Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

tek ayağı

müziğe karşı aklımı daha yavaş sürüklüyor

bir yugoslavla karşılaşıyoruz ben üstelemeden pekala değişime hazırım Yugoslavca konuşuyorum sonra Yugoslav dilini tutuyor aklım almıyor

müizğie karşı Yugoslav daha yavaş pekala düzeltilir

iki coğrafya birbiriyle yer değiştiriyor Gagavuz kuşuyla o araznin bakışı gibi yaoarak seyrediyoruz o arazinin bakışı her şeyi kabul ederek sessiz

ama sessizlik ağzımda cümleden farkız nasıl olur

ama sadece ben biliyorum
iki kuş sırtlarınıdda çıkararak kanatlarını yer değiştiriyor
Gagavuz kuşuyla ben kalıyorum Gagavuz kuşu tek ayağı üsütnde bir taşımn üsüütndee ben ellerim ceplerimde kendim görüyorum amaa Gagavuz kuşunu daha ilgi çekici buluyorum
Çünkü onun göğsünde elbette bir rüya her şeyy ilgisizliği

Haa ha haa ben Gagavuz kuşu gülüyoprum



Evrensuhte

fonda şarkıdan hiçbir iz yok...

fonda şarkıdan hiçbir iz yok sesi ağzında hiçbir iz bırakmamış güneş daha hızlı aklımı tek bir noktada bulana kadar
uçurumdan bir miskal iz yok şimdi oldu bir vakit aptalı gibi güneş
her seferinde tarlalara düşüoyr tarla kuşu dibime düşüyor kanatları ağzında belki hırsından üzüntüsünden
tam 25 saattir bu örtüye sarınmış aklım bir karganın gagaları üstünde
biçimssiz
fonda aklımı tek bir noktada bulana kdar hiçbir iz yok aptaln güneş gagaları üstünde kanatları ağzındaa ağzı her seferindee gagaları üstündeee bir vakit aptalı güibi güneş fonda tarlalara düşüyorrr tralar kuşu ayakkabımın dibine düşüyorr 25 saattirr aklımdn bir iz yok aptal gibi düşmüş o kargaa fonda güneşin karganın gagasından hiç bir iz yok

beni bırak biraz daha uyuyacağım güneşin burayı bulması imkansız



Evrensuhte

NAKK-AŞK

Hiçbir zaman annesi olamayacağım kadınları doğurduğum gün ayrılıklara gebe kaldım. Ruhumun kuytularında kendimi hezeyan kılıklı adamlarla aldattım. Gözyaşından küpeler taktım kaybettiğim ben’in geride kalan silüetine. Hiç ait olmadığım şehirlerde hiç ait olmadığım bulutları giyindim. Yağamadım bir türlü hayallerimi, yağmalandım. Gözlerimi açık arttırmayla satın aldılar. Sözlerime bir hüzün devletinin diktatörü el koydu. Sessizlik bir mülteci çaresizliğiyle kendi karanlığından kaçıp kalbime sığındı. Sen o sessizliğin korkulu rüyasısın… Ey Tanrı! eğer oradaysan bir tan kızıllığında parçan olduğumu hatırlat bana. Gücün yetmiyorsa gözlerin yanacak, gözlerinim… Belki bu yüzden görmüyorsun ellerim inciniyor bak, ellerin…Yalın bir yalnızlık yalpalayarak yürürken damarlarımda, basınç yapıyor bileklerime ama ben yine de küçük patikalar çizmeyeceğim tenime. İçim içime sığdı işte…
Ne çabuk bir çöl güneşinin susuzluğuna büründüm. Bir nakkaş gibi aşkı işledikçe kalbim kalbine, kendini tüketti. Sonunda sapı sedeften bir sorguç iğnesiyle kendi gözlerini kör etti. Aşk ecel, ecel tek ezeldi. Ecelin bilinmezliği, ezelin sonsuzluğu ürpertirdi. Ne çok korktum. Ne çok yoktun. Tek gözü sorguç iğnesiyle kör olmuş korsanların, ağzına kadar mutlulukla dolu defineler aradığı bir adaya düştüm. Ve bu düşüş henüz bir ihtimalken yanıma almak istemeyeceğim üç şeyden biriydi yokluğun... Ey Tanrı! Çok yoruldum! Bu işte parmağın varsa bil ki gözlerin acıyacak…
Benim sivil toplum örgütlerim yok ki dünyamı kurtaracak. Ama şimdi, aralık penceremden içeri bir viyolonsel doluyor, galiba aşk devrim yapacak. Kurtulacağız ey nakkaşlar! Fakat şüphelerim var; insanlık her banyo yaptığında küveti kaplıyor üstlerinden akan yalanlar… Ben yine de ilk önce seni seviyorum demeyi öğreniyorum yabancı bir dilde. Ve her akşam eve giderken kalp şeklinde kurabiyeler alıyorum.
Çünkü sevdiği şarkıyı otobüste düşürmüş bir kalbi ancak bir kalp kurtarabilir.


