Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

Permanent Vacation



“Benim adım Aloysious Christopher Parker ve bir gün oğlum olursa adı Charles Christopher Parker olacak,tıpkı Charles Parker gibi ama dostlarım kısaca bana Allie der ve bu da benim hikayem veya hikayemin bir bölümü.Size çok şey açıklayacağını sanmıyorum ama hikaye dediğiniz nedir ki zaten ?.Olsa olsa şu noktalarını birleştirince tanıdık bir şeyin resmini ortaya çıkardığınız türden bir çizim olabilir.Olan biten sadece budur işte!.Benim için işler böyle yürür.Bir yerden, bir insandan kalkar bir başka yere ya da başka bir insana giderim ve işin doğrusu,aslında fazla bir şey de değişmez.Çok farklı türde insan tanıdım.Onlarla takıldım,birlikte yaşadım,kendi küçük rollerini oynamalarını izledim ve benim için tanıdığım tüm bu insanlar sanki bir dizi oda gibiydiler,tıpkı vaktimi geçirdiğim o yerler gibiydiler.Yeni bir odaya ilk kez girdiğinde merak içindesindir,bir lamba,bir tv seti,artık ne varsa ilgini çeker ama bir süre sonra o yenilik duygusu kaybolur hem de tamamen.Ve işte o zaman ortaya,sıkıntı ve endişe çıkar,ürkütücü bir dehşet duygusu.Neden söz ettiğimi anlamıyorsunuz sanırım.Her neyse,galiba burada anlatmak istediğim husus,bir süre sonra bir şeyin sanki bir sesin sizi uyarması ve size “ayrılma vakti” geldi demesidir.Başka yerlere gitme vaktidir artık.İnsanlar temelde hep aynıdırlar.Belki farklı bir buzdolabı,tuvalet vs. kullanırlar ya da başka bir ıvır zıvır.Ama o şey size seslenir ve yeniden amaçsızca sürüklenmeye başlarsınız.Siz gitmek istemeseniz bile,bazı şeyler size yol gösterir.Ve işte,şimdi burada konuşulan dili bile anlamadığım bir yerdeyim.Ama bilirsiniz yabancı her yerde yabancıdır.Ve hikaye ya da hikayenin bu bölümü oradan buraya nasıl geldiğimle ilgili ya da belki, buradan buraya nasıl geldiğimle ilgili demem gerekirdi .



Herkes yalnızdır,zaten bende bu yüzden sürüklenip duruyorum.İnsanlar bunu delice buluyor ama sürüklenirken yalnız olmadığını düşünmek aslında yalnız olsan bile daima yalnız olduğunu bilmekten daha iyidir.Bazı insanlar vardır,hırsları ve çalışma motivasyonlarıyla kendilerini oyalayabilirler ama bu bana göre değil.İnsanlar benim gibilerin deli olduğunu düşünürler.Herkes buna inanmıştır,yaşam biçimim yüzünden yani.Bilemiyorum belki de bunun tehlikeli olduğu bile söylenebilir,ama bu benim için tek çıkar yol.Annem de bu insanlar gibiydi.Bana,böyle davranmamın kötü olduğunu söylerdi ama babam ölüp gittiğinde deliren o oldu.Fakat artık umurumda değil.Kafamı yormak bile istemiyorum.O duygu gelince biliyorum ki yine bana yol göründü.

Artık açıklanabilecek hiçbir şey kalmadı.Zaten başlangıçta izah etmeye çalıştığımda buydu.Ben öyle biri değilim.Bir işim,bir evim olsun,vergi ödeyeyim istemiyorum ama bir arabam olsaydı şikayet etmezdim.Yine de bilemiyorum.Şimdi uzaklaşıyorum ya,oradayken bulunmak istediğimden daha çok arıyorum orayı.Diyebiliriz ki ben bir turistim,sürekli tatilde olan bir turist.”



Allie,toptan patırtı !



kırmızı başlıksız diyalog

kksal:
murat

kksal:
orda mısın

kksal:
nasılsın

psychedelia:
iyiyim ya sen

kksal:
fena diil

psychedelia:
neler yaptın

kksal:
pek bi şey yapmadım

kksal:
bizimkiler yo ktıu

kksal:
evde yalnızım

kksal:
onun tadını çıkardım biraz

psychedelia:
: )

psychedelia:
ne gibi

kksal:
televizyon seyrettim mesela

kksal:
3 tane dizi seyrettim

psychedelia:
: )

psychedelia:
ne gibi diziler

kksal:
dört yıldır izlemiyodum televizyon

kksal:
cnbc e de bi kaç bi şey

kksal:
bi de afrikayı verdi

kksal:
yarıldım ya

kksal:
artık suç o kadar dağıtılmış ki

kksal:
deleuze un bi sözü vardır

kksal:
kapitalizmin dışındakiler yalnız şizofrenlerdir diye

kksal:
yani bi tür şizofreniye meyil etmemizin sebebi bu sanırım

psychedelia:
hım

psychedelia:
çok sevdim bak bu sözü

kksal:
bu herifçinin bi sözün ü daha çok severim

kksal:
hukukta da hep bir referans noktası aranır

kksal:
en somut referans noktası insanın doğasıdır

kksal:
tabi yarık bişey

kksal:
hob bes un ünlü sözü vardır

kksal:
insan insanın kurdudur diye

kksal:
yani savaşçıdır felan demek istiyor

kksal:
bugünkü durumu da meşrulaştırmak için çok kullanılır bu argüman şehirlerin kuruluş amacının güvenlik kaygısıyla biraraya gelmek olduğunu söylerler

kksal:
güney amerikada bir anakent bulundu

kksal:
ilk kent anlamında

kksal:
etrafında ne bir sura rastlandı ne de savaş aletlerine

kksal:
bin yıl barış içinde paşa paşa yaşamışlar

kksal:
neyse deleuze un sözüne geleyim

kksal:
insanın doğası yo ktur

psychedelia:
tuttum bu herifi

psychedelia:
im bu

kksal:
post-modern filozoflardan

kksal:
aslında doğru yerden patlattı modernizmi

kksal:
ama şeye benziyo yaptığı

kksal:
bi radyoyu parçalara ayırıp bu bozuk demek

kksal:
ama nasıl tamir edileeği konusunda hiç bir şey söylememek

kksal:
nihilizme götürüyor tabi bu da

kksal:
bence kült kitaplardan biri şu

kksal:
zygmund bauman diye bir sosyolog var

kksal:
onun parçalanmış hayat diye bir kitabı var

kksal:
imi bile cuk be

kksal:
ismi

psychedelia:
:)

psychedelia:
ben beckette sardım

psychedelia:
bu ara

kksal:
sürekli egoma doğru savruluyorum

kksal:
sende de oluyo mu bu

psychedelia:
bende tarifsiz an çok var..ya da tariflendirrmeye korktuğum an diyelim bunın adına...sanki ismini koysam daha da kötü oalcakmış gibi..o yüzden bir köşede duruyorlar ..bazen kafasını kadlrıyor beni alaşağı etmeye çalışıyor o şey neyse ama her seferinde kafasına vuruyorum biraz direnoyr sonra susuyor..böyle yüzlerce gece var...

