Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

bir kadife eldiven

ROMEO:
Yanağını eline ne güzel dayamış bak,
Ne olur o yanağa değebilmek için ben
Elinin üzerinde olsaydım bir eldiven…

İşte size aşk…
Onun yanağına değebilmek için elinin üzerindeki eldiven olmayı isteyecek kadar güçlü, onu tekrar görebilmek için ölümü göze alacak kadar gerçek…

Aşk…

İmkânsızlık denen şeyi ortadan kaldırıveren bir sihir… Ki olanaksız görünürken kavuşmak, çaresizlikten çare yaratmak aşk…
Belki de bir zehir. Panzehirine ulaştığınızda dünyanın en büyük mutluluğu da olsa, tek başına kalp damarlarını yavaş yavaş çürüten bir zehir.

Ona kavuşmak için her türlü tehlikeyi göze alıp, hiç olmadığınız kadar cesur davransanız da, panzehiri bulamadığınızda sizi bekleyen hazin bir son…
Ve içinize bu ateş düşüp de panzehiri bulmak için yollara düştüğünüzde nedense çevrenizdeki her şey ama her şey yolunuza konulmuş bir engel, ayağınıza takılmaya çalışan bir taş oluverir. Bütün dünya koca bir kar topudur sanki ve üzerinize doğru gelmektedir.

Anlarsınız ki sizi çok ama çok zor bir mücadele beklemektedir. Ama korkmazsınız çünkü o yanağa değebilmek için eldiven olmayı isteyen yürek bütün zorlukların üstesinden gelecektir elbet… Ama küçük, küçücük bir yürek bunun üstesinden nasıl gelecek?
JULİET:
Bu da ne! Sevgilimin elinde bir şişe var. Demek ki bu vakitsiz ölümü zehirdenmiş. Cimri! Hepsini içmiş. Bana bir damla bile bırakmadın mı sana kavuşabilmem için. Ben de dudaklarını öpeyim, belki orda kalmıştır biraz zehir. Vaktiyle hayat veren dudakların bu sefer hayatıma son versin…
Demek bu bir kanun, bir gelenek; gerçek aşklar hep gözyaşıyla bitecek. Belki bu yüzden birbirlerine söz vermiş insanlar, bundan böyle kimse gerçekten sevmeyecek…

Ve sözlerini tutmuşlar…

Aşkı kalplerinden, evlerinden, her yerden kovmuşlar. Gittikçe küçülmüş yürekleri. Unutmuşlar birisini kendilerinden çok sevmeyi. Bırakın o yanağa değebilmek için eldiven olma isteğini, fark etmemişler bile o kadife eldiveni…

Ve artık hatıralarda, küflenmiş hikâyelerde, bir kitabın saman rengi sayfalarında inzivaya çekilmiş aşk bir daha geri dönmemek üzere…

Özge Özen

Not:Bu yazı mavi melek dergisinin 23.sayısında da yer almıştır.

Tek Taraflı (S)özle(ş)me

kalbimle muhatap olmuyorum bu aralar
sormuyorum halini hatrını
küsüz.
sessiz sakiniz ikimiz de
şarkılar biriktiriyoruz içimizde sözsüz.
özsüz cümleler kuruyorum şimdi
seni atıyorum içlerinden
yaya geçitlerinden şehrinin, cesedimi topluyorum.
bilmiyorum, gözlerim yolunun üstü müydü?
ve gelmeyince üzülmüş müydü sokak lambaları da benim kadar?
işe yarar mı, doğrasam o mızıka sesini içime?
bastırır mı içimdeki çocuğun,
düşlerimin iskeletlerini gördükçe artan çığlıklarını?
gerçek “sandık”larımı kireçleyip gömdüm toprağa
sana, bana bulaşmasın diye o hastalık bir daha
ama sesimdeki bu “urla”
ne kadar yaşayabilir kelimelerim?
söyleyeceğim şimdi,
dilimin ucunda sessizlik.
ilk sensizlik,
her biri diğerinden daha korkunç
bir ölümler silsilesi.
melanko-li-manında mahsur kaldı
içimdeki kadınların kaybettiği senleri.
şimdi özetimin özetini çıkarıyorum
bir imleçle üstünden geçiyorum acıyan yerlerimin.
özlemiyorum.
ellerinin kalıbını çıkarıp
yaptırdım kendime birer tane.
zikretmiyorum,
adın, intihara meylettiğim bir apartman boşluğu
dilimin ucunda karanlık,
susuyorum, böyle diyor aşkın manifestosu
çünkü;
bütün s’enleri düşmüş tek taraflı bir (s)özle(ş)me bu.




