süslemesi ışıklarının altında bir kadın arp çalıyordu bütün duygusallığıyla, hava soğuktu ama üşümüyordu insanlar. Sessizliğimizi ve arp müziğini bozacak her cümle küfürden sayılıyordu. Yaşamak için susuyorduk. Susmak için başka türlü sebeplerimiz de vardı, meselâ, son konumuz aşk'tı. Acısız aşk olmazdı, bize böyle öğretilmişti, böyle alışmıştı yüreğimiz. Sonra, sonra güneş ha battı ha batacak kıvamındaydı, ısıtmıyordu, ama gülümsetiyordu, yani itiraf etmek gibi olmasın ama, umutlarımıza benziyordu. Geceye uzanıyordu parmaklarımız, ikimizin de bir yanı yalnızlığa giderayaktı, yalnızlıklarımızdan öğrenmiştik sevdiklerimizin kıymetini. Uğur Abi her yazısında kendisini öldürürdü, sevmek suç değil idi, hislerimiz masmaviydi, susmak en güzeliydi...

Barış Parlan
Aralık 2009

İlk mektup

Her sabah, iki kişilik bir yatak düzeltiyor, ve ne kadar yalnız olduğumu anlıyorum. Oysa ek kişiliğe alışmıştık iki bedenken, birlikteyken, biz'ken. Bakma etrafımdaki gölgelere, sarılmıyorum hiç birisine, yalnızlık, halen sensizlik demek. Denedim inan bana, olmadı, değiştiremedim. Şimdiyse korku saldı titreyen dudaklarımı, savaşacak gücüm kalmadı... Mesela, bir sabah lavaboda yıkıyordum yalnızlığımı, aynada sapanı kırık bir kız çocuğu, bana bakakaldı....

Rüyalarımda bile gözlerim sağanak, bu şehire benziyor her geçen gün... Gri, puslu arka sokaklar, orospu ruhlu bir rüzgâr ve sarı yaprak gölleri, yürüyerek geçesin, gerçeken hüzünlenesin diye... Bu arada, sakın kızma, küfür değildi söylediğim. Rüzgâr burada, bütün hüzünlü kadınlar gibi, her yalnız ruhla düşüp kalkmakta... Ve kimse şemsiye kullanmıyor, bıkmışlar, olsun olacak olan diyorlar, savunmasız bekliyorlar...

Ayakkabımdan su sızıyor ayaklarıma. Tamirci ne diyor, anlamıyorum. Anlaşılmaya niyetli değil konuşmalar, dikenli tellerden sınırlar çekmişler ağzımıza, o öpüşmek için kullandığımız dudaklarımıza. Hasretim sana, konuşmadan, kelimeleri kullanmadan anlaşmamıza... Ayaklarım üşüyor, tamirci anlamıyor, kelimeler soğuk, dudaklarım titriyor...

Kapitalist sistem burası, ne kadar çok alırsan o kadar ucuz her bir şey. Tek kişilik ne varsa, kalbime oldğu kadar cebime de zararlı. Herkes için yapılmış olsa da, sadece uyuşturucu bağımlılarının anımsadığı bir park buldum. Öğlenleri büyük paket bisküvi alıyorum, ve oraya gidiyorum. İkinci kişi olarak, bütün güvercinleri belliyorum, anlayacağın biraz da ben orospuluk yapıyorum ve onları senin yerine koyuyorum. Bisküviyi avucumda yerken, canımı yakıyorlar, o zaman daha bir çok, sana benziyorlar. Ben onları böyle sevdim, tıpkı seni sevdiğim gibi. Hem güvercinler için her daim su akan bir çeşme var bu parkta, markette su çok pahalı, yanımda şişe taşıyor, bisküvinin karşılığında güvercinlerle suyu paylaşıyorum.

Biliyorum hep duygusal şeyler anlattım, üzülmüşsündür sen şimdi, şu mektup yazma işini elime yüzüme bulaştırdım. Ama sen de suçlusun... Lavaboda, rüyamda, sokaklarda, her yerde adın karışıyor hayatıma.

Kâh ayakkabımdan sızıyorsun, hasret diyor ağlıyorum, kâh parklarda dudaklarımdan akıyorsun, daha bir susuyorum...

İşte bu yüzden sana hasretim,
işte bu yüzden, suskunluğum...

Como, Kasım 2009

Barış Parlan


amatör diri taklitleri

düzenli anarşiler sonucu
yüzleşemiyorlar kendileriyle

çok seviyeli
seviyesizler görüyorum
çılgınca maskeleriyle dans eden

sağlıklı menenjitler göruyorum
zihinleri iltihap kaplı
bitmek bilmeyen uçuk önermeleriyle


arenalarda
karınca yuvaları yakan
zayıf gladyatörler görüyorum

sığ sularda
geçici süre
av için yüzen köpekbalıkları
temizlenmek için
banyolarında
kanla duş alıyorlar
ama bana yakalanıyorlar
her cinayetlerinde suç üstü

kuyruğuna teneke bağlı
kelimeler göruyorum
polis devleti hayata
kimlikleriyle kayıtlı
özgürlük istemeyecek kadar
akıllı kelimeler görüyorum


kuyruğuna teneke bağlı
kelimeler
tıngır tıngır
boş sokaklarda dolu dolu
allak bullak eden
ters düz eden kelimeler

ne de güzeldiler
hiç bitmediler
ilginçtir
cansız can bulup
cansız ölmediler...

nem

Hiç…

Hiç sadece üç harfli bir kelime olarak kalabilirdi…belki de üç harfli bir kelimeyle sınırlı bir hiçtir hiç.. ama değildi hep bildik ve de bu yüzden yalan söyledik…yalan üzerimize yakışan bir elbise gibiydi bayramlarda giyinen…ya da maskeli bir balonun en şık ve de en şahanesiydik biz.. maskeli balonun en üretken en kendinden geçmiş ve de en sarhoşuyduk …bu yüzden de en çok yalanı biz söyledik…maskemiz bahaneydi…biz bahane…orada bulunan tüm insanlar birer bahane…hiçlik demiştik.. hiç içindi bir hiçlik…sadece o üç harfli kelime içindi.. şimdi söylenecekler var çünkü hiçliğe içiyoruz o maskeli baloda…söyleyecekleri var onların çünkü hiç görmüşler mi hiçlik nasıldır ve de neye benzer…onlar ki sadece tutabildikleri oranda özgürler ve de bir o kadar sarhoşlar.. oysa biz şimdi mazoşist bir aşkla ve de delice içimizi yakan bir hiçlikle sarmalanmadık mı…yetmedi mi şimdi bu hiç…yetmez mi şimdi bu hiç yeni bir hiçliğe…belki de hiçlik sadece üç harfli bir kelime değildir…bir ağaç kovuğunda ki bir kuştur.. ve o hiçlik kuşunun küçük küçük yavru hiçlikleri vardır.. belki de birazdan kanatlanıp uçacak bir kuştur hiçlik…ah dilimiz yine çaresizlik emer.. hissiyatsız bir çaresizliktir emer durur…emer durur…



belki de hiçlik sadece bir aşktır.. ve yine bu yüzden aşk sadece hiçliğinden geçinir…ve de yine bu yüzden aşk sadece hiçliğini sever…ve de o hiçliğini emer aşk…emer durur…emer durur…
kurtaramayız.. dudağımızın kenarında çıkan küçük bir yara gibiymiş o …oysa ki dilimizle değmesek hemen geçecek bir yara…ama alıkoyamayız ki dilimiz o yaraya değecek.. hiçlik için ama yine bir hiç uğruna…hiçlik duygusu çıplak kalmakla eşdeğer ..hani şimdi biz çırılçıplak olsak ..hiçliğin gölgesine yaslanmış bir ağaç gibi olsak.. ağaç hiçlik dökse…ve de tomurcuklarında yeni yeni hiçlikleri doğursa bir gece…

şimdi seninle hiçliğe içelim...tüm içenler kadehlerini hiçliğe kaldırıp bir çırpıda içsinler...hiçliği...hiçlikle içsinler ...sonra sarhoş ıslıkları ,tekinsiz meydanlar.. sarhoş naraları...köpek sesleri.. o köpek seslerini bozan ihtiyarlar naraları yine...ihtiyar ve de sarhoş naralarını bozan bekçi düdükleri...bekçi düdüklerinin sesini bastıran yine sarhoş düdükleri....hiçliğe içilen içkinin zihinde yarattığı astral seyahatler güncesi...evde sıcak evinde usulcana ören bayanıyla örgüsünü ören ve biten her makarasını çocuğuna oyuncak niyetine veren o hüzünden irin dolu gözleriyle bakan anne ..annesinin verdiği her makarayı usulcana kutusuna koyup yine ören bayan makarasından yapılma arabasıyla astral seyahatlere gidecek olan çocuk…

ya da senin hissizliğin ve de üşümelerin ve de benim geceyi kutsayışlarım ! seni bana getiren o hissi kutsayışlarım...!

hadi şimdi renklendir hiçliği...betimle...duvara yasla...üstüne çık...yatağa at onu üstünü boya...renkli renkli olsun.. ama en çok siyah yakışsın ..hele hele dudakları simsiyah kesilsin...ama bunla kalma...içinden geç...içini geç...iç gıcıklayıcı ahmak bir ses gibi içinden geç...boyaları duvara fırlat...boyaları duvarlarla fırlat...yık ...geç onları...ama içindeki mazoşist aşkı betimle lütfen bana...ah nasıl da düştüm kelimelere şimdi...şimdi nasıl da yazabilirmişim gibi...nasıl birdenbire bir parıltıyla yerimden kalkıp sanki dans eşliğinde renk renk boyaları suratıma çalabilirmişim gibi.. keşke bir pikap olsaydı...ikircikli sesler de olurdu belki...boyaların gibi.. içinden geçtiklerin gibi.. yüzünü inceden çizen o kırmızımsı yanların ve de iç geçirmelerin gibi.. ah dilim paslı bir teneke yuttu...paslı bir boya tenekesi !