özge özen

Günce

Yaşadığı dünyayı keşfetmeye çalışıyordum,boşluğunu,içini dolduran her şeyi,buna dair hiçbir fikrim yoktu.çok kapalı bir alanda yetiştiğim söylenemez yine de bazı şeylere dair bilgim zayıftı.aile bireyleri helikopter misali sürekli tepemdeydi,bu ses beni deli ediyordu.neye,nasıl bakacağımı,kriterlerimi ne şekilde yapacağımı bilmiyordum.çok hassas değildim,kadın olmak hassas olmak demekti bunu gözlemlemiştim,yapamayacak kadar soğuktum ben.
Eylül için hazırlanıyordu yaşadığım şehir,bense aylak aylak dolaşıp,kitap ve dergilere abanıyor ne yapacağımı bilmeden sürekli dağılıyordum.çok sıkılmış,yorulmuş,ne olduğunu bilmediğim bir bunalıma girmiştim.özel sayılmazdı,yeni değildi.ama her seferinde beni eskittiğini hissetmeye başlamıştım.onu bu zaman zarfında tanıdığım ve değişmeye başladığımı hissediyordum,çok ilginçti,duygu tozlarıyla tanışmıştım,arada bir kalbim bile sıkışıyordu fakat bu çok anlamsızdı.çok öfkeliydi eylül yada bu şehri yıkamakta kararlıydı..bulutlar kalın gövdelerinden yırtıldı bir akşamüzeri,ağlıyorlar mıydı,dağılıyorlar mıydı anlam verememiştim,anlamlı bulduğum tek şey dışarı çıkıp ıslanmaktı.karınları patlamadan, yağmurdan önce duyduğumuz o gürültülü sesleri de duymamıştım..giyinip caddeye çıktım,nasıl bir kahkaha vardı yere koşan sularda,nasıl bir doygunluk anlatamam..ay yoktu o gece,yıldızlar yoktu,ağzını açtıkça dişleri parlayan yağmurun kahkahaları vardı koştuğum,yürüdüğüm her yerde.insanlar sığınacak yerler arıyorlardı,mağazalara,apartmanlara.onları bu yoğun kahkahadan koruyacak bir şapkaya,bir kutuya koşturuyorlardı.ben tadını çıkarıyordum,bu denli suya gömülmemiştim,ne derin bir hazdı.tüm havayı içime doldurarak,insanlara bakıyordum,onlarda bana tabi...

Ona asla kızamıyordum,yumru gibi oturmuştu içime,içimde yerini bilmediğim bi yere.kangren oluyordum sanki,taşıyamıyordum onu,elime bıçak aldıkça daldıracağım yerden uzaklaşıyor ve daha çok dağılıyordu vücuduma..daha çok..her yerime bıçak atmak gelmiyordu işime,denemek istiyordum,yapamıyordum.bu hastalığı yenemiyor,sürekli yutkunuyor,yutuyordum.
Her gün biraz daha genişlemeye başladım toprağa doğru..yaşamak nedir bilmek istemiyor,insan denen et yığınının,ruhla bütünleşerek yaptığı her şeyden kurtulmak istiyordum..kitaplara dalıyorum.oralarda ki şehirleri,karakterleri gözlerimle besleyerek,kafamı onların dolambaçlı kafa sinirlerinde eritiyordum..