Özge Özen
01.06.2009

Petranın tahta heykelleri !

Bir yaz sabahı aniden uyanmanın türlü türlü nedenleri oluyordu…sırf bundan bile anlamalıydım gideceğini…


Senin adın petra…sana bu adı ben yakıştırdım…

petra görüyordum seni…gözlerimi dikmiş sana bakarken ilk gidişini sayıyordum…giderken ayak izlerinin halıda bıraktığı iz vücudunun yatakta bıraktığı ize hiç benzemiyordu….soruyordum nedensizliğe vuruyordun her şeyi ..her şeyi kendi nedensizliğinde çözebileceğimize inandırmıştın beni…hani bir şey olacak ve biz,bize muhtaç kalmayacaktık ….kendimizi bile çıkaramıyoruz işte görmüyor musun petra…bu bir savaş ilk kaybeden kazanacak asıl, görmez misin…! Ellerimde boyalar yüzünü çizer…ellerimde boyalar seni soyar yatağa atar…üstüne çıkar…sana bütünün tek bir parçasını anlatır..bütünsellik üzerine bir ilişki değildi bu bilirdim ama bilmez görünürdüm sırf sen o odadaki perdeleri indirme diye ve de yatağa uzanıp o gündüz düşü adamlarını görme diye ve o adamların ikircikli hayatlarından çaldığın ve yine o hayatlardan üstüne yakışmayanı giydiğin ve de dışarı çıkıp herkesin sana bakmasını istediğin..ve sana bakan o gözlere şahit olup keskin bir gülüşle geçip gittiğin ve de yine işte bu yüzden petra uykuya dalsak senle...uykuda bir kuyu...birileri üşüşmüş başına bir şeyler yapıyorlar ama anlam veremesek ..hatta nasıl olur bu bizim rüyamız siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz desek ama bizi duymasalar... sonra bir baksak.. kuyudan su niyetine çekildiğimizi görsek…..

gelmeyecekler petra…ve yemin ediyorum o adamları öldürmek istedim hep

elim seni dökerken birden durdum..ama yere çokça dökmüştüm seni..eski ürkek yalnızlığıma dalmıştım görmedim affet…döküldün petra…döküldükçe de yeniden doğdun…şimdi yerde ki yansımandan yeni bir evren doğabilir dikkat et…sokak lambaları birden yanacak kaçsan iyi edersin ..bu ışık huzmesi seni içine alacak..kaçsan iyi edersin yoksa kime sığınacağına şaşırmış bir halde kalırsan kimse yardım etmez sana… kim anlar her yangında biraz daha dökülen eski ürkek yalnızlığını…elin varoluşuna şaşıyor…beş tane parmak var ucunda onları sayıyor her gün ne de çok varmış diyor..bir iki üç dört beş…aklınsa saymayı çoktan unutmuş ne de olsa gelmiyor o gündüz düşü adamları diyor..neden bu saymak işi..bir kronometre tut onlara.. saniyenin yüzde birini tut gelmeyişlerine …hüznünden kinetik bir enerji yarat…azgın sulara dönüştür tüm o adamları…sandıklarda naftalinlerin arasında saklasaydın keşke de gidemeselerdi hiç… elleri, yüzleri, gözleri naftalin sarhoşu…annene dantelleri…fildişi taraklar…tülbentler..el yazmaları…hepsinin içinde saklasaydın keşke..naftalin kokulu düşler..