şimdi kesik kesik öksürdüm...yeni bir susuşa hazırlıklı ama bir o kadar da flarmoni orkestrası olabilirim...çellolar çılgınca çalar...tüm yaylılar çılgınca öksürür.. bir tek piyano kesik kesik öksürür...çünkü aşk en çok piyanoya yakışır...aşk en çok o piyanodaki parmaklara yakışır...bilmiyorum ...ve ben hala delice şaşkın...sanki yazanın içimde sezeryanla doğan ve de yeni renkli bir evrenin yaratıcısı olduğuna inanmışım hep.. hani şimdi ben sussam o susmaz...ben sussam o susmaz…

çokça renkli ve de siyah dilimiz şimdi…sanki dilimizde yüzlerce boya artığı…paslı boya tenekesi dilimiz.. ve dilimizde yaşayan eski bir gölge…tüm hiçliklerin gölgesi…tüm aşkımızın gölgesi… kuş gölgeleri…küçük duvar gölgeleri.. çıplak ayak gölgeleri.. kırmızı dudak gölgeleri…o çocuğun astral seyahatlerindeki gölgeleri…o annenin ağlamaklı yüzünün gölgeleri…hiçliğin gölgeleri…hiçlikle sarmalanmış bir aşkın ne yapacağını bilemez bir halde kendine çekilmesinin gölgesi…

belki de hiçlik sadece üç harfli bir kelime değildir…bir ağaç kovuğundaki bir kuştur.. ah dilimiz yine çaresizlik emer.. hissiyatsız bir çaresizliktir emer durur…emer durur…belki de hiçlik sadece bir aşktır.. ve yine bu yüzden aşk sadece hiçliğinden geçinir…ve de yine bu yüzden aşk sadece hiçliğini sever…ve de o hiçliğini emer aşk…emer durur…emer durur…

şimdi senle ben ince bir ipin üzerindeyiz bir cambaz edasında.. düşsek yerle yeksan olacağız biliyoruz...yürümeye kalsak o da olmayacak biliyoruz...yürüyemeyeceğiz...ince bir ipin üzerinde öylece kalakalmış bir cambazız biz...acemi bir cambaz !
sanki bu güçmüş.. güçlü oluyormuşuz hissi veriyor bize.. etkilenmediğimizi düşünmek gizli bir serinlik veriyor...iyi geliyor bünyemize.. ama biliyoruz bu bir duvar değil.. set çekmek değil ne dünyaya ne insanlara.. bir yerlerde birikiyor ..birikiyoruz damla damla...damla damla akıyoruz pıt pıt... duvarlarımız korunaksız ki daha ne kadar tutar...daha ne kadar içinde öylece kalabiliriz.. korku değil bu...yüzleşmeyi istememek değil.. ah sanki “oblomov” gibiyiz şimdi biz senle.. tam da istememekten ileri gelen bir hissiyatsızlık hali.. şimdi bizi bıraksalar burada öylece kalabiliriz ..burada...o ipin üstünde durabiliriz yıllarca...altta seyirciler büyük bir sabırla ama aynı şaşkınlıkla bakakalırlar bize...kim için deriz bu koşturmaca...ne için...anlam veremeyiz ki ...ip ayaklarımızdan kayar.. kırmızı güllerin üstüne düşeriz.. güller yanar ve o "büyük” adamlar bunun adına cehennem der...! bizse hiçlik deriz buna…”ölmek bir şey değil yok olmayı bilmek gerek” diye söylenene söylene düşeriz…hiçlik aşka tutunur…aşksa hiçliğe.. kol kola aşağılara tırmanırlar boşluk için…o boşluk için…




Murat Uyanık

sen

bir kere daha diyorum
bu porno gürültüsünden uzak
kalabalıkların gerçeğinden kendi gerçeğime

bir kere daha bakıyorum
kaç nefes almış
kaç nefesim kalmış
kaç nefes paylaşmışım
kaç nefes benim olmuş

paris kadar aşk koksan da
venedik kadar büyüleyici olsan
ben prag kadar karamsar
istanbul kadar karışığım........


Nem

Mavi Esanslı Parfüm, İkinci Tekil Kişi ve Alkolik Kelebekler

Bütün ifadelerimi çalıp bit pazarında sattılar. Alkolik kelebekler kondu tatlı rüyalarımın cesetlerine. Halbuki çok görmezdim, çok görürlerdi bize kelebekleri.
En yakın gözden düşmeli şimdi ve her şey incelmediği yerden kopmalı. Çünkü tek başına özlemek, katiliyle kurbanı aynı olan bir cinayet gibi yadırganır, bütün yolları kabuk bağlamış bir şehirde. Ve orada yaşamak, evlerle resmi kurumlar arasına sürülmüş bir iş, oluş, harekettir. Bense çekimsiz bir fiil gibi durdum bu ikiye bölünmüş boşluğun tam ortasında, gelecek sandım bekleyince. Bu eylemsizlik bir nefes verişimle gidecek…

Oysa felaketler saklanırdı o şehrin sokaklarında. Nüfus hızla artmasın diye, hüznüyle öldüren bir Cemal Süreya salgını yaymışlardı ortalığa ve ben ilk eleneceklerden biriydim, Malthus’un Katastrofunda.
Nitekim seni her görmediğimde mikrop kapardı kelimelerim. Ne çok hastalanırdım. Gözlerim üşürdü. Kirpiklerim yetmezdi ısıtmaya. Sebepsiz üzüntülerime sebepler satın alırdım. Çünkü geçerli bir sebebi olmalıydı her mutsuzluğun. Yoksa kimse sevmezdi mutsuzluklu birini. Fakat her mutsuzluk herkesinki gibi değildi, bazısı babasızdı işte. Varsın kimse sevmesindi. Ben mutsuzluğumla mutluyum, yalnızlığımla yalnız.
Bütün mesele, bileklerime sinmiş mavi esanslı bir parfüm aslında, bir de alkolik kelebekler…Tatlı bir ses, tatlı uyu diyor bazı geceler oysa ben uykularımı çoktan uyuttum. Bir kara delik yuttum, o da içimdeki her şeyi.
Bütün hayatlar sahibinden satılıktı o kara deliklerde. Belki bu yüzden, mutluluk bir anlam ifade etsin diye sözlüğümde, yardımcı fiiller arıyordum. Her sabah bir Bülent Ortaçgil kahkahasıyla uyandığımda, buldum sanıyordum. Kalkıp aynaya bakıyordum ilk önce, ayna bana baktığında utanıyordum. Asıl ürkütücü olan, bir kadının gözlerinin nemli atmosferi diyordum, evet evet, kesin öyle…
Sonra ani bir kararla, sokağa çıkıyordum. İnsanlar vardı. Yüksek gerilim hatlarına benzeyen, üzerinde ölüm tehlikesi yazan insanlar. Resmi kurumlarla evler arasında topuklu ayakkabılarla yürürlerdi. Hiç nefes almaz, hep verirlerdi. Sustuklarını ceplerinde biriktirirlerdi. Ve sakladıkları sözler düşmesin diye yere, elleri ceplerinde gezerlerdi. Gözlerime bakın! diye bağırırdım içimden. Baksalar, bir baksalar, nabızlarının attığından emin olacaktım. Hiç bakmadılar.
Sen de bakmadın. Bir baksan, nabzımın attığından emin olacaktım. Bu yüzden, ikinci tekil kişileri kovdum bütün hikayelerimden. Üçüncü çoğullar zaten ölüydü. Bense birinci miydim, kişi miydim bilmiyorum ama tekildim. Ve kanım kimseyi tutmasın diye gizli gizli ölürdüm, en azından öldüğümü bilirdim…Bir iskelete, başkalarının bir bedene sığdırdığından daha çok heyecanı ve hüznü sığdırabilmiş “Ölü Gelin” gelirdi aklıma. Ona hak verirdim, bir kalp atmasa da acıyabilirdi.
Aslında bütün mesele, bir kadının Cemal Süreya salgınına yakalanmış dudaklarının, aralık ayına hapsolmuş ketumiyetiydi.


özge özen

yüksek doz

yüksek doz kuşkudan

yüksek hayat tekrarından

uzunlardan kısalardan

çünkülerden

ve aslındalardan

gizli bağlarımızdan

acılardan

tüm çıplaklığımızdan

bitmeyen yollardan....


isteksiz konuşmalar sonucu

saf iyi olma halidir bu

bazen

hiçbir şey farketmez...

bazen

isteksiz bilmeler sonucu

gerçeği bulma halidir

ama

hiçbir şey bizi beklemez...


Nem

politik

politik
keskin
torbada iki misket
uzanıp tam iki saat
ritmik melodik bir ıslıkla
tavanı seyrettim
olmayanlar arasından
koca bir yok seçtim...
varoluşun zavallılığı
herşey sensin
herşey senin içinde


Nem

Götüyle Gülünen Adam

son gülen iyi gülerdi bu diyarda
diyar dediğim barakadan hallice elbette
ve sonra cehennem çıkagelirdi
elinde biraz talihle
ve talihsizliğinin boyutları
idrak edilemezdi
şimdilerde bile edilemiyor
ve cennetin gelmesini beklerdin
evinde
dört duvar senle taşak geçerdi
yatak senle taşak geçerdi
geriye taşak geçecek kimse kalmayana dek
her şey kurumuş boka dönerdi

tahta kaşıklar
kürdanlar
makaslar
şişe açacakları
ayakkabı çekecekleri
en gereksiz buluşlardı
ve muhteşemdiler
işte bu yüzdendi yanılıyor oluşun
her daim sıçıyor oluşun
bu yüzdendi,
biliyor sanırdın
zannettiğinden bihaberdin
kitleler sürüler halinde akardı
ve sen başarısız bir çobandın
bir gitardan geriye kalandın
patlamış bir lastiktin
ekmeğin bile banılmadığı sulu yemektin
tercih edilmeyendin
güven veremeyendin
kuş gribiydin
domuz gribinin bile taşak geçtiğiydin

zaferler
yenilgiler
süregelen her şey
hiçbir şeyin gelemediği süreler
maçın uzatma dakikaları
ve geriye kalan her şey,
penaltılara bile kalamazsın
hakeme itiraz bile edemezsin
şahane bir şey değilsin
körü körüne inanansın
en inançsız halinle
baştan aşağı yıkımsın
ve hala ne bok yemeye
oturup beklemektesin
bas biraz gaza
ve sür ölüme
kaybedecek bir şey kalmadı
kaybedecek bir şeyi bile kalmayansın



tozasor

Çoktan secmeli sorular

Çoktan secmeli sorular
Boş kağıtlar
Ve protest melekler
Bildikleriyle ölecekler…

Acılmamış
şık ambalajlar
Gemici düğümü fiyonkları
Yalan sölemiyorlar
Yalanın ta kendisiler

Didaktik bilincler
Biliyorlar belki
Ama hissedemiyorlar ki…

En baş köşelerde
Mutlu modern kariyerler
Arzularının bile
Farkında değiller

Biliyoruz
Görüyoruz
sonra
Sadece hoş görüyoruz…


Param parça
hayatlar izlemek…
Sadece hoş görüyoruz!





Nem

otel odasından mektup

Bir din yanlış olabilir şarkı yanlış yazılmış olabilir cümle değil dudakları yanlış bir cümle olabilir ama



Ey Katolik

senin müziğin doğru

bi r olağandışılık seçelim

otel odasında kaldın fevkalade uykun var yaşam ellerine değiyor beş dakika ara vermişler

silüetine bakanlar acımadan bir menekşenin sonsuz hızını görüyorlar

sol tarafta bir şey oluyor normalde bu bir şarkı değil



ey Katolik senin müziğin doğru

ama sen bir şaşkınlık ardıçlık kırağı yağınca üstüne

garip bir uykun gözlerinde değil ama dudaklarında

bir olağandışılık seçelim



ne yap biliyormusun yanlış bir dini tercih et gözlerin için



niyaz diye bir kadın herhalde benim sana bunu anlatamayacağımı sanarak oda bir şarkı söylemiş

the hunt koymuş şarkının adını

ama ben sana bunu anlatabilirim nedense anlatamam sanmış

ne yap biliyormusun

ben anlatıoyrum diye tartışıyorsun yani her haliyle çünkü bir şarkı olsaydı sonuna kadar susardın tartışmazdın

iyi Katolik senin müziğin hiç bozulmadı

saçlarını tercih et o rüzgarda gözlerin yerine fevkalade biliyorsun nedenini

iyi Katolik aşkı son defa bir kırağıya benzeterek uykun geliyor



hiç acımadan bir menekşenin sonsuz hızı fevkalade

aşkı son defa senin için bir kırağıya benzetiyroum sonsuz menekşenin hızı

hadi yavaşla

benzettim işte yavaşla ey menekşenin sonsuz dinmez hızı



senin için aşkı son defa bir rüzgarlı yağmura benzetiyorum


hadi yavaşla


Evrensuhte

hakikat sadece hayallerde…

Paylaşıyordum cam su saydamlığında ama varoluşsal olsa gerek tekbenciyim çıkarcı olmadan ölürcesine. Hayatın bu yakıcılığı ve kavuruculuğuna karşı hala yalnız yürümekle meşgulken gerçeği aramıyor ve istemiyorum. İstediğim ve aradığım insan ruhunda olan hakikatın ta kendisi. Ama biliyorum kapalı anlatımlar arkasında eksik kalıyorduk gene de. Çok düşündük belki… belki de çok kurduk…