e.yalçın
ağustos onüç


Kelebek

Her türlü ve biçimdeki içi siyah göz göz odacıkları olan tüm kelebek kanatlarını daha özgür olsunlar diye yani bu gördüğüm tüm kelebekleri özenli bir biçimde daha önce hiçbir şeyi bu kadar detaylı düşünmediğimden olsa bedenleri ortaya çıkacak şekilde tutup keserdim. Tamam kabul ediyorum fevri bir hareket diyelim ama ben neyim ki varoluşu yeniden şekillendireyim?



Görüntüler sesler var. ellerinde son kozları daha henüz kimse sürmedi ancak kanırtıyorlar yinede yüksek hayat yapıcıları. Profesyonel kumarbazlar Ya da üç liraya zar atan romantik hayalperestler. Bu da Bir şey demek değil biliyorum. Bağlantı kurulan noktalarda sıralanıyor özne nesne nesne özne sonra yine aynı diyalektik. daha az acı çekmek Ya da daha güzel biraz biçimsel biraz keskin olsun da istemem. Çünkü nasıl başladığımı tam olarak bilmiyorum neresinden tutsaydım da ama biraz da şans ister değil mi elimde kalmasaydı. Bu odaya bu kadar anne bu kadar götü boklu ihtiyarı ve bu kadar genci kim topladı. Ben görmek istemiyorum bu leş kokan görüntüyü zorunda değilim ama seviyor ve kalplerini özümseyebiliyorum. Önce an. Tamam sonu yok bunun. Anı değil yanlış anladık bu geçmiş yaşansaydı “gerçek”ten böyle olmazdı.bir adım ben beklerim sessizlik sonra gelen ziyaretçiler. Öyküler katlanma gücüne iyi gelir ve dayanıklılığı arttırır.melankoliyi sevmem çok aptal işidir “gerçek” böyle yorumlanamazdır.modern psikiyatriye inanıyorum ancak eksik kalan çok yönü var.bazı şeyler nedensizdir ve imkansızlığın vücut bulduğu bu nokta sanki kulağıma zayıf bir ıslıkmış gibi geliyor. Melankoliyi sevmem ancak gerçeküstücülük mühimdir. Gün boyu yaşamdan görüntü ve sesler tamam kabul bunlar gece niye uykuyu destekler?tamam bir terslik yok burada da.tüm büyük ihtiyaç ve gereksinmeler karşılanmayınca mı doğuyor uzaklara gitme isteği. Konular ve hikayelerin artık bir önemi yok. Geçmişe bakmayın orası orda. Dildir sadece kurgulayandır artık yapı bozumu ile bağ bozumu zamanıdır.bu akıl sanki en çok ondan uzak durmaya çalışan gözünde yaş kalmamış mihazsız yarı suskun isteksiz konuşkanları tehdit eder. Tamam buna da kabul herkesin çok derdi var üstlerine gitmeyelim. Yeme ve kusma artık bir gereksinimse benim aklım ilk baş ikiye sona üçe ve dörde böldü tüm varoluş kategorileridir bunlar aslında. Önce çirkinler ve zayıflar ölür. Başarılar başarısızlıklar kim neyle başa çıkıyor ironik. Tablonun bu kendiliğinden olan içinde barındırdığı koyu sarı mavi ve gri renkleri gibi sanki tüm cevapları barındırıyor sırıtıyor gölgesinde saklı yinede. Sizi bir yere götürmem daha önce çok gittiniz bence. Arka plan daha kontrast orası köpeklerin görebildiği bir yer siyah Ya da beyaz keskin dişleri ve çarkları olan birbirine geçmiş ve birbirinden ayrı bir o kadar yine de. Sizi bir yere götürmezler çünkü ama ve belki ile başlayan cümleler olmasaydı.