içimdeki petra benden amaçsız

bütünsellik buselikle kafiye olur ben seni severim….sana buselik makamıyla gelirim…. görmedin mi ilk değildi bu ne son olsun ki…adınla mı gidecekti..adın mı gidecekti…neden anlamadın petra…neden anlamadım da bu savaşı sürdürdüm sırf sen kaybet diye…sırf ben kazanamayayım diye…giderken ayak izlerin halımda yer etmiş…sen kendine yor beni..sen olur olmazlardan tut kendini aşağıya at…betona kırmızı aksın…morla sevişsin…gözlerine aksın…orda yeni yeni petralar çıksın…gözlerinden seveyim seni…gözlerinle seveyim seni ….sen petra ilk çağrışımı hep kendine çekecek olan…ve de ilk sessiz adımda siyahtan bahsedecek olan…bilemiyor musun neden onca şey..anlamanı sağlar mı saldığım kuşlar…dilleri olsa da konuşsalar şimdi…dilleri dökülesiceler…gidipte gelmesiceler….saçmalık bunlar…kumkuma sarhoşluğu…adını sormuştum sana bilmedin mi ..neden duraksadın…bakmıştım ilk de değildi halbuki…nereye gittiler…kuş olup uçmadılar ya….
ah petra sen kumkuma sarhoşu...kedilerin kuyruğuna teneke bağlayıp arkalarından su döken bir hikaye kahramanı...kitaplara gömülen ve de gerçek huzurun tam da burada olduğunu anlayan bir elma kurdu...kim kime muhtaç ..sen ağacımın altında oturansın ...ilk meyveyi bekleyen...ve de gün doğumunda sessizce giden ve de yine bu yüzden bir gece tüm sözleri yakmak isteyen ve yine bu yüzden eski öykülerden dem vurarak eski yılgın haline dönen ve de ayak izlerinden yeni bir ordu kurarak üstüme üstüme yürüyen ve de adının ardına saklanmış onca tümceyi kendine kurban eden...ılık mı sütün tadı...çiğ süt emmişim bundandır çaresizliğim..farazi bakışlarımı açıklayamam sana...kimsen kimsin işte...sen doğurgan olmayı istemeyen ..ben bencil miyim ki dünyaya bir canlı getireyim diyen...tam da sen...eflatunu kendine yakışan...tatlısu delisi...

petranın tahta heykelleri…!

Ellerim kedisine düşkün yatıyor yanı başında
Sıcaklık nedir anlamıyor
Biri gelsin alsın istemeyerek tutsun
Kedisi ölsün ellerimin…
Tahta heykellerini yapmıştım senin
Binlercesine ayrı ayrı isimler bile vermiştim
Bir gün sanrı oluyordun
Bir gün kırmızı şekilsizlik doğumu


alacakaranlıkmış petra…!

türlü türlü uyarılmalarla dolu bir odaya açtım gözlerimi petra..sen henüz uyuyordun….( o gündüz düşü adamlarını görüyorsan yine, yemin ediyorum o senin iri siyah gözlerini yakacağım bir sabah…! ). inceden fesleğen kokusu vardı odada ve de o sıra dışarıda alacakaranlık doğmaktaydı..kararsız kalışlarımız gibi..şimdi gece mi yoksa gündüz mü petra ? …

ilk şaşkınlığı altlattıktan sonra iki kişi geldi..,durmadan soru soruyorlardı bize…oldukça küstahlardı çok da görmüştük bunlardan…sonra birden usulcana kaybolmuşlardı..nereye gitmişlerdi çözememiştik …sanırım aynı anda aynı sanrıyı görmüştük ama ikimizde birbirimize anlatmaya çekinmiştik…senin gördüğünü biliyordum ya da öyle bir his işte..içten içe gelen ve bir anda suratının tam orta yerine inen bir yumruk gibi..kabuslarımızdaki insanlara benziyorlardı…ikircikli yaşamları varmış..oldukça da korkunç görünürlermiş yemin ederim kendileri dediler petra…fakat o korkunç görüntülerinin ardında “mutlu” ve de “iyi” bir kalp saklanırmış…masallara inanır petra dediler…sen hangi ara masallarla inandın petra…yok bilmiyordum ki açıklayayım ,kendimce ona seslenip evet öyle anlamında ünlemler kurayım..