Tüm bu pırıltım, içimdeki sadece kelimelere açtığım tuhaf karanlıktan kaynaklanıyordu. Ve bir o kadar yabancıydım hala… hep bildiğim dünyaya kaçıp kimse bilmesin diye korkaklığımı
sürekli berrak suları bulandırıyorum içimde kalıyor arta kalanlar. Onlar… kendi güçsüzlüklerinden güçler yaratıp bizi güçsüz bıraktılar. Bu toplumsal ilişkiler ve insanlar sürekli iktidar ve güç üretmekte. Ben avangard bile olmak istedim çünkü avangard’ın içinde hala bir umut ve alternatif yaratma çabası vardı…başka bir hayat mümkün palavralarıyla uzun süre karın doyurduktan sonra umudun acıyı uzattığını gördüm ben. Batı bize özgürlüğü verdi modern birey olmayı öğretti. Ama bu seferde çözülmez çelişkilerle yaşamak Öteki’nin sorumluluğuyla yaşamak zorunda kaldık ve başaramadık…çünkü artık bende dahil kimse vicdani sorumluluk sahibi olmak zorunda değildi batı nın öngördüğü ‘özgür birey projesi’ hayata geçmiş oldu. Birey kurtuldu. Postmodern plastik sanat atölyeleriyle, paralı ot beyinli marjinal abi ablaların çılgın partileriyle birey kurtuldu. Öyle güzel bir özgürlük ki kendi ahlakımızı kendimiz oluşturma olanağı verildi. Peki bugün hangi alışveriş merkezine gitsek ya da akşama bizim dizi kaçta başlayacak biliyormusun? Ama ben biliyorum ki Ece Ayhan’nın harika bir sözü var: mülkiyet hırsızlık bu cumhuriyet emlak cumhuriyeti.

Yan yana gelmek için nasıl da çırpınıyorlar, ama söküp almak zor olmuyor çünkü yürekleri ellerimde. Ve çoğunun korkunç hikayelerini dinledim çünkü.Dünya gördüm ben senin tüm arka bahçelerini. Tarih bitti. artık hepimiz karafilmvari hayatlar yaşıyoruz ve bu hayatları yaşarken en büyük hatam her şeyi tanımlamaya çalışmaktı ki böyle ikircikliyken her şey anlamalıydım ışığın olduğu yerde gölgenin kaçınılmazlığını o meşhur rock grubunun söylediği gibi ayın karanlık yüzünü. Keskin su götürmez bir şey isterken sürekli, şiirsel-özyıkımın ortasında buldum kendimi. çünkü hayatın her alanında ve anında her türlü kesinlik iddiası yalandı.çünkü postmodern zamanlarda yaşıyorduk ben bunu unutmuş görmezden gelmiştim.çünkü postmodern zamanlardakesin olan tek şey belirsizlikti.hayatın dışına çıkıp kendimi bir kapı arkasına kilitlediğim zaman baktığımda o yıkımın doğru olduğunu anladım.Aynaya baktım bazen yaşamın yüzüme pek yakışmadığını bildiğimden yeşil gözlerim gibi acaba şık durur mu dedim ölüm. Ne kendimi çok sevdim ne de nefret ettim ama bir ara tam da bu suçluluk duygusunun içimdeki borsada tavan yaptığı ara her şey bitti dedim. Ama bitmemişti… sanki yarım kalmış tamamlanmamıştım belki de yeterince mahvolmamıştım.küçük bir evim küçük bir banyom küçük bir yemek masam küçük bir param var ama hayal etmekte inatçıyım hala. Poe’nin de dediği gibi çünkü hakikat sadece hayallerde…


Belki bu yazıda diğer bir sürü bazı yazılar gibi kişisel mastürbasyondan başka bir şey değildir ki hala komşu toprakta insanların karınları kurşunlarla doldurulurken….


Nem

Kelebek

hiçbir zaman olamayacağım ama yine de öykündüğüm sürüsüne bereket o hikaye kahramanları gibiydin fakat sıkıcana tutup bırakmayı hiç istemediğimden olsa gerek hızlıca ellerimden kayıp gittin

oysa ki sen nasıl da görmüştün hepsini ..hepsi ayak ucundaydı ve sana sevgilerini sunmuşlardı hem de giderken.. o zaman neden gittiler diyordun biliyordum …ama gitmek de gerek sen de biliyorsun neden hala bana anlamamış gibi bakıyorsun şimdi.. hiç olamayacağım hikaye kahramanlarına öykünüyorum yine.. çocukluğun aklına geliyor…çocukken gördüğün bir kelebek…! elinin içine inceden bir kelebek kozası çiziyorsun.. o koza büyüyor büyüyor ve seni ayak ucundan saç tellerine kadar sarıyor…bir kozadasın şimdi.. ince bir koza örüyor seni…inceden bir kozayla sarmalanmış bir şekilde geceleri denizde yüzüyorsun…zor olmalıydı ama nasıl oldu da yüzebildim diyorsun.. ben inceden gülümseyince anlıyorsun ses etmiyorsun…senin başında bekliyorum deniz hışırtıları sessizliğini büyütüyor.. sessizliğimizden gece bile korkuyor.. sessizliğimizden ay bile korkuyor ki şimdi hilale çalıyor…sen kozanla barışıyorsun gece seninle barışıyor…kelebeğe öykünüyorsun ve ben de seni kelebek gibi sevmek istiyorum.. kanatlarını açtığında ilk gitmeyi istemeyecek olan bir kelebek gibi.. ve de kozasından çıkıp ilk bana sarılacak ,ilk doygun öpüşünü benim dudaklarıma konduracak bir kelebek gibi…
Ah ama ellerim yine o hikaye kahramanlarına öykünüyor…nasıl da anladım…ve sen benim o pis sırıtışımdan anladın.. deli gülüşü var sende derdin…delilerin kendine özgü o gülüşü var sende derdin…ses etmezdim çünkü kendime inceden vakur bir duruş gibi betimlemiştim ben bu deliliği…deliliğimle övünürdüm…ses etmezdim çünkü beni böylece o delilere özgü gülüşle sevebileceğine inandırmıştım kendimi…delilik işte…

Ve Sen denizden çıkıyorsun ya da bir kelebek çıkıyor denizden…ben de gizli bir ürperti…hep bilinen olacağını önceden kestirebildiğimiz ama yine de gizli bir şaşkınlığın esaretine bürünmek gibi…şaşırmakla korkmak arasında gidip gelen o tuhaf ve de ikircikli duygu gibi…yüzüne inceden kelebeğin renklerini yerleştirmiş şimdi tanrı …inceden en güzel renklerini bir palette karıştırıp yüzüne çalmış ve de seni yine o renklerin ritmik sesiyle yaratmış gibi sanki…kanatların aşk kokuyor şimdi senin.. kanatların da hiç gidilmemiş o sıcak ülkelere benzeyen ve içimizi ısıtan bir his…gözlerimizin bakışına şahit olmamış ve de bizim bir tek bakışımızdan onca anlam çıkararak yine bizi o anlamlarla boğmaya çalışan insancıkların gölgelerinden uzak ,dokunduğun da içini cıs ettiren türden bir his...

Beni sımsıkı sarıyorsun şimdi renkli kanatlarınla.. renkli kanatların içime işliyor.. renkli kanatların içimden geçip bu evreni baştan yaratıyor…içime serpiştirdiğin nice renk var şimdi.. çok renkli ..alaca bulacalı oluyorum…çok renkli alaca bulacalı oluyoruz…denizden yine sesler geliyor.. ay bizle barışık tüm şehvetiyle tepemizde… ne güzelmiş ağzının içindeki kırmızı renkler…ne güzelmiş tanrının sana yaptığı kırmızı dudaklarının tadı ….kırmızı diyorum…bu aşk için yaratılmış.. tanrı özene bezene kırmızıyı sadece senin için yaratmış…dudaklarında billur bir tat…beni öptükçe içinden geçiyorum…ve sanki biraz daha öpsen beni kanatlarım çıkacak …deniz bile şaşırıp çekilecek.. kuruyacak …

şehvetle ağzını açan güçlü bir canavar vardı hikayelerin birinde…çok şehvetliydi.. gören karşı koyamazdı…ve o canavar şehvetle ağzını açar ve de yeni kurbanlarını o gizli ayinle kurban ederdi…çünkü şehvet tükenmeyi göze alamaz.. çünkü tutku kırmızıdır…çünkü kırmızı tanrının en sevdiği renktir …ah diyorum nereden çıktı bu şimdi…içime yerleştirdiğin o kanat boşluklarını ne de çok sevmiştim birden…nereden çıktı diyorum hayır hayır o hikaye kahramanına öykünmemeliyim ve de senin o olabileceğini hemencecik unutmalıyım…tehlikeli düşünceler bunlar.. tehlike bir gizdir ..ve de oldukça tekinsizce geliverir…iyi falan da dinlemez…hayır hayır bu sen olamazsın çünkü senin kanatların var ve de oldukça renkli…alaca bulacalı…çünkü renkli mi renkli o kanatların altında huzura benzer bir hisle sarmalanmıyor muyum şimdi…ah ömrü bir gün olan kelebek …şimdi bu ölüm düşüncesi mi…yoksa bilinenden ötede ki bu mu… ? az önce kırmızı yok muydu ve de kanatların içimde yeni yeni yerler keşfetmemiş miydi ..? . …nedir şimdi bu telaş…neden içimde bu telaş…! Ürperti…!

Kırmızı dudaklarını çekiyorsun…renkli kanatlarını vücudumdan çekiyorsun…ama hala yanıbaşımdasın ve kanatların hala bana özgür ..ya da ben öyle hissediyorum…küçük çocukları yiyen canavar hikayeleri dinlemiştim.. siyah gibiydi…simsiyah bir hikaye.. şehvet…tutku.. önsezi…kırmızı…yine tutku ve yine öykünme.. birden kanatlarını yine açıyorsun.. renklerin yoğunluğundan gözlerim kamaşıyor…geceyi aydınlatıyor.. gecemizi aydınlatıyor kırmızı…ah kırmızı tanrının en sevdiği renk … kızıyorum şimdi senin kanatlarını yaratan tanrıya…öykünmek bile isteyebilirim şimdi ona ki o kadar kızgınım…sanki anlamış gibi bakıyorsun ama yine ses etmiyorsun…yüzüne inceden bir deli gülüşü yerleştiriyorsun.. sanki o ah her şeyi anlıyorum ama ne sana ne de kendime konduramıyorum…ayakların kıpırdıyor.. kumlar hışırdıyor…kumlar önünde saygıyla eğiliyor.. kumlar gizli bir rakkase gibi dans ediyor ayaklarının altında.. denize doğru yürüyorsun …kaskatı kesiliyorum…hareketsiz duruyor hiçbir şey yapamıyorum.. denize doğru ayakların… seni tutamıyorum sen denize doğru giderken…

şimdi o denizin karşısında zamansız ve de tekinsiz bekliyorum…sen gideli kaç gün kaç ay kaç yıl geçmiş bilesim yok …ve bilmiyorum hangi zamandı kelebeğe öykünmen …ve de eline kelebek kozasını çizip onun gerçek olmasını beklemen.. inan zamansızım … altımdaki sallanan sandalyenin ritmik sesi buna izin vermiyor.. ritmik sesler…veranda da senden uzakta ritmik sesler…şimdi görsen yine deli gülüşümü takınmamı isterdin benden.. şimdi görsen hiç ses bile etmeyebilirdin…oysa ki bu veranda da yalnızım ama gözlerim hala denizde…senin denizinde…senin en derininde…ve de gözlerim senin bana verdiğin ilk parıltıya takılı kalmış bir vaziyette…biter miydi hiç parıltın…biter mi hiç parıltı …biter mi kanatlarının yüzüme vurduğu kırmızı şekilli gizli parıltısı !