Bu hayat yaşanılan tüm alanları ve biçimleri dahil hepsi; bir ahlak ve ego probleminden başka Bir şey değildir. Bunu ben uydurdum söyledim ve oldu. Belleğim akrep soğukluğunda hissediyorum nefes alışverişime ihtiyaç duyuyor genelde. Sizi bir yere götürmem ama oyala bakalım tuzak değil bu. Et ve düş. Kendi türümün yoksunluğu savurganlığı ve boşluğu benim bahanem nedenim yok basite de indirgemiyorum. Bütün sorun sanırım benimle birlikte kim yaşıyordu? Her şey bariz ortada mı yoksa kendime acı mı yaratıyorum.kimi zaman evet kimi zaman hayır bunun yanıtı. İşittiğim bu yanılmıyorum umarım. Tadı yok et ve düş. Belki ölünce anlayacağız her şeyi belki de hiçbir şey anlamayacağız. Çağırıyorum onu bakıyorum dul kadın aşkı gibi çaresiz gelmeye niyeti yok gibi. Seçilmişiz varız derken uzun uzun tartışılıyor var olduğumuz için mi düşünüyoruz düşündüğümüz için mi varız?atın bunları çöpe .herkesi yine topladılar bir yere konuşmanın gereksizliğini anlattılar. Akıl diye us diye yaşamdan pay biçecek birilerini oralara götürecek hediyeler verdiler yaşam payı verdiler. Doğduğum yerdeki balıkçı diyordu; bir ayakkabıdan bir de kadından anlarım diye. Ben kadere inanmıyorum çünkü varım. Ben kadere inanıyorum çünkü öleceğim. Aslında gerçekten kimse üzülsün istemezdim ve bu sözcükler olmasa hepimiz şimdi ölürdük. Bazıları erken ölürmüş her ölüm erken ölüm değilmiş. özne nesne özne nesne sıralanıyor yine. Ben bir dünya yaratmaya çalışmam artık. Bir kadın görüntüsü uzaktan tamam bu sefer.yaratmak yıkmak bir yere gitmiyorum kimse bilmiyor uzalıp kısalmıyoruz. O kadın kendini özel zannetti ve haklıydı. Benden uzakta iyiydi. Ya daha kötüye ya daha iyiye gitsin yok gitmiyorum kendimi gerçekle yeniliyor yanılıyorum. Omuzlarımı ayaklarıma indiriyorum. Üç sene önce hiçbir şeyi dayanak almadan yıkıp kasıp kavurduğum tüm değerler şimdi bana can veriyor.kendimizi önemsemeseydik belki bu kadar düşünmezdim. Yıktıklarını yapmak gibi tuhaf bir amacım var görmek istiyorum olanı gözüm biraz kapalı bir terslik var bunda. Aktarıyorum nedenini yitirmekten korktuğum bu duygudan öte bilmekten korktuğum neden-sonuçtan öte hissedemediğim bir duygu bile değil tam olarak. Sadece bir neden söylenemeyen içi boşaldığında dolamayan ama gidip gelen tavan zemin arasında olabilir biraz sıkışmış bir neden.nasıl başladığımı bilmiyorum varoluş defosu biraz kulaktan dolma söylenenleri arşivledim. Arzu güç ve iktidar. Paha biçilmez ama pay biçilebilir adlarına onların küçük yaşam pastalarına. Yakından uzaktan alakalı olabilmeli ve mutsuzluk dinginliği getirmeliydi.sevgi bir ihtiyaç yok olmadı hedefe giden yolda bir amaç. Çoğu mit bunların bir kısmı efsane. Gerçekler zamanla anlaşılır dedi sonra da durdu gerçekle işimiz yok aslolan hakikattir dedi.



Beni henüz tanımayan dünyadaki tüm ötekiler an demiştim ya şimdi kendilerine bir şeyler fısıldayıp gittiler ıssız yerlere dağlara fiyordlara vadi aralarına sızdılar. Güçlü zannedebilirdiniz ama çelimsizlerdi. Yüreklerinde birikenleri duymasınlar diye kısa küçük adımlardı aslında hepsi yalnızlık telaşındandı ve zaten yoktu.



İnsanlara sadece yalnız olduklarında bak ve bu sözcükler olmasa hepimiz ölürdük!