psychedelia:
gizli bir telaş duyuyorum...nöbet gibi..titreme gibi

psychedelia:
yalnız yaşasaydım o anlarda ne yapardım bilmiyorum...

kksal:
keşke biraz el becerim olsaydı

kksal:
örgüye başlardım hemen

psychedelia:
küçükken hatırladığım makrame falan vardı sonra onu saksılara asarlardı...bir de renkli renkli boncuklar kondururlurdu üstlerine..

kksal:
valla eroinman bi arkadaşım var

kksal:
herif yani

kksal:
junk yapıp kanaviçe yapıyo

psychedelia:
boşalmak için belki...günü gelip kendi kusmuğunda boğulmamak içindir belki...mastürbasyon gibi

psychedelia:
sen ne yapacaksın ?

kksal:
ben doğrudan mastırbasyon yapıyorum

psychedelia:
:)

psychedelia:
en iyi çözüm ...kısa bir sekans gibi...demirkubuz fimlerinde ki o kısa an gibi dğeil mi...insanların türlü türlü yöntemleri var boşaltmak için beynindekileri ...yoksa neye yara onca şey...keşke kabuğumuz olsa kırabileceğimiz...terliksi olsak ...yapışkan bir sıvı aksak...akışkan bir sıvıya dönüşşek...ruhumuz aksa...

kksal:
travmatik bi şey yaşadım ya

kksal:
ihanetyani

kksal:
bi ara tecavüz ettiğimi hayal ediyodum

kksal:
yani bunu gerçeklite yapmam tabi ki

kksal:
ama içimdeki hayvanın bundan tatmin olduğunu görüyordum

psychedelia:
karşıkonulmaz yanlarımız var..ne kadar yok desek de en "ilkel" yanlarımız var...istemez görünüp nice istediğimiz şey var...dudağının kenarında çıkan küçük bir yara gibi..halbuki dilinle oynamasan iyileşeck o yara kapanacak ama dilimiz değer her seferinde..o yara bir türlü kapanmaz...bunun gibi...

kksal:
yalovada hayrettin karacanın bi yeri var

kksal:
ne deniyodu bi süsü ağaç olan yere

kksal:
adını unuttum

kksal:
oraya gitmek lazım

psychedelia:
pastoral bir resim gibi

psychedelia:
hadi biraz cümleler kuralım

kksal:
cümle kurma değil de kelime oyunlarıyla gidiyordum

kksal:
zürafabalığı gibi

kksal:
köpükbalığı da diyebiliriz

kksal:
iki ay önce saplantılı olduğum hatuna nette rastladım

kksal:
bi terapi alıyodum aslında

kksal:
onu kestim ve direk komaya girdim

kksal:
nefret koması

kksal:
bu kadar nefret nasıl duyalabilinir

kksal:
deniz diye bir arkadaşım var

kksal:
o da pis çizdi bi hatundan

kksal:
passion diyoruz kısaa

kksal:
çizgiyi geçtiğin bir şey

kksal:
o da herkesten nefret ediyor şimdi

kksal:
böyle yaşanmaz diyor

kksal:
gerçekten de yaşanmaz yani

kksal:
iki yıldır ıhlamur içmeye geçicem sözümona

kksal:
daha onu bile yapamadım

kksal:
ıhlamur ağacı gördün mü hiç

psychedelia:
ben gerçek anlamda hiç ağaç görmedim...ağaçları bilmem...çok kırığım ve de üzgünüm buna...hangi ağaç hangi meyve verir hiç bilmem...sanırım sadece gövde,dal,yaprak üçlemesiyle öğretildi bize ağaç...ne kadar fena bir durum değil mi....ah benim zavallı kentli yanım...

kksal:
benim şansım şundan oldu sanırım

kksal:
annanemler trabzonda köydeler

kksal:
fındıkçılık yapıyolardı

kksal:
çocukluğumda çok gitmişimdir

kksal:
oradan bildiğim bir şey var

kksal:
insanı mutlu eden şey bolluk değil

kksal:
trabzonda bi lokanta vardı

kksal:
onu anlatayım sana

kksal:
ismini unuttum ve acı bişekilde bi kaç yıl önce kapanmış bir yer

kksal:
yüzotuz yıllık bir yerdi

kksal:
ve sadece pilav satıyordu

kksal:
öğlen birbuçukta da bitiyordu

kksal:
böyle şeyleri unutmazdım

kksal:
hafızam balığa döndü

psychedelia:
aklıma bir fikir geldi

psychedelia:
sende kabul edersen bugün tüm konuşmalarımızı bloğa koymak isriyorum aynen

kksal:
olur

psychedelia:
özel isimler kalsın mı

kksal:
kalsın

kksal:
kendimizden başkasından bahsetmedik sanırım

psychedelia:
ettik

psychedelia:
bir arkadaşından bahsetitn

psychedelia:
ondan deidm

kksal:
sanırım anafikre karşı çıkmaz o da

psychedelia:
hım peki o halde...

psychedelia:
başlık bulmalı

kksal:
onu sana bırakıyorum

psychedelia:
: )

psychedelia:
zor işleri sevmem

psychedelia:
zoru gördü mü kaçarım ben

psychedelia:
: )

psychedelia:
: )

psychedelia:
bulamadım henüz bir başlık

kksal:
ben önereyim bir tane

kksal:
kırmızı başlıksız diyalog

psychedelia:
tamamdır...