şimdi senden uzakta kırık bir aynanın karşısında duruyorum.. kim kırdı bu aynayı, ne zaman kırdı ,ne için kırdı hiç bilmiyorum.. bilmemek ne güzel ! ayaklarımda aynadan kalan kırıklar.. kanım halıya akıyor.. halıda spesifik bir görüntü…odada kan akışının akustik sesi.. sessizce halıma akan bir kırmızı…eski bir ritüel …dans pistine çevirseydim keşke odamı…orta yerini kanla doldurup tüm tanıdıklarımın odamda ki dansını izleseydim keşke…hepsi gülüyormuş ve de mutluluktanmış bu dans…kanla karışık odamda dans…

şimdi kırık bir aynanın karşısında bakan biri var…iyicene dikmiş o koca gözlerini…çokça sert ve de vakur bakıyor.. ikisini aynı anda nasıl yapabildiğine şaşıyorum…ikisi de benim gözlerime bakıyor…solda biri sağda biri…iki tane göz !...sert ve vakur…sanırım denizden yeni geldiler …senin denizinden geldiler…deniz onları böyle yapmış.. en son konuşmamızda demişlerdi.. hatırlıyorum.. deniz insanı böyle yaparmış…bilmiyorlarmış ama yok demişler bilmek değil bu olsa olsa hissetmektir ve de hissetmenin bilmeye karşı hep üstün olduğunu söylerler.. yani bizler söylerler.. yani geceleri yani gece yarısı yani bizden olanlar ..

yerdeki kırıkları topluyorum çünkü ayaklarım acıyor iyiden iyiye.. acı veriyor…acı…en son dilimdeki acıyı hissetmiştim böyle.. en son gidişinde senin, çokça dilim yanmıştı bunu hatırlıyorum.. sanırım söylenmemiş sözlerini esrikliğindendi …dilim gebeydi nice sözcüğe ve de ben onları sezaryenla doğurmak istemiştim sana…ama gittin ve de öksüz büyütüyorum şimdi sana söylenecek tüm sözcüklerimi…o yüzdendir dilimin acısı…acı….

Kötüyü iyiye kullan demiştin en son bunu hatırlıyorum… kötüyü iyiye kullan ..işe yarar şeyler çıkabilir ya da en kötüsü daha cesur olursun demiştin, tüm gemileri yakmak isteyecek kadar.. kızgınlık cesurluk verir, o kadar acı anca anca cesurluğu getirir…işte budur ondan çıkaracağımız kazanç demiştin...
gün boyu titreme şeklinde nöbetlere benzer şeyler geçirmiştim bir ara.. günlerce sürmüştü...gizli bir panik ve de titreme...sanki birazdan kıyamet kopacaktı ,sanki dünyanın son saatleri yaşanıyordu ve de ben bunu biliyor muşum gibi...titreme ve de panik.. sonra sonra günler sonra onlar bitti yerini derin bir kızgınlık aldı.. çünkü ne dünya gitmişti ne de o son günü görmüştüm...aldatıldığımı hissettim....ve sen bile yoktun ..
yok dedim bunlar için miydi bunlar...bu titreme bunun için miydi ...
sonra ardından daha derin bir savaş çıktı içimde ..birileri kafalarını kesiyordu.. tüm bildiklerimi giyotine götürüyorlardı...kafalarında çuvalları vardı sanki...hepsini inkar ettim ve de hepsini kendi elimle öldürdüm...hayır hayır çok azı kaldı...ve ben o an sanki bu bitmeyen evrenin merkeziydim...merkezkaç kuvvetinin ta kendisiydim.. sonra ara ara yıllarca geldi böyle sonra gitti.. geldiler böyle ve de gittiler...
sonra ben geldiklerinde bana söylediklerini yazdım...yazılar doğdu işte böyle.. gittiklerinde de derin boşlukları kaldı.. öyle zamanlarda sustum çünkü dilimi kirletmek istemiyordum...çünkü dilim en son senin gidişini bilmişti…çünkü en son gidişinle kalan sözcüklerimi doğuracaktı dilim…bundandır çokça sustum...sanırım merkezkaç kuvvetimi sevmeye başlamıştım...ben bu gelenlerin ağırlık merkeziydim...gizli bir elçisiydim onların...ne zaman titreme ve de panik gelse artık çekincem kalmamıştı çünkü biliyordum ardından onların sözcükleri dökülecekti...biliyordum bir bedel ödemeli ve de ardından yazmalıydım...ve yazdım tüm biz ve onlarsız bir evrenin parıltısını..! ve yazdım tüm öykündüğüm hikaye kahramanlarına benzer şekillerde.. benzettim ikimizi o hikaye kahramanlarına.. sen kelebektin göz alıcı… bense gözlerini o ışığın etkisinden kurtaramamış bir bezgin koza ! sanırım sadece senin o kanatların olmak istemiştim bende kalasın ve de denize uçmayasın diye.. sanırım sadece buna öykündüm.. öykündüklerimin en yücesi…sen büyük gidiş ! sen hikayelerimdeki o dişi kelebek..! sen en büyük gidiş…

yazdım ….


pitikare bir piknik !

parıl parıl pas kokuyoruz ...paslı teneke kutularını ayaklarımızla vura vura yan mahallenin çocuklarıyla kavga ediyoruz...sonra barışıp mahalle maçı yapıyoruz...ben kaleye geçiyorum.. çok güçlü hissediyorum kendimi...bir yere bağlanmak, aidiyet duygusu güzel bir sıcaklık veriyor...tutunmak güzel bir his diyorum...ama çocuksun sen ve de ellerinden bahar fışkırıyor ...ne tutsan bahar ..ve bambu gölgesi.. sazlıkların hışırtısı toprağa karışıyor...çimenlikte pitikare örtüler.. bir kare beyaz bir kare kırmızı...kırmızı sepet...annenin özenle ve aynı aidiyet duygusuyla içine bilmeden sevgisini de koyduğu kurabiyeler...içinde sek sek oyunu için taşlar...sepetin ne çok senin ve de içinde de de çok şey var diyorsun sen ..aşk diyorsun ya da aşkımsı şeyler...o iki yanından saçlarını örmüş ve tepesine de kırmızı bir kurdela takmış.. kontrast süper...ben o havada ellerinde görmem için kırmızı öğleden sonrası gelincikleri topluyorum.. senin elinde kırmızı sepetin.. senin elinde gelincikler...kurabiyeler...parıltı !

Pitikare örtüyü özenle seriyorsun çimlere.. çimlerde bir hafiflik.. çimlerde ayyuka çıkan güzel bir esinti..pitikare örtüde bir sarhoşluk…hani sana şimdi koşa koşa gidip ayçiçeklerinden çekirdek toplasam o kadar hafif olursun…pitikare örtüye naifçe yerleştirilen kırmızı sepet dolusu bir sürü şey.. içlerinde akvaryumundan yeni çıkardığın ve özenle poşete koyup canlı canlı görmek istediğin iki tane Japon balığı...şimdi güneşte dans ediyorlar…güneşle dans ediyorlar.. güneş dans ettiriyor.. güneş dansımıza eşlik ediyor pitikare örtümüzün üstünde..pitikare örtümüzün üstünde güneş parlıyor…kırmızı beyaz renkli bir örtü üstünde eski bir ritüel eşliğinde güneş parıltısına şaşıyor… sonra alacakaranlık bastırıyor biliyorsun gidilecek bir ev var...sevgisini bildiğin annen kırmızı sepetinle bekler seni.. ama diyorum nasıl şimdi bitti bu gün...ve neden daha sürmez ki...büyük sorular soruyorum ...sanırım büyümek böyle bir şey ... benim elinde kırmızı sepet.. senin ellerinde yaza yaraşır gelincikler...

Yürüyoruz birden eline bir kelebek konuyor…şaşırıyorsun ama seviniyorsun da.. çokça renkli çokça alaca bulacalı.. şaşırıyorsun…seviniyoruz…kelebek diyorsun… bana bir kelebek al…ve de bunun gibi olsun…çokça güzel ve de çokça alaca bulacalı !...


Kelebek




Murat Uyanık

taş ve su

taşa su attım

halka
büyüdü gözlerim
halka


buluta yükledim öfkemi

taşa su attım

bu başka

beni bir aşk doğurdum

bu tarla gelincik

açtım

içime düştü tohum

ben bir aşkı doğurdum

bu başka

öldü sandım

taşa su attım

bu aşkla




yakup ç

su ve köpek

"ah tutar
kimse tutmaz
ellerinden"



I

değişen suyun rengi ve
içinde vahşi bir köpek


II

yıkıyor suda yüzünü
serbest bırakıyor köpeği


III

kendinden parçalar atıyor suya
parçalamasın diye kendini köpek



yakup ç.

Sertleşmeler

hep aynı şeylerden mi bahsedersin dedi
neden hep böylesin
neden mutlu olmayı denemiyorsun
neden neden neden
1500 kez neden demişti
,ve ben 6. da bezmiştim

sigaramı yaktım,
sessizce üfledim dumanı
gökyüzüne
filtresiz sigara adamın ağzına sıçıyordu
oturdum ve gerindim
sırtımı geriye yasladım
bana bakıyordu
telaşla
telaşsızdım
heyecanlıydı
heyecansızdım
yaşıyordu
ölüydüm
noluyor dedi,
1500 kez de noluyor deme lütfen dedim
gülümsedi
gülümsemedi

hep dedim aynı şeylerden bahsederim
ve gitmem lazım dedim
bi yerlere
artık kalmak için nedenim kalmadı
kaçmam lazım dedim
nereye dedi
nereye gitmek istiyorsun
nereye
dur, dedim
bunu da binlerce kez söyleme
bilmiyorum
sadece bir yer
nefes almam gerekir
yalnız yaşıyorsun, dedi
bunu avantaja çevir
herkes bunu ister
işe yaramıyor dedim
bi anlamı yok
kalabalık yaşamanın veya yalnız olmanın
eğer her gecen duvarların içinde korkarak
ama sokaklarda daha cesur geçiyorsa,
niye dedi
niye niye niye
sus dedim
kapa çeneni

tuvalete gittim
39 saniye işedim
ya da bana öyle geldi
ve zaman önemsizdi
işediğin zaman
zaman önemsizdi
saatin olmadığında
zaman önemsizdi
yapacak bir şey olmadığında
bunları anlıyor musun, dedim
hayır, dedi
senden daha iyiyim
gücüm var çünkü
hayır, dedim
daha iyi değilsin
daha mutlak doğruların var sadece
ve bu doğrular işleri senin için biraz somutlaştırıyor
hepsi bu,
ee dedi,
bu iyi değil mi

durdum,
konuşmadan
haklıydı
daha iyidi,
gerindim,
taklamakan çölündeki bir bedeviydim
filtresiz pall mall'ı yaktım
gerindim biraz daha
göğsüm ileri çıktı
ve göbeğim
göbek yapmışsın dedi,
senin için bebeğim dedim,
hepsi senin için
güldü,
deli dedi
deli, dedim
sevdim