Nem

Olepius

Yüce tanrı Olepiusun kutsal kitabı kmilin 23.bölümü şöyle der:
Biz insancıklarımızı boşluğun boşluğunda yarattık ve içlerine kırmızımsı bir ruh verdik çünkü kırmızı bilge bir ruh verir…rengarenk olurlar ve büyüdükçe larvalara dönüşürler…ve de oradan yine o boşluğa karışırlar…ve benim yüce tanrıçam Sephenna dolunaya çıkar ve insancıklarımıza bakar…o derin kırmızılığa…!


Dolunayın en yüksek olduğu gecelerin birinde adı yıllar önce annesi Sephenna tarafından Rimur konmuş bir erkek çocuğu dağın eteklerinden aşağıya doğru inen bir hareket gördü…ilk önce bunu o hep gördüğü halüsinasyonlardan biri sandı…sonra o hareketlilik iyice yaklaşmaya başlayınca bunun daha önce görmediği bir şey olduğunu anladı…o hareketlilik iyice yaklaştığında gözlerine inanamadı…karşısındaki o hareketlilik basbayağı ona benzeyenlerden oluşan bir topluluktu…yok dedi, bu gerçek olamazdı...gözlerini uzunca kapadı …ve yavaş yavaş açmaya çalıştı…açtığında orada herhangi bir şey görmeyeceğini düşünüyordu,içine gizli bir serinlik yayıldı..tabi ya onlar gerçek olamazlar..bizler varız sadece bu evrende… sadece bizler varız ,kırmızıya bulamış tanrımız bizi….ve bizler için bu dolunay…bunları düşünürken birden o hızla gözlerini açtı…ama olmayacak bir şey oldu, karşısında ona benzeyen insancıklar oldukları gibi duruyorlardı…birden kaskatı kesildi..serinlikten sonra gelen apansız bir sıcaklık …serinlikten sonra gelen cehennem sıcağı …vücudu yanıyordu..sanki birden her şeyi anlamış ama onla ne yapacağını bilemez bir bilge edasına bürünmüştü…birden tüm gücüyle kalktı yerinden..koşarak kumsala indi…fazla zamanı yoktu Sephennaya koşmalıydı…tüm gördüklerini anlatmalıydı…ve zihninde türeyen onlarca soruyu sormalıydı…bazen bir tanrıya bile soru sorar insan…ve bazen bir tanrı bile muhtaçtır yaratıklarının sorularına…

Kumsala indiğinde Sephenna ayla konuşuyordu yine..bu gizli bir ritüel gibi her gece yaşanıyordu…her gece her gece gölgelerini sunardı Sephenna ayın kutsal ışığına…ve bu kutsal ışıktan aldığı tüm sözleri Rimura naklederdi… Sephenna konuşur Rimur yazardı… Sephenna konuşur Rimur kırmızıya bulamış kanıyla yazardı…

İlk “oku” dedi Sephenna… ve bu yıllarca sürdü gizli bir ritüel gibi…

- Sephenna benim yüce tanrıçam…dağın eteklerinden aşağıya doğru inen bir şey gördüm…ve senin huzurunda yemin ederim ki bize benziyorlardı…ah Sephenna çokça korkuyorum bunu söylemekten …şimdi beni aya kurban etsen ses etmem söylediklerimden dolayı..ama bize benziyorlardı…ah Sephenna aklımı oku…aklımı oku da tüm gördüklerimin aslında bir yanılsama olduğunu anlayayım.. Sephenna benim yüce tanrıçam…onlarca soru birikti şimdi… Nasıl oldular sence,Olepius değil miydi bu evreni yaratan ..ve seni ayağının topuğundan yaratan…ve Olepius ki tüm evreni ayaklarından sızan o ince su birikintisinde yaratan.. ve sen değil miydin o boşluğun boşluğundan bize can veren..! çokça şaşırdım bu duruma..hani sen şimdi bizi yaratan olmasan derin bir kuşkuya kapılacağım…! Olepius’u anlat bana yeniden..bildiklerimi tekrar hatırlamama yardımcı ol…sen ki onun sağ ayağının topuğundan doğmuştun bir gece…o ki seni bir gece sağ ayak topuğundan gizlice doğurmuştu…ve seni aya teslim etmişti…gördüklerini söylemen için…ah Sephenna anlat bana yeniden…bildiklerimi bileyim yeniden…