The Painted Veil



Yönetmen: John Curra
Senaryo: Ron Nyswane
Oyuncular: Naomi Watts ,Edward Norton,

Yıl 1920, Londra. Üst sınıf baloların revaçta olduğu yıllar. Bu sınıfın kadınlarından Kitty, aykırı duruşu ile annesinin canını sıkmaktadır. Yuvadan uçma zamanı gelmiş hatta geçiyordur. Evlerinde düzenlenen bir baloda bir çift soğuk bakış onu aramaktadır. Dr. Fane aşkı yaşamak, bilmeden ihaneti öğrenmek için onu beklemektedir. Kitty, annesinden dolayı onunla evlenmeyi kabul eder. Sıkıcı, memnuniyetsiz, İngiliz koloni topluluğunun yaşadığı Şanghay’a giderler. Kitty kocasına aşık değildir, aşksız yaşamakta mümkün değildir. Konsolos Charles Townsend’la aralarında fırtınalı bir ilişki başlar. Dr. Fane bunu öğrenir ve her suçun bir cezası olmalı diyerek onu kolera salgının ortasına Mei-tan-fu’ya sürükler, ihanet etmemiş olsaydı, burası bir kadına göre değildi. Ama o sadakat adlı çiçeği kopararak, bunu hak etmişti.
Ölümcül salgının yayıldığı bu topraklar onlar için dönüm noktası olacaktır. Birbirlerini keşfedecekler, duygusal tuzakların kapanından kurtulmayı öğreneceklerdir. Aptallıkları, gururları ile yüzleşip, bağışlamayı, şefkati, sadakati tanımlayıp, tanıyacaklardır. Ve Kitty kocasına hatasını çok narin bir şekilde ifade edecektir: Sen beni Venedik’teki bütün müzelere sürükleyip, kanalların mucizeleri hakkında zırvalayan, iç deniz denen şeyin özelliklerini anlatan kişiydin. Çok farklıydık, ortak noktayı bulmak istemedik.
Film, müzikleriyle; Asya’nın sulak ve sıcak topraklarıyla; insanları yok eden, etlerini çeken kolera salgınıyla; manastırda ki misyoner rahibeleriyle; kopuk, soğuk, sürgün edilmiş komser yardımcısı Waddington’la; aşırı milliyetçi albay’la, karışık bir desenle dokunmuş. Hiç kimse Çin’de sebepsiz yere değildir. Hepsinin amacı vardır.
Filmin sonunda mucizelere yer vermemiş yönetmen. Ölümün serinliğini, üstümüze sindirecek kadar realist.
Naomi Watts, her zaman ki gibi çok iyi.
Edward Norton; Primal Feer, Fight Clup, Frida, Red Dragon, 25th Hour, Amerikan History X, The İllusıonıst, Italian Job, filmlerinden aşina olduğumuz bu soğuk Amerika’lı bütün elbiseleri taşıyacak kadar usta olduğunu ispatlıyor.


Emine Yalçın

The Hoax



Yönetmen Lasse Hallström
Senaryo William Wheeler, Clifford Irving
Oyuncular Richard Gere, Alfred Molina, Hope Davis, Marcia Gay Harden, Stanley Tucci
Filmin Türü Komedi, Drama
Orijinal Adı The Hoax
Yapımcı Firma Miramax Films
Yapım Yılı 2006
Yapım Ülkesi ABD
Orijinal Dili İngilizce
Filmin Süresi 115 dakika
Resmi Sitesi http://thehoaxmovie.net/


Amerikan tarihinin en büyük sahtekarlıklarından birine imza atan Clifford Irving’in gerçek hayat hikayesinden uyarlanmış olan film,film olan kitaplar serisinin en çarpıcı yapımı.Filmin yönetmenliğini,Chocolat, Casanova,What’s Edting Gilbert Grape,Cider House Rules filmlerinden tanıdığımız Oscar’lı yönetmen Lasse Hallström üstlenmiş.Kalemin kuvvetli bir güç olduğunu ve ne kadar ileriye gidebileceğini görüyoruz bu filmde.Yönetmen ve senarist, C.Irving’in kitabını okurken çok etkilendiklerini ama onun karakterini birebir çizmenin çok zor olacağını,bu yüzden daha çok insani öğeler yükleyerek bu karakterin canlandırılmasını düşündüklerini ifade ediyorlar.Filmi izlerken bir insan nasıl bu kadar yalancı,utanmaz olabilir diyoruz,karşımızda ki karakter,yumuşatılmış bir karakter oysa.
Altın küre ödüllü Richard Gere’in portresini çizdiği C.Irving,bazen iyi bir eş,sıcakkanlı bir dost,zeki ve yetenekli bir yazardır.Ayrıca kadın düşkünü bir erkek,sürekli yalan söyleyen bir sahtekardır.İşleri yolunda gitmeyen,yazılarının sumenaltı edildiği bir dönemde sancılı günler geçiren ırving,bu çöküşten kurtulmak için bir şeyler yapmalı,dünyayı sarsacak bir hikaye bulmalıdır.Aklına o dönemin milyarderi,takıntıları,kadınları ve uçakları ile kenara çekilen Howard Hughes gelir.Onun hayatı üzerinden dünyaya “eşek şakası”yapmak için tüm silahlarını toplamaya başlar.
H.Hughes’un el yazısını taklit ederek, kendisinden otobiyografisini yazmak için mektup gönderdiğini söyler yayınevine.Herkesin buna ihtiyacı vardır,H.Hughes’dur o, 1970′lerin gözlerden ırak yaşayan en gözde ve pahalı adamıdır. Yasal sözleşmelerle yüksek meblağda kontratlar hazırlanır.Mc Graw-Hill yayınevinde hummalı günler başlar.
Kendisi gibi araştırmacı yazar arkadaşı Dick Suskind(Alfred Molina)ile bu serüvenin peşinden koşmaya başlarlar.H.Hughes’un münzevi bir hayat yaşaması onlar için avantaj olur.Bütün arşivleri dolaşırlar,çalabildikleri her şeyi gizlice kaynak olarak kullanırlar ve söyleşi ağı kuracak kadar cesur davranarak bir endüstriyi kandırmanın tüm yollarını denerler.
Irving artık sahte bir Hughes olarak para koparmanın peşindedir ve koştukça daha çok hırslanır.Bu filmi ayakta tutan,izleten sahnelerde daha çok bu koşuşturmacalar,diyaloglar ve oradan oraya sıçrayan,birbirinden bağımsız olarak yaşanan sahnelerde ırving’in birleştirdiği yalanlardır.Herkes için yalanları vardır.Karısına,arkadaşına,çalıştığı yere.
Hikaye büyüdükçe,sahtekarlık boyutu uzadıkça kapana sıkışmaya başlarlar.
A Beautiful Mind filminde izlediğimiz Matematikçi John Nash trajedisini anımsatan sahneleri tekrar yaşıyoruz bu filmde. Hughes’un adamlarının onu alıp işkence yaptıklarını,tehditler savurduklarını iddia eder. O artık şizofrenik bir sahtekardır.
Oyunun sonu gelmiş,gerçek ve yalan yerini almış,tarihin en büyük sahtekarlığı gün yüzüne çıkarak herkesi tokatlamıştır.
(Amerika, her tarihte başkan skandallarıyla çalkalanan bir ülkedir.Ama kendi içinde ki çürükleri ayıklayamayacak kadar yorgun ve kendinden uzaktır.)
“Wheeler senaryoyu yazarken en çok Clifford Irving’in insani yönlerine sadık kalmaya özen gösterdi. Özellikle de kitabının yazımında beraber çalıştığı en yakın arkadaşı Dick Suskind ile olan ilişkisindeki sağlam dostluk boyutuna ağırlık verdi. Dick Suskind o kitabın yazım sürecine katılmakla Irving’in suç ortağı da olmuştu. Beraber ördükleri suç ağları giderek daha kalınlaşırken ikisi arasındaki dostluk bağları çok sağlam bir ittifaka dönüşmüştü. Wheeler’in yazdığı senaryonun sürükleyici motoru da Irving ile Suskind arasındaki sarsılmaz dostluk bağları oldu.
“Birbirine inanılmaz sağlam dostluk bağlarıyla bağlanan iki arkadaş fikrini öne çıkarttığım takdirde izleyicinin bu öyküyle daha kolay bağlantı kuracağını düşündüm. Bu öykünün kaynağında Irving ile Suskind arasındaki sağlam dostluk bağları vardır” diyor senarist Wheeler…
Filmin yapımcılarından Josh Maurer’in bu konudaki yorumu şöyle: “Filmde anlatılan öykünün günümüzde de yansımaları olsa da, o yılların tarihsel boyutunu yakalamak çok önemliydi. Viet-Nam Savaşı ve Watergate skandallarının meydana geldiği Amerika’da olup biten herşeyi yansıtacak bir arka plan oluşturmak istedik. Filmde göreceğiniz bu arka planın, Clifford ve Dick’in kaleme aldığı yapıtı da etkilediğine kuşku yoktur. Sözünü ettiğim bu arka planı, elimizdeki öyküyü daha zengin kılacak görüntüleme, prodüksiyon tasarımı ve kostümler gibi unsurlarla doldurma yöntemini izledik.”