ve evet
sevdim, dedim
sevdim
ve kalktım yataktan
etrafıma baktım
telefona baktım
bir şey yok yoktu
etrafıma baktım
telefona baktım
etrafıma baktım
pall mall gülümsüyordu
duvara baktım
götümü döndüm
dizlerim büküldü
telefon kırıldı ve
hiçbir şey yeterince iyi olmadı
hiçbir şey yerinde değildi

ve hiç soru sormadı
hiçbir zaman
ve oturdu
kumsalın üzerinde
güneş sırtını yakarken
kusursuz bedenini izlediğimden habersizdi,
ince dudaklarını ve
göğüslerini izlediğimden habersizdi
her şey sona ermişti
ve belki de başlamamıştı
ve elimden bir şey gelmezdi
otsuzdum onsuzdum
kendimden bihaberdim
ve kelimenin tam anlamıyla
beş para etmezdim
ve döndüm
hakem hataları sürüyordu
her yerde,
ofsayta kalmaktaydım
son süratle
kaleciyle karşı karşıya bile kalamıyordum
bu evde,
devre arasında
soyunma odasına alınmıyordum,
topları bile toplayamıyordum
ve telefon elimden düştü
en sonunda,
ve geçmiş suratıma en sert şutunu çekerken
elim kasıklarımı tutuyordu
ve sertleşiyordum
aletimden daha çok
ve her şey sertleşip
bana giriyordu


tozasor

Başkasının Toprağında Artist

tabandan yukarıya doğru
müthiş bir yükseliş
bunu kimse bilemeyecek
kimse bilmeyecek
bu yükselişin ta kendisi bile
kanatlarım kırık,
bir zamanlar balmumuyla denenmişi varken hazırda
kanatlarım kırık,
dumanaltı olmuşum
içtiğim sigaralar ciğerimi sikiyor
ve elim cebime girmekten çekinmiyor
eskimeye yüz tutmuş kadife ceketli adamım ben
kapkaçta soyulacak ilk adamım
yukarıya çıkıyorum
hayır hayır
kanatlarım kırık,
kanatlarım kırık değil,
kanatlarım kırık
ve yukarıya çıkıyorum
hayır hayır
aşağıya çıkıyorum
yukarıya inmekteyim son hızla
vitesi beşe almanın derdindeyken
debriyaj çek lan ayağını demekte
içmeye başlamışsın yine erkenden
bu evden hiç ses gelmemekte
buzdolabında hiçbir şey yok
etini yiyen knut hamsun'u düşünüyorum
ilk kez askerde kütüphanede okuduğum anı
silahı kafama dayamamak için
deli numarası yaptığım ve
benden daha deli adamlarca rahat bırakılışım
her gün bir kitap devirişim
atatürkçülük
evrimin kökeni
açlık,
bitmeyen kavga
martin eden
saçma sapan ve
saçma sapan olamayacak kadar iyi şeyler
ve arşa yükselişim
herkesten habersiz, çaktırmadan
yerin altından çıktım ben
siz odalarınızda uyurken
yerin altından çıkmış numarası yaptım
yazarcılık oynadım
yazarmış gibi yaptım

hayır hayır
yukarıya iniyorum şimdi
nasıl olabilir bu demeyin
bir merdiven tasarlıyorum
hem yukarıya çıkılabilen
hem de inilebilen
bir pervane tasarlıyorum
kafamıza takıp
2023'de havada düzüşebileceğimiz,
bir hayal tasarlıyorum
hemen kurmak için,
kurmalı bir bebeğim ben
arkamdan ittirdiğin,
geri geri ilerleyen
çin malı bozuk bir bebeğim ben
öfke seline kapılıp parçaladığın bir bebeğim ben
kafayı kırmış bir bebeğim ben
yalnız geçen her geceye içen bir adamım ben
atılan çığlıkları sağdan soldan araklayanım
hissedebiliyorsun
hissedebiliyorum
bu zafer devam edecek
yenilene dek
yenildikten sonra geriye
hiçbir şey ama
hiçbir şey hatta
hiçbir şey veya
hiçbir şey asla
hiçbir şey kalmayacak

daha kaç kere
daha kaç kere
bu odada oturacaksın
daha kaç kez kederli sırıtışın
yanağındaki aptal gamze, seni uykundan uyandıramayacak
daha kaç kez sakalını kaşıyacaksın
daha kaç kez yamuk parmağındaki gel gitleri hissedeceksin
daha kaç kez ayakların karıncalanacak
daha kaç kez ciğerlerin öfkeyle sana saldıracak
daha kaç pall mall dostum
daha kaç bardak içeceksin
daha kez kere yaşadığın güne tüküreceksin
daha kaç kez mezarlarınıza tüküreceğim
daha kaç kez ölmekten daha iyi şeyleri düşüneceğim
daha kaç kez hiçbir şeyin zirvesinde kalacağım
daha kaç kez bir şeyin kralı olacağım
siki tutacağım daha kaç kere,
boku yiyeceğim kaç kere
yüzeysellikten geberene dek sıradanlaşacağım

ve şimdi sırtlanların,
aslanların,
yelelerinde nice zafer izi taşıyan kaplanların
senden daha fazla kazanmasına rağmen
daha fazla kafadan kontak patronların
2. sınıf memurların
mimarların
güzellik kraliçelerinin
gece bülteni sunucularının
kuaförlerin
ithalat ihracatla uğraşanların
tekstilcilerin
rahat kedilerin
hayatını yaşamaktasın,
burası onların yaşamı
ve sen sadece odanda olanı biteni anlamaya çalışmaktasın


tozasor

islam ve kız

camın arkasında İslam ve kız
pardon 1998 in bir boşluğu varmı sizde

ben biraz geç kaldım 1996da acelem vardı bütün venedikin önünde gördüğüm sizmisiniz
açıklamak isterim ben her şeyi izlemiştim
eliniz nerde görmek istiyroum

19998in bütün albümleri sizde toplandı elleriniz nerde görmek istiyroum

Elleriniz nerde görmek istiyroum

Camiin büyük kapısında önce uzun uzun yağmura baktım
Her şeyi resimleştiren o ruhun bakışını
Albümü aç
Sırılsıklam olduğumda artık kalbimin bir şekle girmediğini
Tıpkı amorf gibi
Albümü aç
Vededikin bütün önünde gördüğüm poyraz kalbimi soğuk bir şey yapmıştı

1999 poyraz önünde bir kızın kalbi
soğuk havadan ibaret
poyrazın hemen arkasında soğuk ve rüzgar bir şekle girmemişti kalp
hala masaya değil çevresine bakıyordum
poyraz bırakmıyordu kalbimi kendi dünyasına
ama islam ve kız kendi yüzünü bırakıyordu masanın çevresine
acelesi varmış gibi

pardon yüzünüze bakabilirmiyim
çok uzaklarda bir şeklini verin bana mimarinin

siz o mimariye bakın ardından bize bakın biz o mimariyi sişzin yüzünüzden tekrar alalım
böyle kimse anlamaz

bakacak mısınız


Evrensuhte

doğum günü

terminal tam olarak ıssızı duyan tek süje
cama yaslandığımda camın kendi yazıları gibi mi göründüm
şimdi batıya döndüm bir ikonoklast yağmur

sayıklamada tene dokunmadan heryeri elmas yapan

tabirleri caiz etmek
başka bir döngüsü ile kalbim ısınıyor
vucud ısım yağmurun ikonu oyuncağı
buz kraliçesi diye şimdi
yanlış
bir banka reklamı gibi karşında olmak

prensesin cümleleri ile iyi günler
bir prenses başlatsın ilk cümleyi
sana ilk böyle seslenmek istiyroum
bir prenses söylesin
kaburganın altında kalbe dokunmak her yolu deniyorum
bir roma saşaşşçısı gibi
yarıda ölürken ilk cümlem veya bırak

çünkü ne söyleyeceğimi biliyorum

çünkü cümle ve nefes

bir prensesin kendi ağzından söylediği gibi

çünkü ne söyleyeceğim hiç belli değildi
belkide doğum günün kutlu olsun çok yanlış bir tarihide olsa


Evrensuhte

Öğleden Sonra Kurulan Boktan Cümleler

konsolosluklar vize vermiyor
beyin göçü talebi reddediliyor
üstüne bir de beyinsizler göç edemez ki deniliyor
bir de sen öldürüyorsun beni
hiç zorlanmadan,
iki kelimeyle nakavt

bu kadar güçsüz müydüm sanki
karşında dizlerimin bağını çözdüren o görünüşün
ve beni terkedişin
tek hamlede;
kolay ve düşüncesiz

şimdi burda ayaklarımı uzattığım yatak bana küçük geliyor
ayak parmaklarım artık ıslık çalmıyor
karnım gurulduyor
açlıktan,
şekilsizlikten
böyle olmayacaktı
tahminlerimde yanıldım
iddaa ekinde bile tahmin yapamam artık

şimdi burda
yelkovan ve akrep
ve kayışının kopmasına ramak kalmış saatim,
bira kutuları ve votka şişeleri
hep bir ağızdan beni yanlarına çağıran
sümüklüböceklerin kardeşleri
tataklıböcekler
gazı bitmiş çakmaklar ve
en keder verici maddeler,
senin adını söylüyorlar
hep bir ağızdan bağırıyorlar
müziğin sesini açıyorum iyice
ismini zorla söylüyorlar
siktir diyorum
siktir, siktir, siktir
bu ne lan şimdi

ve uzanıyorum
şortumun arasına bakıyorum
ip sökülmüş donum gözükmekte
sigara bitmekte,
su bitmekte,
şişe bitmekte,
bir tek sen kaldın bir köşede
ve o da gitmekte..


tozasor

The Mercy Seat._ Hahaha

bir öykü yazmam gerekiyordu
dağlardan, ovalardan, platolardan, kesmeşekerlerden bahsedilen
oysa hapşırıyordum
ağzımdan çıkan bakteriler
ekrana yapışıyordu
duvara yapışıyordu
koluma yapışıyordu
yürüyordum
yürümeyi düşleyerek
oturuyordum
oturmayı düşleyerek
senin resmini yapıyordum
alemin en kötü kara kalem çalışmasında
tembelce çiziyordum
nick cave fonda bana gülümsüyordu
ağzında sigarası ve takım elbisesiyle,
burnum akıyordu
deli gibi burnum akıyordu
ve senin suretini yapıyordum zihnimde
elimde kalemlerin en karası
tükenmez kalemlerin tükenmesine alışkındım
ve bunu herkes biliyordu
bir şey söylemem gerekiyordu
ama kafam beni öldürüyordu
ayak parmaklarım kasılıyordu
ellerim uyuşuyordu
sabah 4'te işe gitmem gerekiyordu

korkmam gerekiyordu
herkesten, her şeyden
ve birini öldürüyordum zihnimde
senin bir suretini parçalıyordum
apranax fort çekiyordum
nick cave devam ediyordu, devam ediyordu, devam ediyordu
çorbasındaki isadan bahsediyordu
ve muhammed intihar ediyordu
tevrattan bölümler okuyordum
ve kendi kendime gülüyordum
zihnimde senin bir tasvirini çiziyordum
en kara kalemdi bu
görüp görebileceğimiz
sabah 4'te kalkıyordum
ve çöp kamyonları farlarını yakmış üstüme geliyordu
çöp kutularını es geçip
beni alıyorlardı
ve kamyonlar
ve geçen zamanlar
oyuncaklar
oyunlar, kalabalıklar
can sıkıcı derecede
mide bulandırıcı insanlar
hepsi ama istisnasız hepsi
bizi resmediyordu
ve taklit ediliyorduk
en deli gecelerde
kasıklarımın arasında yükselen başın
dudağıma değen dudakların
göğüs uçlarında çoktan inlemeye başlayan bendeniz
hepimiz eğleniyorduk
10 dakika ara veriliyordu
en zevkli anında
patlamış mısırlar,
alaska frigolar,
hepsi birer birer terkediyordu
dünyanın kalanı ölüyordu
ve her şey
daha kötü kokuyordu