gittiler…

pencereyi açtım alacakaranlık bitmiş…. Artık gökten bulut yağar petra…!

tüm bunlar petrayı düşünmediğim zamanın bir yerinde oldu yemin ederim...

gerçekten bulut yağdı…adam karşıdan geçti..ilk gören dinazor başlıklı kızdı …sonra sepetini açtı..kırmızı yandı dur dedi görmedi arabaya tosladı..arabanın üstünden kuş geçti..içinden bulut yükseldi eline sağlık çok güzel olmuş dedi…dinazor arabayı afiyetle yedi…kırmızı kafa yere düştü kan aktı..spiker gol diye bağırdı..seyirciler ayaklandı…formalar havalandı..elleri göründü…tekerler patladı kriko yokmuş yolda kaldı…dinazor tekerleğin yerine geçti…araba havalandı sanki bulut oldu…gökten araba yağdı ..çelik çomak oynayanlar buna şaşırdı …korkuluklar kargalarla dost oldu..çiftçiler bile buna sevindi…ama kahvaltı yarım kaldı..domatesler buna kızdı...yeşile dönüştüler..sonra da tohuma..oradan da toprağa...herşey ilk özüne döndü...çiftçiler toprağı eşelediler..içinden çıkmak geldi...çıktılar..


petra gidiyor…!

Giderken kendini oldum olası bir telaşsızlıkla örülmüş olarak bulabilirdi ama yapmadı…sessizliği denedi başardı da…sessizdi…
Giderken elleriyle yokladı yüreğini , yerindeydi hala sıcaktı da..yine sevindi bir yere kaybolmayacaktı işte…kaybolmadı…
Şimdi hünerli bir kaybedişle nasılda götürüyor kendisini….şimdi ne fakir bir yalıtılmışlıkla gerçeği gizliyor….kendinden….
Giderken ….anlamadı …
Sessizdi…

Ve petranın ardından…!

Islak bir deniz kendisine öykünmüş…içinden sevmek geçmiş tam ortasından hem de..tam ortadan ikiye bölmüş bir yanı ıslak bir yanı kuru kalmış ama o en çok ıslaklığından muzdaripmiş ve de tamda bu yüzden kupkuru kalmış..dudaklarını kurutmuş..gül kurusuna sarmış...ve de ne çok öykünmüş…üstünde yıldızlar gezinmiş..yakamozlar ayaklarına serilmiş dolunaylı bir gecede…artık her yer gül kurusu…dudak kurusu….ne güzelmiş dudaklarının tuzlu tadı…ne güzelmiş seni tam ortadan bölen,seni ikiye ayıran o sevgi…böldün beni…ödüm koptu yalnızlığımdan ilk…yerine ne koyacağımı bilemeden usulcana durdum bir süre..ne koysam eksik kaldı…ne koysam yerini tutmadı…artık ne görsem biraz eksik…esrik çağların karşı konulmaz duygusu…tren rayları…gördüğünde dudak uçuklatan türden bir aşk…kuru dudaklar…kuru deniz…yakamoz…dolunay ve de gece çağrısı…
Islak bir deniz kendisine öykünmüş…içinden sevmek geçmiş tam ortasından hem de..tam ortadan ikiye bölmüş bir yanı ıslak bir yanı kuru kalmış ama o en çok gündüz düşlerinin adamlarını sevmiş…
Sanki kırılacakmış hissiyatıydı bu …tüm gördüklerinden aldığı ders buydu..adının yankısına tutundu bir süre…bu kısa an ona iyi geldi…bu soğukluk hiç bitmeyecek mi bile demiyordu artık..sanırım alışmıştı da ..nelere alışılmıyor ki..nelerden vazgeçilmiyor ki…..pencerenin altından gece akıyor…sıkı sıkıya ört yoksa gece çarpar..üşütür hasta olursun..sonra kim bakar sana…kim kullanılmış bir çığlıkla yanına gelip olmayacak bir tekil yalnızlık sendromu bırakır sana…hiç ama hiç aldırma sen bunlara…onlar neler gördü ki sen ne gördün onların yanında…pencerenden gece akıyor içeri..hazırlıklı olsan iyi edersin yoksa koca ağzını şehvetle açan bir dolunay karşılar seni …yatağına yat yorganını çek kafana kadar…görmemelisin o ay akacak..içinden bir sıvı akacak dolunay yere düşecek…ay kadar yorgun kirpiklerin kalacak geriye…görmemelisin “onları” ve “onlar” görmemeliler seni…!