Emine Yalçın

sefer

lekeyle cedelleşen haritalarda
satılsın oyunları büyüklerin
semiz kılıçlar boylansın
heykellerin,düğmesiz
ve dikişsiz organları;
inci yaysın yamalı
yolların dimağına.

azatlığı soyunan kadınlar;giysinler
değişmeyen güzelliklerini,
hükümsüz yaksınlar
savaşın sarışın oklarını..
dumanı işitilmesin barışın!


gölgelerin savrulduğu
meydanların karnında
urbaların kokusu;
sefere müsavi olsun...

Emine Yalçın

Gölgeleri Geçerken

emanet gölgelerden
payıma düşen kabalığı emiyorum
sen,sayıları gezdiriyorsun
parmaklarımda
aynadan silerken gölgeni.
peşimden geliyorsun,yorarak beni
yorumlayarak,
rüyamdan aynaya sıçrayanları.

yokuşa sürülenleri izliyorum aynalardan
kağıtlara tuhaf şekiller verip
denize dökenleri,
çingene nefesleriyle tükenen
evlerden eksik yanlarını toplayan
dağınık adamları,kadınları

sen dolaplar yapıyorsun aynalı
üçgen,altıgen
aklından nasıl geçerse insanlar
ona göre yapıyorsun dolapların aynalarını
su birikintileriyle elbiseleri ıslanan
ve hala gemi sürükleyen kaptanı,
kışı ezen çizmeleriyle bekçiyi.

istemeden tükenmeyi,
bir şeyleri özlemekten,
gemileri onarmaktan
bekçileri çağırmaktan tükeniyor insanlar.
çocuklarsa her zaman aynı;
aynalara işaret koyarak
belli etmiyorlar yerlerini
saklambaç oynayarak körebeden kaçarken
belli olmuyor çocuklar.

yokuşu görüyorum ve
yokuştan kaçanları
topraktan bir şeyler alıp
toprağa satanları,
hayat şekillerini gölgelendiren
saklayarak izleyen oyuncakları
hafızalarını aynalarda unutup
karıncalardan yol soranları...........

Emine Yalçın

vefa

çaya indir yanaklarını
dağınıklığını sarmalasın
ipek taşlar dik dursun
devrilmesin son uykun

ayinlere zırh takma
kanıtla ayarlandığını
cuma'nın sarasına tutul
sanığı ol duaların

gülümse iradesiz sakinliğine
süngüyü tefsir eden
o güne.


Emine Yalçın

Duvar

Gülüşünü bırakıyor;duvar
masanın eteklerine.
duvarı çiziyor yapraklar
sallanıyor ;
taş ayakkabıları
ağaçların
sarıldıkları yeşillerden
Kadınlarını kuşatarak endülüs’ün

Gülüşünü bırakıyor ;kızlar
sandalyeden çalıp dudaklarını.
kızarıyor duvar
bir günahı öper gibi
kızlarını ağırlarken gecenin.

gülüşünü bırakıyor;aşk
tuğlanın rengine,gerdanın serinliğine
serçeyle havalanıyor duvar..
duvar değil bu taşla
işlenmiş zar
sevabı yırtılmış dilsiz karar…


Emine Yalçın

Balıkçı

yorgun bir öfke lavlanır ayalarından,
yudumlarken tınısını kumların.
sürtünürsün sandalına,
ezbere yürüyen nilüfer ağızlarına
şarkıya başlar;kürek sesleri,
kepenkleri çürük su yürüyüşleri.

omuzlarından dağılır güneş
eflatun çemberli planktonlara
bir gülüş bırak
içinde dolaşan renklerden.
bir gülüş ve
su tuzuna saklanan ellerin.

kışkırtır doklarını limanların
denize sıçrayan bileklerin
hıçkırır; oltanın genleri
denizi tamamlayan gözlerin,
pazarlara gerdan
dilsiz pullara.