- Tüm gördüğün o insancıklar Olepius’un zihninden türediler…tüm o insancıklar aslında hep vardı ama bilmedin sen…sen ki Rimur şu evren üstünde çokça şeyi göstermedik sana…çokça şeyi görmedin…ve de görmediğinden sakındın…kavanoza bırakılmış gibiydin….camdan bir fanus eşliğinde büyüdün..bir akvaryumun içinde büyüdün…ama nedense gizli bir öngörü eşliğinde çokça sorular sordun bana…bu kırmızı evreni sordun, çokça sorular türettin…sen büyüdükçe bu sorularda büyüdü ve de değişik şekiller aldı…bir gün bir ejderha oluyordu evren zihninde,başka bir gün yanardağ ağzı…tutamıyordum…tutmaya çalıştıkça büyüyordu zihnin..büyüyordu soruların…sonra yüce Olepius’un sözleri geldi aklıma..söyledikleri geldi…ve onları söyledim sana..hiçbir şeye benzetemedin ilkin…çokça şaşırmıştın nasıl olur dedin…"nasıl oluyordu da sen Olepius'un sağ ayak topuğundan yaratılmış olabiliyordun" dedin….ama sonra sonra her şey yerli yerine oturdu..öğrenmeye başlıyordun…öğreniyordun her şeyi bilen ve de bu yüzden gizlice susan bir bilge edasında…ve konuştuklarımızı yazmaya başladın…kırmızıya bulanmış kanınla ,etinle,gölgenle yazdın…çokça sürdü bu…bu da senin gizli ritüelin olmuştu işte..yazdıkça çoğalıyordun..yazdıkça içinden geçiyor , ve içinde yeni küçük küçük larvalar oluşturuyordun..tıpkı Olepius’un larvalara dönüşeceğiz demesi gibiydi ..ve sanırım ilk inanan sen oldun buna…ilk tapınan sen oldun…Olepiusla 66 gün ve 66 gece konuştum ve söylediklerinden bu evren kuruldu…yeni yeni inananlar çıkardı ortaya..yeni yeni tapacak insan kümeleri yarattı ve onları evrenin dört bir yanına saldı,yeni inanlar çıksın diye…gece olunca aya çıkıp oradan bakıyordu yarattığı evrenin insancıklarına..gece olunca Olepiusla birlikte yeni larvalarımıza bakıyorduk..onların nasıl da büyüdüklerini görüyorduk…ve de bir başak gibi başlarını öne eğdiklerini görüyorduk…benim tanrım yüce Olepius’un içinde bir rakkase dans ediyordu… geceyi kutsayıp gündüze küfür ediyordu ..biliyorum her dolunayda çıplak ayakla kumsala koşuyordu... "ayakları ıslanıyor ama o serinlik de iyi geliyordu ona"...renkli bir elbise giymişti...ve de bir taç takmıştı kafasına ayrık otlarından...dudakları ıslak,elleri yaban mersini kokuyordu...gözleri hüzünle karışık gülüyor,şehla bakıyordu da sanki biraz....zaten o yaratıklarına hep biraz şehla bakıyordu...çok öykünüyor...ama bir bu kadar da susuyordu...elbisesinin bir yanına bir cep diktirmiş onla övünüyordu...ve çokça çakıl taşı koymuştu içlerine..insancıkları yesin diye...larva olacaklarmış büyüyünce..böyle demişti bir keresinde bana...larvalar büyüyecek ve insancıklarımız aslında larvaya dönüşecek demişti..ilkin çok şaşırmıştım ama toprağa baktığımda anladım..dönüşenleri inceledim..renk renktik..rengarenk oluyorduk onun cebinde...hissetmiştim ama ses etmemiştim...ama anladım ve de usulcana sustum...dolunay şahitti bu duruma o da o yüzden bulutsu bir yıldız kümesine taşıdı onu... Olepius’u…gitsin ama kuşbakışı görsün bizi diye..oradan baksın ve yine o cebinde korusun diye… çokça zaman geçmiş ,çokça dolunayla birlikte Olepius cebindekileri saklamış…onun ceplerinden karalar doğmuş..ayaklarının ıslaklığından denizler oluşmuş…dolunay zaten hep varmış…bunu bilmişiz çünkü o bilmiş… o hep geceye şahitmiş..bilmiş bunu da ..her şeyi anlayan insanların suratlarına takındığı o gizli gülümseme gibiymiş her şey..bunu da bilmiş…ama bilmek çokça zararlı bir şeymiş bunu da bilmiş ama bir şey yapmamış bunun için…