Tozasor

YÜRÜMEYEN İMPARATORLUK

gözüm sağa sola bakıyor
şarkılar artık sırayla çalıyor
olafur arnalds daha nasıl öldürebilirim diyor
bütün bunlar bir geceden kısa notlar
bir geceden daha kısa şeyler bunlar
bütün gecelerden ve gündüzlerde
sabahlardan, ikindilerden
işe gitmek için gecenin 3'ünde kalkmalardan
daha kısa şeyler bunlar
piyano girer ardından yaylılar gelir
ve sen beklersin
ve tavana bakarsın
kaç sivrisinek kaldığını odanda
öldürdüklerine bakarsın
yarısının leşi ellerinde
yarısı duvarda yarısı da kayıptır

ve sen beklersin
bacağında gezer sinekler
kollarında ve göbeğinde
olafur arnalds'dan fok geliyor
yaylılar ve piyanolar
dünyanın başka yerlerinde
insanlar nefes alıyor,
gülüyor, heyecanlanıyor
ve olmamış şeyleri
olmuş gibi gösteriyor
gözüm sağa ve sola bakıyor
yukarıya bakıyor
görebildiğim şeyler
hissettiklerimden ibaret
pisa kulesi yan yatmış ağlıyor
eyfelde ışıklar gece 12'den sonra kapanıyor
yüzyıllardan gelen şeyleri düşünüyorum
büyük iskender her yeri ele geçiriyor
platon'u izliyorum
bir sandıkta direnemeyen diyojeni düşünüyorum
bacağımdaki sinekler vızıldıyor
bana bakıyorlar
kafalarını çeviriyorlar
tekrar bakıyorlar
hayal kırıklığına uğramış halde
yükseliyorlar

elim bir trafik kazası sonucu ölebilirdim
kendimi yanlışlıkla kör edebilirdim
bir çok kadınla yatmayabilirdim
ruhumun sol kısmını ele geçirebilirdim
pekinde bi ihtiyar pirinç topluyor
barcelona meydanlarında kadınlar poz veriyor
sense odanın içinde volta atıyorsun
bi ileri bi geri gidip geliyorsun
başını ellerinin arasına alıyorsun
vig vorum sma diyor olafur
ve sen beynini duvara bir sinek gibi vurmamak için
ellerinin arasında sıkıştırıyorsun
insanlar şiir yazıyorlar
ve öykü ve bi boka benzemeyen şeyler
ve yutturuyorlar bi şekilde
gargara yaparken ben kendi dudaklarımla
ağzımla, ruhumla
tepeden tırnağa lanetlenmişim
michigan gölünün kenarındaki bankları düşünüyorum
okyanusa benzemeyen okyanusları
kuşlara benzemeyen kuşları
hindistanda açlıktan ölmek üzere olan bir kedi aklıma geliyor
kulaklarımdan duman çıkıyor
bi öfke seline kapılmışım
pencere cereyan yapıyor
çıplak göğsüm ve göbeğim
aletimi öpüyor
burada hiçbişey doğru düzgün yürümüyor
burada hiçbişey asla yürümüyor


tozasor

Sürekli sek sek !

Seninle sek sek oyunu..

turuncu mu diye sordum

“turuncu” dedi …turuncu kiremit rengi…özensizce duran bir taş…kenarları özensizce yuvarlanmış basit bir mermer taş…!

Bu cevabı beklemiyordum ,verilecek en basit cevabı beklemiyordum..ki basit bile değilmiş aslında…basit bir turuncu hiç değilmiş..içinde balıklar yaşarmış…fosforlu kayaların en dibinde..yosun tutan kayalıkların dibinde yaşarmış..pulları turuncuya çalarmış…turuncuymuş anladım ama yine de bu cevaba şaşırdım…
Yol üstüne bir sek –sek çizmiştin sen hatırla..günlerden bahar mıydı neydi…havalar erkenden alacakaranlığa bürünmüyordu bundan hatırladım..sek-sek çizmiştin ve de ilk eli bana vermiştin..ellerimizde mermerden bir taş bu oyunu oynayacağız demiştin..şehrin en kalabalık yerine çizdiğin bir sek-sek ..çizgiler seyrek,özensiz ve de içindeki rakamlar da gelişigüzel serpiştirilmiş…yorucu olacak anlamıştım ilkin…ilkinde çoğu şeyi anlamayan ben bir anda anlamıştım…ki ben hayatı başkalarının sözlerinden öğreniyordum sen gelene kadar...bir sek sek taşı gibi oradan oraya savuruyorlardı beni....1 2 3 4 5 6 7 8...8.karede şöyle bir duruyorum ki bilirsin 8 sonsuza kadar sürer..kafam karışıyor bundan,karıncalar 8in üstünde arz-ı endam ediyorken...bu bir oyun işte..basit bir sek sek oyunundaki özensiz mermer taş gibi...basit, kenarları özensizce yontulmuş bir taş gibi...hayatımızı o karelere sığdıracakmışız oyun buymuş...çizgi dışarıda sayılırmış...hayatımızı o karelere sığdıracağız ve basit bir mermer taşla atacağız ...ölüm bile bir oyun belki de keza ölünce tıpkı seksekte ki mermer taşın bir benzeri dikilmiyor mu tepemize !

ilk taşı attım

tam da birin içine düştü tam orta yerine ..yüreğime bir kor düşmüştü o an, bunu bildim..bilmek sözcüğü aşk kelimesinin yanında nasıl da iğreti duruyordu halbuki…ilk o an anlamalıydım bu aşkın bilmemekten geçeceğini ama sezinleyememiştim….yüzümde inceden çizdiğin o kutsal gülümsemeyle yaşadım bir süre…1deydik henüz..kutsal bir “bir”liktelikti bu …sezinlemiştim…
sol ayağımı mı kaldırsam yerden daha hızlı ilerlerim..tüm o sayılardan daha hızlı mı geçerim..yoksa sağ ayağımı mı kaldırsam …rakamlar dans eder…özensiz rakamlara bir rakkase eşlik eder…1 2 3 4 5 6 7 8 ..kutsal sayılarımdı benim…kutsal sayılarıydı aşkın…çünkü aşk sadece 8e kadar sayıyordu …ondan sonrası sonsuzluktu..ve sende hep bilirsin ki 8 sonsuza kadar sürer…kafan karışır karıncalar 8in üstünde arz-ı endam ederken…ama henüz “1”deydim ..daha bu oyuna yeni başlamıştık…sabırlı,dikkatli ve de oldukça tekinsiz geçtim hayatın o sekiz dilimli karelerinden…1 bitmişti…mermer taşı yerinden aldım..tekrar başlangıç noktasına döndüm..sen saçlarını iki tarafından toplamıştın..annen görse çocuk zannederdi seni…küçük bir flash back yaşardı…biliyordum bu bir oyundu…biz bir oyunduk…seyircileri korkutma görevi üstlenen acemi figüranlarıydık hayatın…sek-sek sürüyordu ama biliyordum yaşım sana tutmuyordu….1 2 3 4 5 6 7 hızla bitti..8 geldiğinde devinim başladı..sanki ne bitiyor ne de başlıyordu…ne başı vardı onun ne de sonu…çokça koktum ilkin bunu biliyorum…yanı başımda olmasan taşlarımızla ne yapardım bilmiyorum..sek sek taşları..mermerden ve de turuncu kiremit rengi..!

Seninle o otel odasında…

Ah diyorum nasıl geldik bu otel odasına…hangi zamandayız…yıllardan ne ,günlerden ne..peki ya seksek ne oldu…ekim nerede peki ya o deniz !
Ah diyorum seni düşünüyorum sen yanıbaşımda boylu boyunca yatsan bile… ama nasıl..bir göz gibi görmek..bir kulak gibi duymak ..bir nefes gibi solumak...ama nasıl dişlerini geçirirken hayatına, dilinin kamaşması gibi...içinin irkilmesi gibi...ve de en ürkek yerinde patlayan o güneşin tohumunu çıplak ayakla ezmek gibi...ama nasıl damarınla kanınla dört başı mamur bir gezegen yaratıcısı olmak ve de en büyüğüne yaklaşıp orada yeni yeni küçük küçük yaşamları yaratmak gibi bir şeydi istediğimiz...sonuna geldiğini sandığında ve bir yerden inatla çıkan küçük tomurcuklar gibi..saksılara dikseydik de hep yanıbaşımızda kalsaydı seninle..ikimiz karşılıklı kutsal bir seremoni eşliğinde bakardık..gizli bir ayin gibi ,bir requiem gibi içimize tapınırdık..ikimize tapınırdık !

ah diyorum bu sessizlikte nereden çıktı şimdi..ki perdeleri bile henüz indirmemiştik ...güneş odaya bile dolmamıştı henüz..ve de alacakaranlıkla henüz seviştirmemiştik bedenlerimizi...nereden çıktı diyorum bu sessizlik..dudaklarının dili olsa da konuşsa şimdi...dillense dilin, dile gelse ...yok demiştin ...unufak olmayı bile beceremiyorum demiştin en son ..ben bunu hatırlar ve de onu kendime taç yaparım..dalların arasından dilin dökülür...geceye akar...gece akar...gece henüz ayak dibimizde değildi ama derim ...perdeleri neden çektin ...sana kızgınım şimdi..tüm otel odalarının perdelerini çektireceğim...sevişenler ulu orta görünecekler...uyuyanlar ulu orta görünecekler...yalnızlar ulu orta görünecekler...ki bilirsin otel odalarının o mahzun ışığı altında neler var..ki bilirsin seninle bir ekim gecesinin bir otel odasındaydık ve de ellerimiz denize hasret kokuyordu...denize çekilmiş tırnaklarını gördüm..kırmızı ojelerin denize çalıyordu...ayaklarında adı konmamış bir sahil kasabası ...ayak parmakların o parıltı sığınağı...! perdelerini çekeceğim tüm otel odalarının şimdi.. ve alacakaranlık kokacak tüm yatak odaları..!
ah dedim sana nasıl anlamazsın bu bir med cezir… gelir gider..gelir gider...sandal bir ileri bir geri sallanır..sular gelir sular çekilir..kıyılarda parıldayan o ilk suların titreşimi ...gelir ve gider ..gelir ve gider..ama biz kalan o parıltıya şaşarız..nasıl oldu birden böyle gözümüz kamaştı deriz...sonra kıyıya iner deniz kabukları toplarız evdekiler için...uyuyanlar için...uyandıklarında denizle uyansınlar diye...çokça toplarız...çok olurlar ellerimizde..o kadar çok olurlar ,o kadar çok olurlar ki ellerimiz kanar ..avuç içlerimiz kanar..taşıyamaz olur..ellerin suçu neyse..tüm suçu ellere yükleriz..tüm suçlu o ellerdi deriz...ama yok böyle değildi..biz sadece parıltı toplayacaktık yerden ...ve uyuyanların kulağına denizi fısıldayacaktık..nereden çıktı şimdi bu kan....kırmızı...akışkan sıvı...ellerimiz kurban bize..ellerimiz yerle yeksan...parıltı !

düşümde bir deli..düş-üşüm bir deli !