Emine Yalçın

çığ__lık

Büyük ve sonsuz bir acının içinde yüzüyorum.
Sen sıfatlarla boyanıp,anarşist gemilerin içinde salınıyorsun.Hayattan çekilip,çekilmezliği deniyorsun.denemediğin tek şey hayat.
İsminden önce yazılan tüm siyahları yıkamalıyım.
Ben yazarak büyümek,içimdekilerden kurtulmak istiyorum.Limiti aştım galiba,her şey hata veriyor.Ne kadar çekilebilir bilmiyorum.Bu odada her kes baş aşağı duruyor.Bunlar benim hatalarım mı?
Uçurumun kenarında bir Narkissos efsanesi gibi duruyorum,kurtulmak istiyorum.Kararmak değil,yok olmak hiç değil.Narsist değilim o yüzden aklanmak istiyorum.
Uçuruma mı yönelmeliyim?Su da ki aksimi çubuklarla oynayıp delmeli miyim?
Sıçrayan benliğim hangisine daha yakın acaba?Kestiremiyorum.Hiç bir şeyi kestirip atamıyorum..Sular kesiliyor mavi elbiselerinden,uçurum çok kesif bir davetkãr.
Sen nihilist çığlık..Boğazıma yapışamayacak kadar uzak boşluk,yaşayamadıklarınla ne kadar beyaz ve yorgun duruyorsun..
Bu bir savaş değil,acının uyuşuk damarları.Hücrelerimde salınan sayısız intihar vakası..
Allah’ım ellerimi bırakma..

21.04.2008

Emine Yalçın

İlya’nın Çocukları

“Gelin savaş babaları
Sizler,silah üretenler
Sizler,savaş uçaklarını yapanlar
Sizler,dev bombaları yapanlar
Sizler,duvarların ardına gizlenenler
Sizler,masalların ardına gizlenenler
İsterim ki bilin,maskelerinizin ardını gördüğümü"

Bob Dylan’ın "Masters of War" şarkısından



Bu onların savaşı değil
Çıkmak için başlarını oynattıkları koridorlar
Paltosunu yırtıyor şehrin,tüm evler çıplak ve ayaksız
Ne kadar eğiliyorlar,ne kadar yorgunluk ve keder çatlağı duvarlar
Köşe başlarına tutulmuş ne çok çocuk var
Yeşil gözleri esmer tenleriyle göğü ayıklayan ne çok kadın
Bu savaş onların değil
Kutsal kelimelerle doluyken
Sokaklarının avazı çalan renkleri
Ziyanla doldurmuş boynunu,sultanın çocukları
Başları mı ağırdır ziyanları mı?
gecenin kaşlarını cımbızlayan babalara sormalı
Ve dinlemeli annelerin nefeslerini
Yaşmaklarını kafeslere dolayarak
Gizlemeye çalışıyorlar yılan seslerini,
sesleri olmadan yılanlar dolayabilir mi dilini
salyasını dökebilir mi buğulu camlara?
Odalarını terk etmeden nasıl yaşayabilirler,
Nasıl yaşlanabilirler füzelere güdümlü ilya’nın eteklerinde
Kim donatır sinilerin açıkta kalan başlarını
Kim avuçlar ilya’nın taşlarını bu kadar
Kime pay olur akşam dualarını okuyan peygamber yatağı
çelik perdelerle gerilmişken göğün eğe kemikleri
hepsinin gözü var,hepsi aç-gözlü
sultanın çocukları”ötekiler”in savaşında
Sürme oluyor toprağın kambur dudaklarına.


Emine Yalçın

Candy

senin resmin bunlar;
yapıştığın ikilem
kelimelerini azdırıp
yumruklarını sıktığın annen.
içinde erimeye başladın
notaları kirli bir müziğin
her şeyi sonsuz
yaşadın çünkü..

kendine sığamıyordun
çoğalacak
kalabalıklaşacaktın
zakkumlar eriyordu içinde
kızgın,kırmızı ..
dört gün titredin
bu müziğin yatağında
çoğalmak sana göre
değildi..
kan taştı..
öldü bebek..

yenildiğin müzik
çağırdıkça kollarını
yanaştın çırpınmadan
tüm kalemleri
kendinle yoğurmuştun
duvarlardan aktı rengin,
boyaların,
balmumları taştı
kavanozlardan
bütün yalanları denedin çünkü..


Emine Yalçın

çelimsiz ok

saklanarak büyüdün babanın
ölümü sıvazlayan havasızlığından
masalların deviydi,ısırılmış bir elma
değmedikçe tenine takım elbise
tabut ve kağıt

anneliğini boşalttığın plastik gülüşler
den,suç doğuran kambur beyazlar
batırdıkça dudaklarını dişi sulara
çürüttü eklemlerini sarı tohumlar
kaderin mutfaktan seni mi gözlüyor?
boşalıyor ellerinden çalımın ve ok

biçimsiz adamlar yaktın,huysuz
çok kahkahalı gölgelerden
tam da bu anda uygunsuz karartılar
müzikle uğuldayan kısık ateş
ölü kelimeler sarkıyor saçlarından
kes de kan sıçramasın babasızlığından.

Emine Yalçın

kaos

Acıkmış yeryüzünün sessiz kadınları
Şiiri emzirdikleri doğurgan gecelere.


Hantal,kemiksiz sevgililerine
Ütopyalarının beşiğinde sallanan
Hafızasız haritalar bırakarak
Acıkmış,yerlerine sinemeyen kadınlar
Kimliklerini yıkayarak kıskanç avuçlarının
Devinimlerinde,yıkanarak
Bencilliklerinin demir levhasında
Acıkmış,sözü doğuran kadınlar
Kalın çizgili çerçevelerin bunak kokusuna

Becerileri taşarken nehirlere
İçlerinde tütsü gibi yanardı uyuşuk sular
Hasta olmayı öğrendiler,bakmayı bir de
Bakımsız hayallerinin zenginliğine
Yine de deneyerek her gün yaşamayı
Mucizelerine dil çıkarıp gittiler
İmzalı tütünlerinin, ıslak kalem uçlarından

Yaşamın sağırlığı,etek uçlarında
İki hayatı bir avuca sığdırmaya çalışarak
Emdiler arka bahçelerini sesi azaltan kelimelerin
Merhametti onlara yıldızların dağınıklığı
Acıktıkça yüzecek hepsi şiirlerinde..

Emine Yalçın

sistikfibroz

Dürüstlük dedi; kadın
Bununla yeniden yürüyelim bu ekşimiş yollarda
Kucağında bir köpek,diş izleri akciğerlerinde
Ve yaşlılar müşteri bandosuyla karşısında;
Ahh,ne güzel yaşlanmışsınız birlikte
Bu hayvanlarda yaşlanmalı sizinle,yaşamalı
Ve bir fren sesi yutmamalı tüylerini..