Murat UYANIK

lepistes

odamda asılıydı ilk hecesi her şeyin…hiçliğe en yakın bir herşeylikte…öylece baktım ilk…onunla ne yapacağımı düşünmedim..düşünmemek için çok nedenim vardı…odamın en güzel yerine astığım bir her şey vardı karşımda..ve ben şaşırınca daha da büyüyen gözlerimle bakakaldım ona…zaman kendi yanılsamasındaydı…bilmem bir zamanın bir yerindeydi..bilmem bir zamanın bilmem bir yerindeydim…balıklarım açtı onu biliyordum bir tek ..bu gece de birşeyler vermezsem öleceklerinden kuşkuluydum…zamanı unutuğumu söylemiştim…ama sanırım bunu hatırlıyorum…balık hafızam olsa keşke en büyüğünden…kısa bir an kısa bir şimşek çarpması gibi gelse…herşeyi hatırlamak ve de aynı hızda herşeyi unutmak güzel bir his olurdu gibime geliyor…

elinin yankısına susamış esrik bir rüzgarın çirkince yüzüne vurduğu gizli iç ses gibi…ah yine unutuluş…ah ellerim nerede…zamansızlık tekinsizliği doğuruyordu içimde bir tek bunu biliyordum..bundan ayrı hiçbir şeyi bilmiyordum…odamın en güzel yerine astığım herşey bile sırf bu yüzden anlamsızlaşıyordu…bir tek onu hatırlamak hoşuma gitmiyordu…ne yapacağını bilemez bir halde duvarda duruşunu sevmedim..bu yüzden geceleri görmek istemiyordum…uyandığımda da yüzümü çevirmek için güneşin odama sunduğu ışık demetlerinden yararlanıyordum..böylece günler geçti...lepisteslerim öldü bir gece…bir şey hissetmedim…bir şey içimde eski bir hüznü çağrıştırdı sadece…buna hissetmek denilmeyeceğinden ya da ben en azından böyle düşündüğümden bir şey hissetmediğimi sandım..ansızlıktı hepsi...tüm bunlar bir yanılsamaydı ne bu oda vardı ne de ölü lepistesler…uzun bir süre öylece baktım akvaryuma…ölü lepisteslerin nasıl da ters döndüklerini izledim…balıklar neden ölünce ters dönerler diye çok düşündüm ..araştırmak istedim ..çıkayım bu lanet odadan da dışarıda ilk karşıma çıkan insana sorayım dedim…ama çok sürmedi bu heyecanım…kıçımın dibinde otlar bitmek üzereydi…içinden yeni yeni lepistesler çıkar umuduyla bekledim.. gerçekten buna inandım … ölü lepistesler odamın içinde…ölü lepisteslerimin odamın içinde

zaman kendi yanılsamasındaydı bu yüzden tüm saatleri yok ettim ve işte yine bu yüzden tüm saatli maarif takvimlerine düşman kesildim…

…algı sınırlarımı zorlayan bir zamandan sadece her şeyi alabildim…hiçbir şeye yakın bir herşeyi…



Murat UYANIK