o otel odasının o ilk gecesinde basbaya parıltılıydı işte o ilk geceki rüyam…çokça Japon balığı görmüştüm…o otel odasının o ilk gecesinde seninle uykuyla uyanıklık arasındaki o ilk gecede…çokça Japon balığı vardı ellerimde..ve ellerime inat dökülüyorlardı ..sonra delinin elinden gördüm onları…dökülüyorlardı delinin elinden..deli çokça kızgındı bana…neden bana bakıyorsun der gibiydi..bana bakma ..çevir başını..japon balıklarımı ürküteceksin dedi ilkin …ve de usulca kuyuya koştu…o ilk başlangıca…!

deli o kuyunun başına geçip elinde kırmızı bir kovayla su çekiyormuş ama suyu gören olmamış ama o su var bilmiş...görenler anlamamış deli işi ya ne olacak demişler...çokça beklemişler ama hani bir şey olunca toplanan o insancıklar gibi..toplanmışlar kuyunun başına...ne olacak diye beklemişler..saatler geçmiş ama o deli aynı bilindik ritüelle devam ediyormuş..kuyuya kırmızı kovasını daldırıp daldırıp çıkarıyormuş sadece...sadece ritmik hareketler eşliğinde sessizce bunu yapıyormuş..gökte o sıra dolunay varmış..dolunayın ışığı kuyuyu aydınlatıyormuş...ayın o ışığı bizim deliye yol gösteriyormuş...çokça saat geçmiş..kalabalık huysuzlanmış yok demiş bunun sonucu yok ...sonra gitmişler yavaş yavaş o kalabalık dağılmış...onlar gittikçe azaldıkça onlar..bir ses duyulur olmuş kuyudan ...bilinmedik bir ses ..iç ses gibi...sanki biri bir şarkı mırıldanıyormuş deli bile duymuş o sesi ama aldırmamış...kova aşınmış..ip aşınmış..avuçları kanamış...ama bitirmemiş... kalabalık tamamen yok olmuş..deli bir kuyuya taş atmış...kocaman bir taş ..mermerden bir taş ..sek-sek oynayan çocuklardan aldığını söylemiş herkese.üstünde kiremitle çizilmiş turuncu turuncu çizgiler varmış üstelik...yazmayı yeni öğrenen çocukların elinden çıktığı belli turuncu çizgiler...kuyudaki o ses o müzik turuncu ezgiler çalmaya başlamış...deli böyle demiş...yemin ederim kuyudan turuncu müzik çalıyordu diye seslenmiş ..tüm o gidenlere...ama gelen olmamış...gelen olmamış..kimse o turuncu müziği duymak istememiş...deli üzülmüş...ilk defa anlaşılabileceğini inanmış..ilk defa gerçekten deli olabileceğine inanmış...ama inandıramamış...birden büyük bir patlama duyulmuş....kuyudan gelen bir patlama...kuyudan bir sürü turuncu japon balığı fışkırıyormuş....binlerce turuncu japon balığı ...binlercesini tek seferde saymış..buna bile yemin edebilirmiş...çokça sevinmiş deli buna...çokça sevinmiş ve o kadar sevinmiş ki yerden kiremit taşından bir sek sek çizmiş...sonra kendi başına oynamaya başlamış...sayıları geçtikçe biraz daha kayboluyormuş... sayıları tek tek geçtikçe biraz daha siliniyormuş silüeti sanki..ellerine bakmış 7.sayıya geldiğinde..göremez olmuş..sanki astral seyahate çıkıyormuş...sanki bir başka turuncu evrene gidiyormuş elinde ki turuncu taşla....8e geldiğinde artık devinim başlamış...dönüp duruyormuş..tıpkı 8 gibiymiş..vücudu 8 gibi olmuş...görünmeyen ellerinden karıncalar çıkmış..görünmeyen ellerinde karıncalar 8 çiziyormuş...korkmamış hatta eski bir huzur duymuş...kuyuya bakmış japon balıkları bile 8 çiziyomuş...her şey sonsuzlukta mıydı yoksa demiş birden deli..anlamış...ve de her şeyi anlayan insanların o vakur gülüşü gibi bir gülüş takınmış..ama gülüşünü görmemiş...görülmezmiş gülüşler..görülmezmiş ki..görseydik belki de hep gülerdik ...görseydik gülüşümüzü belki de güldürebilirdik insanları gerçekten ...bunları düşünmüş...tüm o gürültüyü duyan insanlar tekrar kuyunun başına gelmişler...ama gördüklerine inanamamışlar..japon balıkları rakkase gibi dans ede ede 8 çizişlerine bakakalmışlar...deli yok olmuş...astral seyahate çıkmış...artık sürekli seyahat edecek büyük bir turist...turuncu deli... ve de japon balıklarının efendisi...!

sabah oldu sen delilik kustun !

sabah olmuştu perdeler hala inik…uyuyanların perdeleri…sevişenlerin perdeleri…yalnızların perdeleri..hepsi inik…alacakaranlık henüz…ve de henüz doğmadı güneşin parıltısı o otel odasına…
kus, ben ellerimi açar o parıltıyı yakalarım her şekilde..deliliğin parıltılarını..ki zaten öyle oldu..sen kustun ben telaşlı telaşlı ellerime dökülenleri aldım kavanoza koydum...cam bir kavanoza..içi görünenlerden ..içini görebilirsin..içimi görebilesin diye..içimizi görebilelim diye...sonra aldım onu güneşe çıkardım...perdeleri çekilmiş odamızdan sızan o güneşe..içinden yeni yeni küçük filizcikler yeşersin diye..acı çeksin de dönüşsün diye..dönüşecek dönüşüm başlıyor sabah olduğunda güneş sırf bu küçük kavanozu aydınlatsın isterim şimdi..fena halde bencilim ..sadece ikimize ait bu kavanozu ısıtsın ve de içindeki o parıltıyı seviştirsin isterim kendi parıltısıyla...fena halde doldurduk kavanozumuzu...mesuduz..acıyla yoğrulduk ama kelebek olacağız sabah..herkes işine gücüne gidecek ama biz telaşlı telaşlı çiçeklere konacağız..hem de çıplak ayaklarımız..sersemce uçacağız..ah işte bütün bunlar içindi bütün nedenler..tanrı içimize yerleştirmiş en pis gülüşünü..requiem olmuş bizi kutsamış..biliyorum .... kelebek olacağız…8 sayısındaki o devinim gibi…


Sürekli sek-sek


Sol ayağım 8.karenin tam ortasında…taşı yerinden alıyorum…arkamı dönüp tekrar başlangıca gideceğim çünkü oyun buydu hep bildik…çünkü olsa olsa gizli bir devinimdir aşk…hep bildik …tüm o sevişenler,tüm o uyuyanlar,tüm o yalnızlar yine o otel odasında…güneşi bekleyecekler ve de güneşle irkilip güneşle uyanacaklar…ama henüz yok..henüz kavanozlara koymamışlar ruhlarını…ve de esrik rüzgara asmamışlar kurusun diye..!

8.karenin içindeyim…ve tekrar 8 den geriye doğru yavaş yavaş,ayaklarımın ucuna basa basa gideceğim..incitmeden,kırılgan ve de naif… usulca…parıltı !


Aslında her şey…

8 den geriye doğru sayacağım ve açacaksın gözlerini, 8 7 6 5 4 3 2 1..aç gözlerini ..uyan..kendini nasıl hissediyorsun…?



Murat Uyanık


M.C.Escher

tek ayağı

müziğe karşı aklımı daha yavaş sürüklüyor

bir yugoslavla karşılaşıyoruz ben üstelemeden pekala değişime hazırım Yugoslavca konuşuyorum sonra Yugoslav dilini tutuyor aklım almıyor

müizğie karşı Yugoslav daha yavaş pekala düzeltilir

iki coğrafya birbiriyle yer değiştiriyor Gagavuz kuşuyla o araznin bakışı gibi yaoarak seyrediyoruz o arazinin bakışı her şeyi kabul ederek sessiz

ama sessizlik ağzımda cümleden farkız nasıl olur

ama sadece ben biliyorum
iki kuş sırtlarınıdda çıkararak kanatlarını yer değiştiriyor
Gagavuz kuşuyla ben kalıyorum Gagavuz kuşu tek ayağı üsütnde bir taşımn üsüütndee ben ellerim ceplerimde kendim görüyorum amaa Gagavuz kuşunu daha ilgi çekici buluyorum
Çünkü onun göğsünde elbette bir rüya her şeyy ilgisizliği

Haa ha haa ben Gagavuz kuşu gülüyoprum



Evrensuhte

fonda şarkıdan hiçbir iz yok...

fonda şarkıdan hiçbir iz yok sesi ağzında hiçbir iz bırakmamış güneş daha hızlı aklımı tek bir noktada bulana kadar
uçurumdan bir miskal iz yok şimdi oldu bir vakit aptalı gibi güneş
her seferinde tarlalara düşüoyr tarla kuşu dibime düşüyor kanatları ağzında belki hırsından üzüntüsünden
tam 25 saattir bu örtüye sarınmış aklım bir karganın gagaları üstünde
biçimssiz
fonda aklımı tek bir noktada bulana kdar hiçbir iz yok aptaln güneş gagaları üstünde kanatları ağzındaa ağzı her seferindee gagaları üstündeee bir vakit aptalı güibi güneş fonda tarlalara düşüyorrr tralar kuşu ayakkabımın dibine düşüyorr 25 saattirr aklımdn bir iz yok aptal gibi düşmüş o kargaa fonda güneşin karganın gagasından hiç bir iz yok

beni bırak biraz daha uyuyacağım güneşin burayı bulması imkansız



Evrensuhte

NAKK-AŞK

Hiçbir zaman annesi olamayacağım kadınları doğurduğum gün ayrılıklara gebe kaldım. Ruhumun kuytularında kendimi hezeyan kılıklı adamlarla aldattım. Gözyaşından küpeler taktım kaybettiğim ben’in geride kalan silüetine. Hiç ait olmadığım şehirlerde hiç ait olmadığım bulutları giyindim. Yağamadım bir türlü hayallerimi, yağmalandım. Gözlerimi açık arttırmayla satın aldılar. Sözlerime bir hüzün devletinin diktatörü el koydu. Sessizlik bir mülteci çaresizliğiyle kendi karanlığından kaçıp kalbime sığındı. Sen o sessizliğin korkulu rüyasısın… Ey Tanrı! eğer oradaysan bir tan kızıllığında parçan olduğumu hatırlat bana. Gücün yetmiyorsa gözlerin yanacak, gözlerinim… Belki bu yüzden görmüyorsun ellerim inciniyor bak, ellerin…Yalın bir yalnızlık yalpalayarak yürürken damarlarımda, basınç yapıyor bileklerime ama ben yine de küçük patikalar çizmeyeceğim tenime. İçim içime sığdı işte…
Ne çabuk bir çöl güneşinin susuzluğuna büründüm. Bir nakkaş gibi aşkı işledikçe kalbim kalbine, kendini tüketti. Sonunda sapı sedeften bir sorguç iğnesiyle kendi gözlerini kör etti. Aşk ecel, ecel tek ezeldi. Ecelin bilinmezliği, ezelin sonsuzluğu ürpertirdi. Ne çok korktum. Ne çok yoktun. Tek gözü sorguç iğnesiyle kör olmuş korsanların, ağzına kadar mutlulukla dolu defineler aradığı bir adaya düştüm. Ve bu düşüş henüz bir ihtimalken yanıma almak istemeyeceğim üç şeyden biriydi yokluğun... Ey Tanrı! Çok yoruldum! Bu işte parmağın varsa bil ki gözlerin acıyacak…
Benim sivil toplum örgütlerim yok ki dünyamı kurtaracak. Ama şimdi, aralık penceremden içeri bir viyolonsel doluyor, galiba aşk devrim yapacak. Kurtulacağız ey nakkaşlar! Fakat şüphelerim var; insanlık her banyo yaptığında küveti kaplıyor üstlerinden akan yalanlar… Ben yine de ilk önce seni seviyorum demeyi öğreniyorum yabancı bir dilde. Ve her akşam eve giderken kalp şeklinde kurabiyeler alıyorum.
Çünkü sevdiği şarkıyı otobüste düşürmüş bir kalbi ancak bir kalp kurtarabilir.