Arada bir kaybolurum ben dedi; kadın
Eskiden yaşadığım yerlerde biriktirdiğim
Eşyalarım ve yanlışlarım var
Biriktiğim otel odaları,yataklarına şişmanlığımı,
Rehin raksedişlerimi bıraktığım hastane sedyeleri
Arada bir tekrar etmeliyim bunları ara-da bir


Dağılırım arada bir dedi;kadın
Nereye koyacağımı bilemem düzensizliğimi
Kendimi nereden çekip çıkaracağımı
Ve saçlarımı nasıl toplayacağımı
Bir baloda olmadım asla,gözlerimi gezdirmedim
Köpekler ve kediler yaşlanmalı hem
Taramak gerekmez onların tüylerini


Ben yaşlıları iki kere severim,evet iki kere
Ütülü bir mendil gibi çürüyeceğim çünkü
Buruşmak nedir bilmeyecek ve etlerime
Sinecek damarların kabarıklığını görmeyeceğim
Manifestomuz bu sevgilim;dürüst olalım..şeyy!!!
Dürüst olamadım,beni iyileştirir misin?


emine yalçın

Bir “delinin” defteri…!



13 Mayıs
Saat 17.15:

Gün boyu uğraştılar benle…günlük rutin işlere boğdular beni…bazen aslında onların tam da görmek istediği gibi davranıyorum…hoşlarına gidiyordur kanımca…mutlu bile oluyorlardır…”iyileştirdiklerine” inanıyorlardır…ama bazen en olmadık zamanda öyle şeyler yapıyorum ki akılları almıyor…tüm evreni ateşe verebilirim…bozguna uğratabilirim herkesi..içimde bir “delinin” öfkesi var…onlar buna deli gücü diyorlar..ah benim küçük insancıklarım nasıl da çaresizsiniz kendi çukurunuzda…

Saat 18.50:

Beni yine dört duvarın içine bıraktılar..ama birazdan yine o küçük kırmızı haplarla gelecekler biliyorum.rutin bir iş onların ki..rutin bir iş benimkisi de..içiyormuş gibi yapmak…dilimde dans eden küçük bir kırmızı hap..dilimde eski bir rakkase…ama onlar bunu bilmiyor…hiçbir şeyi…reel dünya ile “iyileştirmeye” çalışıyorlar beni…gerçek dünya nedir ne değildir bildiklerinden bile kuşkuluyum…ben aslında kuşkudan bile kuşkuluyum…insan nasıl doğabilir bir anda ve nasıl oluyor da ölüyor yine aynı anlıkla…tedavilerini boşa çıkarıyormuş gibi bir hissiyattayım..sanırım onların beklentilerini boşa çıkarıyorum…beyaz önlüklü adamların kariyer hedeflerine bir engel teşkil edebilirim..aslında tüm güç bende…elimde eski bir dünya ..onunla oynuyorum ve onu kendi kaosunda yalnızlaştırıyorum…evrimleştiriyorum onu…ve içinden geçiyorum..içinden geçiyor insan yığınları..düşenleri de gördüm … boşlukta kıpırtısız kalışlarını izledim…kendi penceremden bakmak gibiydi..heyecan vericiydi düştüklerini görmek…tüm güç bende ben yaratanım..tanrıyı bile ben yarattım …ve onu bir gece kendi ışığında boğdum…ama bu önlüklüler bilmiyorlar…beni delilikle suçluyorlar…tanrı benim..ve bu evren benim..küçük bir kırmızı hapla mı değiştirecekler her şeyi…ah benim küçük insancıklarım..ellerinde eski bir oyuncak tüm gün onunla oynuyorlar… türlü türlü oyuncakları var anlamaları için daha büyük bir yanılgıyı…oyun oynuyorlar kendi yarattıkları evrende…ah benim küçük insancıklarım nasıl da büyük görünürsünüz kendi küçük evreninizde…sesler geliyor..sanırım küçük kırmızı hap zamanı…hadi güzel dilim…em onların yanılgılarını da görmesinler ateşteki halimi…

Saat 21.10

Akşam terapisi başladı…beyaz önlüklülerin taktığı isim bu..akşam terapisi…toplu terapi..biz tüm “delileri” bir odaya tıkıyorlar…kıçımızda eskimiş metalden bir sandalye..ayağımızda terlikler…konuşturuyorlar bizi….biz konuşuyoruz onlar yazıyor…biz konuşuyoruz onlar notlar alıyor…sanırım bu da bizi “iyileştirme” çabalarından biri…herkes konuşuyor onlar susuyor…durun durun söz hakkı bana geldi…gömleğimin cebinde tüm sorularının yanıtları… gömleğimin cebinde gizli bir manifesto..söz hakkı bana geldiğinde usulcana çıkaracağım ve de tüm gücümle okuyacağım…anlamayacaklar ne oluyor diyecekler…suratlarında ki şaşkınlık edalarından tutacağım onların…ve tüm gücümle yere sereceğim onları…kelimeler ..kelimeler..bir delinin gizli kelimeleri…kelimeler kelimeler bir delinin dansı… konuşmalıyım..konuştukça tepelerine binmeliyim..onları ben yarattım ve onları kendi sözcüklerimde boğacağım…ve işte sıra bana geldi…sıkı durun ey insancıklarım…!

Salyangozları bilir misiniz pek sevgili doktorlarım ….salyangozları anlatacağım size bu akşam …
Bir salyangozun ilk dilinden yazılmış sözleri:
Toprağın altında usulcana örülü bekleyişlerle duruyordum…bir kıpırtı gelse hemen kendimi atacaktım ama bir türlü beklediğim an gelmiyordu..nedir bu sessizlik kimse anlamaz mı..nereye gitti herkes…kim bıraktı bana bu boşlukları….boşluklar…boşluklar sadece nefes almamı sağlıyorlar..oysaki daha fazlası içindi her şey neden göremediler…neden en olmadık zamanda bırakıldım bu delikte….biraz olsun kıpırdayabilsem benden başkaları da vardır bu toprak altında eminim..
bize salyangoz derler…ve bizden tiksintiyle bahsederler…kendi aralarında konuşurlarken duydum…çok fenalar…bize yapmadıklarını bırakmıyorlar….nasıl yaşanır böyle…bir çıkabilsem ,bir atabilsem kabuğumla kendimi dışarı göstereceğim ben onlara…ellerine yapışacağım …yüzlerine yapışacağım..beni melek sanacaklar….kabuğumu kırmak isteyecekler..izin vermemeliyim…izin vermemeliyim ..izin veremem un ufak olmama…toprağın altında usulcana beklemenin kime ne yararı var…olsa olsa yapacaklarımı tasarlamama yardımcı olur…bana iyilik yapıyorlar ama henüz bunu bilmiyorlar…başlarına çorap öreceğim…görecek onlar sıradan bir salyangozun bile neler yapabileceğini…ben tek başıma böyleyken bir çoğumuz neler yapabilir…”onlar” için bunu düşünmek bir hayalden ibaret olabilir ama bizim için bir gerçeğin ta kendisi…ordu kurmalıyız..ordu kurmalıyız..tıpkı onların ordularına benzeyen…silahlarımız kabuklarımız…yapışkan sıvı yüzlerinde…yapışkan sıvı ruhlarında..teslim olun …kaçacak yeriniz yok…ordular..ordular…salyangoz orduları…benim salyangoz ordum…benim ben bir ideayım…ben bir salyangozdan çok daha öteyim…salyangozüstüyüm…görün beni…çıkarın beni bu toprağın altından…çıkarın da görün neler olacağını..ordularınızı mahvedeceğiz…tek bir iz bile bırakmayacağız sizden…hele bir yağmur yağsın…bir yağmur yağsın o zaman çıkaracağız kendimi….çıkaracağız kendimizi bu kokuşmuşluktan…hele bir yağmur yağsın tepenize akacağız akışkan sıvımızla…şaşıracaksınız..anlam veremeyeceksiniz….onlar sadece bir salyangoz nasıl olur…nasıl olur diyeceksiniz….anlayamayacaksınız…kirli ellerinizde izlerimiz….kabuklarımızda sizin iziniz….korkun…korku salyangoz bahçesinden…bizim bahçemiz…hür adımların ilk gölgesi…iri bir meyve gibi olmuşluğumuza üzülün şimdi…iri bir yağmur tanesi taşıyacak beni…bizi…yukarılara…göğe…oradan da sizin tepenize…yer değiştireceğiz…birazda siz tadın toprağın altındaki boşluğu..nefes almak size göre değil…salyangoz bahçem…benim yeni ülkem….tadın beni…adımı görün…bize verdiğiniz ve de tiksintiyle karşıladığınız her gün için….ellerinizde akışkan sıvımız dolaşırken yüzünüzü saklamaya uğraşacaksınız..ellerinizde bizim oraların nefes boşluğu….ordular ordular salyangoz orduları…bizim bahçemizin üstüne kurduğunuz medeniyete bir sıvı akacak…kırmızıyla karışık baştan sona….baştan sona kadar anlayacaksınız ama yüksek gururunuzdan ses edemeyeceksiniz…ordular ordular salyangoz ordusu…bir bahçede..salyangoz bahçesinde ilk yağmuru bekleyen…ilk yağmurda tepenize bineceğiz ey insanoğlu…ilk yağmurda geliyoruz sırılsıklam…hazırlanın ..kuşanın ordunuzla…karşılayın….bizleri yıllarca salyangoz olduğumuzdan hor gürdünüz..bizde ses çıkarmadık..gizli bir teslimiyet haliyle kabullendik bu halimizi..sizlere göre bizler hiç yaşamamalıydık …nefes alacaksak bile toprağın altında alacaktık…. sessizce yaşayışımızı kabul etmeniz bir lütuftu hep bildik….nasılda hünerli elleriniz…nasılda akıllı görünüyorsunuz kendi kalabalığınızda…her şeyi yapar görünüyorsunuz…bir her yağmurda biraz olsun göğü görebilmek uğruna çıktığımızda dışarı ,sadece bir salyangoz deyip bizi un ufak etmiştiniz hatırlayın…nelerimiz gitti.. …suratınızdan şu şaşırmışlık edasını çekin..bal gibi de anlıyorsunuz ne demek istediğimi….ilk yağmur yağdığında…sıkı durun ilk yağmur yağdığında tüm salyangozlar ayaklanacak...çıkıp toprağa göğü görmek kafi olmayacak artık bize….ilk yağmurda ey insanoğlu ilk yağmurda geleceğiz sırılsıklam...göğe erişeceğiz….
ordular ordular salyangoz ordusu…bir bahçede..salyangoz bahçesinde ilk yağmuru bekleyen…


uzun bir sessizlik oldu salonda..bende bu sessizliği bozmadım…beyaz önlüklüler ne diyeceklerini bilemediler… sanırım onları şaşırttım…çok eğlenceliydi…ne olduğunu anlamaları ne kadar sürecek…tüm bu kelimelerin zihinlerinde yarattığı kaosu nasıl açıklayacaklar kendilerine…ah benim küçük insancıklarım…ah benim küçük beyaz önlüklülerim hadi yazın o çok bilmiş edasında yine ..yine notlar alın…beni ne diye göreceksiniz ..yoksa yine bana o küçük kırmızı haplardan mı getireceksiniz…ya da beni yine o yatağa mı bağlayacaksınız..sanrı değil…asıl sanrı tam da sissiniz…
Apar topar gittiler…ne görmeyi umuyorlardı ki…ve bizi yine o soğuk duvarlara kilitlediler…bu akşam çok şaşırttım onları eminim..yüzlerindeki şaşkınlıklarından yakaladım onları ve onla öldürdüm…

Saat 23.30

Herkes uyuyordur şimdi küçük kırmızı hapın etkisiyle…herkes uyutulmuştur şimdi…bense bu dört duvarın aslında olmadığını düşlüyorum…eğer ben tanrıysam her yerde olabilirim…mesela ben şimdi burada değilim… şimdi ayaklarım çıplak çimenler üstünde..elimde taze koparılmış bir öğleden sonrası gelinciği…yüzüm gözüm ıpıslak mavilikte koşuyorum alabildiğine…ne beyaz önlüklüler…ne de benim küçük insancıklarım…mesudum..yanımda güneş büyüyor…


Murat UYANIK…

MAVİ ÇOCUK

Uzun derin maviliği uzanıp otların
üzerinde toprağın kokusunu sindirirken içime seyre dalmaktı en sevdiğim.

Kuşların özgürlüğüne aşık bir
çocuktum, uzandığım otların üzerinde bir ot gibi kıvrılırken izimi bıraktığım.

Saçlarımın arasında dolaşan karınca
gezintileriyle hayallerimden ayrıldığım ve sonra bir buluta dalıp ağladığım, kendimde yakaladığım hüzündün.

Bulutların arasından ansızın çıkan
güneşin gözlerime dolan ışığı oluyordun renk renk.
Aslında gözlerimin bozukluğundandı o renklerin çoğalması ya ben yinede tuallere attım yıllar sonra.

Hep o çocuk kalsaydım o anıyla,
gökyüzünün bana kalan tarafıyla
yaşadığım kendi huzurumla baş başa
Yılların ardından senin gidişini bile
adlandıramadığım kalanlarından
yaşadıklarım

Başbaşayım kendimle sana bakıyorum, gözlerine
Maviliklere kanatlanmış kuşlar aşka
açılan
Saçlarımda karıncalar ellerim boşluğa çizer
renklerini sakladığım resimleri


Nuray Aydın. 12.01.2009



Fotoğraf:İlker ŞİMŞEKCAN

Uzun bir yol...