özge özen

Günce

Yaşadığı dünyayı keşfetmeye çalışıyordum,boşluğunu,içini dolduran her şeyi,buna dair hiçbir fikrim yoktu.çok kapalı bir alanda yetiştiğim söylenemez yine de bazı şeylere dair bilgim zayıftı.aile bireyleri helikopter misali sürekli tepemdeydi,bu ses beni deli ediyordu.neye,nasıl bakacağımı,kriterlerimi ne şekilde yapacağımı bilmiyordum.çok hassas değildim,kadın olmak hassas olmak demekti bunu gözlemlemiştim,yapamayacak kadar soğuktum ben.
Eylül için hazırlanıyordu yaşadığım şehir,bense aylak aylak dolaşıp,kitap ve dergilere abanıyor ne yapacağımı bilmeden sürekli dağılıyordum.çok sıkılmış,yorulmuş,ne olduğunu bilmediğim bir bunalıma girmiştim.özel sayılmazdı,yeni değildi.ama her seferinde beni eskittiğini hissetmeye başlamıştım.onu bu zaman zarfında tanıdığım ve değişmeye başladığımı hissediyordum,çok ilginçti,duygu tozlarıyla tanışmıştım,arada bir kalbim bile sıkışıyordu fakat bu çok anlamsızdı.çok öfkeliydi eylül yada bu şehri yıkamakta kararlıydı..bulutlar kalın gövdelerinden yırtıldı bir akşamüzeri,ağlıyorlar mıydı,dağılıyorlar mıydı anlam verememiştim,anlamlı bulduğum tek şey dışarı çıkıp ıslanmaktı.karınları patlamadan, yağmurdan önce duyduğumuz o gürültülü sesleri de duymamıştım..giyinip caddeye çıktım,nasıl bir kahkaha vardı yere koşan sularda,nasıl bir doygunluk anlatamam..ay yoktu o gece,yıldızlar yoktu,ağzını açtıkça dişleri parlayan yağmurun kahkahaları vardı koştuğum,yürüdüğüm her yerde.insanlar sığınacak yerler arıyorlardı,mağazalara,apartmanlara.onları bu yoğun kahkahadan koruyacak bir şapkaya,bir kutuya koşturuyorlardı.ben tadını çıkarıyordum,bu denli suya gömülmemiştim,ne derin bir hazdı.tüm havayı içime doldurarak,insanlara bakıyordum,onlarda bana tabi...

Ona asla kızamıyordum,yumru gibi oturmuştu içime,içimde yerini bilmediğim bi yere.kangren oluyordum sanki,taşıyamıyordum onu,elime bıçak aldıkça daldıracağım yerden uzaklaşıyor ve daha çok dağılıyordu vücuduma..daha çok..her yerime bıçak atmak gelmiyordu işime,denemek istiyordum,yapamıyordum.bu hastalığı yenemiyor,sürekli yutkunuyor,yutuyordum.
Her gün biraz daha genişlemeye başladım toprağa doğru..yaşamak nedir bilmek istemiyor,insan denen et yığınının,ruhla bütünleşerek yaptığı her şeyden kurtulmak istiyordum..kitaplara dalıyorum.oralarda ki şehirleri,karakterleri gözlerimle besleyerek,kafamı onların dolambaçlı kafa sinirlerinde eritiyordum..



e.yalçın
ağustos onüç


Kelebek

Her türlü ve biçimdeki içi siyah göz göz odacıkları olan tüm kelebek kanatlarını daha özgür olsunlar diye yani bu gördüğüm tüm kelebekleri özenli bir biçimde daha önce hiçbir şeyi bu kadar detaylı düşünmediğimden olsa bedenleri ortaya çıkacak şekilde tutup keserdim. Tamam kabul ediyorum fevri bir hareket diyelim ama ben neyim ki varoluşu yeniden şekillendireyim?



Görüntüler sesler var. ellerinde son kozları daha henüz kimse sürmedi ancak kanırtıyorlar yinede yüksek hayat yapıcıları. Profesyonel kumarbazlar Ya da üç liraya zar atan romantik hayalperestler. Bu da Bir şey demek değil biliyorum. Bağlantı kurulan noktalarda sıralanıyor özne nesne nesne özne sonra yine aynı diyalektik. daha az acı çekmek Ya da daha güzel biraz biçimsel biraz keskin olsun da istemem. Çünkü nasıl başladığımı tam olarak bilmiyorum neresinden tutsaydım da ama biraz da şans ister değil mi elimde kalmasaydı. Bu odaya bu kadar anne bu kadar götü boklu ihtiyarı ve bu kadar genci kim topladı. Ben görmek istemiyorum bu leş kokan görüntüyü zorunda değilim ama seviyor ve kalplerini özümseyebiliyorum. Önce an. Tamam sonu yok bunun. Anı değil yanlış anladık bu geçmiş yaşansaydı “gerçek”ten böyle olmazdı.bir adım ben beklerim sessizlik sonra gelen ziyaretçiler. Öyküler katlanma gücüne iyi gelir ve dayanıklılığı arttırır.melankoliyi sevmem çok aptal işidir “gerçek” böyle yorumlanamazdır.modern psikiyatriye inanıyorum ancak eksik kalan çok yönü var.bazı şeyler nedensizdir ve imkansızlığın vücut bulduğu bu nokta sanki kulağıma zayıf bir ıslıkmış gibi geliyor. Melankoliyi sevmem ancak gerçeküstücülük mühimdir. Gün boyu yaşamdan görüntü ve sesler tamam kabul bunlar gece niye uykuyu destekler?tamam bir terslik yok burada da.tüm büyük ihtiyaç ve gereksinmeler karşılanmayınca mı doğuyor uzaklara gitme isteği. Konular ve hikayelerin artık bir önemi yok. Geçmişe bakmayın orası orda. Dildir sadece kurgulayandır artık yapı bozumu ile bağ bozumu zamanıdır.bu akıl sanki en çok ondan uzak durmaya çalışan gözünde yaş kalmamış mihazsız yarı suskun isteksiz konuşkanları tehdit eder. Tamam buna da kabul herkesin çok derdi var üstlerine gitmeyelim. Yeme ve kusma artık bir gereksinimse benim aklım ilk baş ikiye sona üçe ve dörde böldü tüm varoluş kategorileridir bunlar aslında. Önce çirkinler ve zayıflar ölür. Başarılar başarısızlıklar kim neyle başa çıkıyor ironik. Tablonun bu kendiliğinden olan içinde barındırdığı koyu sarı mavi ve gri renkleri gibi sanki tüm cevapları barındırıyor sırıtıyor gölgesinde saklı yinede. Sizi bir yere götürmem daha önce çok gittiniz bence. Arka plan daha kontrast orası köpeklerin görebildiği bir yer siyah Ya da beyaz keskin dişleri ve çarkları olan birbirine geçmiş ve birbirinden ayrı bir o kadar yine de. Sizi bir yere götürmezler çünkü ama ve belki ile başlayan cümleler olmasaydı.



Bu hayat yaşanılan tüm alanları ve biçimleri dahil hepsi; bir ahlak ve ego probleminden başka Bir şey değildir. Bunu ben uydurdum söyledim ve oldu. Belleğim akrep soğukluğunda hissediyorum nefes alışverişime ihtiyaç duyuyor genelde. Sizi bir yere götürmem ama oyala bakalım tuzak değil bu. Et ve düş. Kendi türümün yoksunluğu savurganlığı ve boşluğu benim bahanem nedenim yok basite de indirgemiyorum. Bütün sorun sanırım benimle birlikte kim yaşıyordu? Her şey bariz ortada mı yoksa kendime acı mı yaratıyorum.kimi zaman evet kimi zaman hayır bunun yanıtı. İşittiğim bu yanılmıyorum umarım. Tadı yok et ve düş. Belki ölünce anlayacağız her şeyi belki de hiçbir şey anlamayacağız. Çağırıyorum onu bakıyorum dul kadın aşkı gibi çaresiz gelmeye niyeti yok gibi. Seçilmişiz varız derken uzun uzun tartışılıyor var olduğumuz için mi düşünüyoruz düşündüğümüz için mi varız?atın bunları çöpe .herkesi yine topladılar bir yere konuşmanın gereksizliğini anlattılar. Akıl diye us diye yaşamdan pay biçecek birilerini oralara götürecek hediyeler verdiler yaşam payı verdiler. Doğduğum yerdeki balıkçı diyordu; bir ayakkabıdan bir de kadından anlarım diye. Ben kadere inanmıyorum çünkü varım. Ben kadere inanıyorum çünkü öleceğim. Aslında gerçekten kimse üzülsün istemezdim ve bu sözcükler olmasa hepimiz şimdi ölürdük. Bazıları erken ölürmüş her ölüm erken ölüm değilmiş. özne nesne özne nesne sıralanıyor yine. Ben bir dünya yaratmaya çalışmam artık. Bir kadın görüntüsü uzaktan tamam bu sefer.yaratmak yıkmak bir yere gitmiyorum kimse bilmiyor uzalıp kısalmıyoruz. O kadın kendini özel zannetti ve haklıydı. Benden uzakta iyiydi. Ya daha kötüye ya daha iyiye gitsin yok gitmiyorum kendimi gerçekle yeniliyor yanılıyorum. Omuzlarımı ayaklarıma indiriyorum. Üç sene önce hiçbir şeyi dayanak almadan yıkıp kasıp kavurduğum tüm değerler şimdi bana can veriyor.kendimizi önemsemeseydik belki bu kadar düşünmezdim. Yıktıklarını yapmak gibi tuhaf bir amacım var görmek istiyorum olanı gözüm biraz kapalı bir terslik var bunda. Aktarıyorum nedenini yitirmekten korktuğum bu duygudan öte bilmekten korktuğum neden-sonuçtan öte hissedemediğim bir duygu bile değil tam olarak. Sadece bir neden söylenemeyen içi boşaldığında dolamayan ama gidip gelen tavan zemin arasında olabilir biraz sıkışmış bir neden.nasıl başladığımı bilmiyorum varoluş defosu biraz kulaktan dolma söylenenleri arşivledim. Arzu güç ve iktidar. Paha biçilmez ama pay biçilebilir adlarına onların küçük yaşam pastalarına. Yakından uzaktan alakalı olabilmeli ve mutsuzluk dinginliği getirmeliydi.sevgi bir ihtiyaç yok olmadı hedefe giden yolda bir amaç. Çoğu mit bunların bir kısmı efsane. Gerçekler zamanla anlaşılır dedi sonra da durdu gerçekle işimiz yok aslolan hakikattir dedi.



Beni henüz tanımayan dünyadaki tüm ötekiler an demiştim ya şimdi kendilerine bir şeyler fısıldayıp gittiler ıssız yerlere dağlara fiyordlara vadi aralarına sızdılar. Güçlü zannedebilirdiniz ama çelimsizlerdi. Yüreklerinde birikenleri duymasınlar diye kısa küçük adımlardı aslında hepsi yalnızlık telaşındandı ve zaten yoktu.



İnsanlara sadece yalnız olduklarında bak ve bu sözcükler olmasa hepimiz ölürdük!


Nem