Uzun bir yol kabaran köpüren dalgaların kıyılarını bulmadığı, savurduğu denizin suyunun kendinden boşaldığı , ıslattığı zemini balçık haline dönüştüren, bastığında ayakkabılarını yada ayaklarını bırakabileceğin bir balçığın bol kıvamındaki ıslak yol kalmış gözlerinin ardına saklanan. Hala yaşıyorken , çıkaramıyorken kendini o balçıktan ulaşamadığı okyanuslarda yada hiç bulaşamadığı gözlerinin ıslaklığını o okyanusa karıştırıyorken, aslında hiiiçç ağlayamıyorken ağladığında ne olduğunu fark edemiyorken okyanuslara atmak geliyor her şeyiyle gözlerini, kendini . yeterince boğulamadığını düşünürken,bir süredir kendinde yaşadığı boğulmalara yetersiz kalıyorken… o hiç bitmeyecek acılara dayanmışken , adını unutmuşken her şeyin yaşadıklarının kendinin yeni adlar bulmaya çalışırken duygulara, en ince sızılara yakışan derinlerinde biriktirdiklerine, darmadağınıkken kısaca toparlanmaya bile çalışmıyordu. Sanki bir şey olacak ve aradığının ne olduğunu da tam olarak bilemediği anlamı keşfedecekti yeniden. Bir insan nasıl bu kadar dağılabilirdi. . yeni fark ediyordu…bu uzun süredir hayatını karartan bir süreçti, ne zaman başladığını da biliyordu ve bitmek üzere olduğunu da…sanki son perde de yaşayacağı sahneyi farkında olmadan yine kendi hazırlıyordu. O çok güvendiği sezgileri ona bunları söylüyordu şu anda . bir şeylerin sonuna geliyordu… anlamsızlığın sonu belki, kaybettiklerinin sonu…bir daha asla demiycem derken asla hayatın sonu değil diyordu.

En son yalnız sahiline gitmeye karar verdi, rengini düşündü yalnızlığının, sahilinin, suyunun gözlerinin, güneşinin………..bulamadı. hiç bir şey yoktu oraya renk verecek. Bulmak gerekiyor renkleri diye düşündü…bulmak gerekiyor….çok dağılmadan toparlayan düşüncelere dalmak belki en uygun olanı….içinde renk kalmamıştı niye …karanlığa saldı kendini…o da bir renk karada olsa. Bedeni uykuya atmak istemese de kendini, sıyrılıyordu istemeden kendinden, gözleri, gecenin karanlığındaki ışıklara dalarak renklerini bulma umuduyla hazırlıksız, telaşsız sükunetle bakarken…gidiyordu, farkında değilken parmaklarıyla ilerliyordu. Omuzlarından parmaklarına kadar hareketsizlik, ağırlık hakimken, kaldıramıyorken ellerini, dayandığı masaya güvenerek çabalıyor ama yine de gidiyordu…
Sıyrılmak istediği acılara inat gidiyordu.aslında istediği acılarında kalmakken onu sıyırıp alan bir düşünce oluyordu mutluluk yukarılarda bir yerlerde ve o takılıyordu inatla yukarılara, bırakmaya niyetsiz, kendini ısrarla aşağılara salan ağır duygulara inatla tutunuyordu. Koşmak istiyordu, peşinden gelen ağırlığa inat koşmak, hızla geçmek istiyordu hayatı. O mutluluğu yaşayan, mutluluğu sonsuza taşıyan umutsuzluklardan uzak, mutlu gitmek istiyordu hayattan.

Nuray Aydın

KIRMIZI




ve sen tüm kandırılanlardan biri olduğunda...

bir savaş başlamıştı içimde. gitmek ile kalmak arasındaki o sonsuz düşünme anı kısacık saniyeler içinde...kanım,ağır işliyor damarlarımda.uyuşmuş bir şekilde hala bekliyorum birşeylerin güzel gitmesi için.ayaklarım üzerinde doğrulmam hiç bir şeyin gücüne sahip olduğumu ispatlamıyor.eziliyor gözlerim,eriyor bedenim...

ve sen tüm gidenlerle bir olduğunda...

hayallerim vardı bir zamanlar.saklı tuttuğum,düşlediğim.oysa şimdi hatırlayamıyorum bile çocukken dilediğim dilekleri...beni lanetledi güzel bir ses...bana artık -haram-sın değil,yaramsın yaşadığın müddetçe...sende benimle beraber yaşayacaksın,acı çekeceksin ben ölmedikçe...kuyruğu uzunca bir yıldızın peşine düştü düşüncelerim,uzaklaştılar
uzaklaştılar
gözden yittiler...

ve sen ateşe verdiğinde tenini...

gözyaşları mıdır beni böylesine bataklıktaymışım gibi hissettiren?
benden saklıyor insanlar acılarını.sevdiğim insanlar...oysa bilmek istiyorum,onlar içinde üzülmek istiyorum.şayet bir can-a malolacaksa bu,onlar için ölüp ölüp dirilebilirim.
gidebilirim huzur bensizlikteyse,
yakabilirim kendimi,yokedebilirim...saat ilerledi.vakit tamam...

ve sen anladığın kadarıyla yetinirken...

ben yaşadıklarımın izlerini taşıyorum sol yanımda.yaşayamadıklarımın kesikleri,eziklikleri...

ve ben hala savaşırken bu savaşta,yalnız başıma,tek kurşunla,

bir denizdi kirpiğimde kızıla boyanan...zaman..

vera ws

Üç Uç Öykü

bankta oturmuş çekirdekçiyi beklerken, gökten hızla bir
cisim düştü ve açtığı çukurda kocaman bir ayçiçeği çıktı. ayçiçeğine tırmandım, binalar karınca gibi görünürken
başım döndü, aşağı düştüm. ayçiçeği oldum.


bir sabah kalktığımda, odamın tavanı yoktu. yataktan
hızlıca kalktım diğer odaya bakmak için kapıyı açtığımda bir uçurumun kenarında olduğumu gördüm, sanki odam kocaman bir dağın tepesindeydi. kapıyı kapattım ve
yatağıma oturdum. bir kaç dakika sonra bir kuş geldi ve beni pençeleriyle tutarak götürdü.



yağmurlu bir hafta sonuydu. uyandım ve dışarı çıktım,
yürümeye başladım. biraz sonra fark ettim ki yol kaygandı. tüm binalar, yürüdüğüm sokak yosun tutmuştu. yukarı baktığımda gökte yüzen balıklar gördüm. yanlarına gittim.



Ahmet Özcan