Ama bir gün gelmiş her şey değişmeye başlamış, Olepius’a inanmayanlar türemiş yarattığı karalardan…ansızın yeni yeni küçük küçük insancıklar çıkmış ansızın …ve de hızlıca yayılmış…Olepius ilk önceleri bunu gördüğü o epik rüyalardan biri sanmış..geçer gider sanmış..bir göz kırpması kadar anlık bir olay gibi gelmiş.. gözlerini bir kez kapatıp açacağını ve her şeyin yine o eski bilindik şekliyle devam edeceğini sanmış…hızlıca gözlerini açmış ama o küçük insancıklar gitmemiş…çokça şaşırmış ah demiş nereden çıktı bunlar..ben mi yarattım bunları demiş…eğer ben yarattıysam neden bana tapınmazlar demiş…ama bir şey de yapamamış…kumsalına inmiş dolunayda vardır bunun çaresi demiş..dolunay hep bilmedi mi her şeyi, yine bilecektir demiş…çıplak ayaklarının gölgesinde sessizce durmuş ..bakmış bakmış bakmış, ama değişen bir şey olmuyormuş..ve de üstüne üstük o insancıklar çoğalıyorlarmış…artık evreninin her yerine yayılmış bu insancıklar…çokça görmüş bunları..yarattıklarına benziyormuş hepsi..hepsinin iki gözü iki kulağı varmış..ama gözleri bir başkaymış sanki..gözleri şehla değil basbayağı irin doluymuş…ah nasıl olmuşlar..nereden gelmişler..kim yaratmış bunları…oturmuş o gece tüm gece bunu düşünmüş…kendi yarattığı insancıkları unutan bir tanrı Olepius…! kendi yarattığı onca insancığı unutan bir tanrıya dönüşmüş…şizofren bir tanrı Olepius…kendi gerçeğini unutan ve yarattığı ne kadar insan varsa bir gece hepsini yok oluşa sürükleyen yüce tanrı Olepius…tanrısını karıştıran insancıklar ve de insancıklarının gerçekliğinden şüphe duyan bir tanrı…ve insanlar büyümüş büyümüş kendi eksensizliklerinde…onlar da Olepius’u unutmuşlar…yok demişler…bizi yaratan bu olamaz…bizim tanırımız bu olamaz…başka başka tanrılar yaratmışlar kendilerine… Olepius’un kırmızı evrenine yayılan milyonlarca insan başka başka şekle bürünmüşler..başka şekillerde tanrıları ve de başka şekillerde kitapları olmuş…unutmuşlar Olepius’un kmilini…onlara inanmışlar…onları bilip onu kutsamışlar geceye…ve ona kurban vermişler kendilerini…ben ki sizleri yıllarca cebimde taşıdım…cebimde bir hayat sundum ve de Olepius ki bu evreni ayağından sızan o ince su birikintisinde yarattı …bu gün gibi aşikar..kimselere inanma..onlar şimdi sana aslında gerçeğin bu olmadığını söyleyecekler..sana aslında tüm bunların gerçek olmadığını söyleyecekler…senin bir yanılsama olduğunu söyleyecekler….tek korkum budur ki sen de buna inanacaksın….onları tanrı bilip beni soytarı sanacaksın…sakın aldanma “onların” söylediklerine…sakın bilme onları..”onlar” ki her şeyi kendilerine yorarlar..sanki her şeyin ilk nedenleri kendileriymiş gibi yaparlar…gerçeği gösterirmiş gibi yaparlar…işte gerçek bu ne duruyorsunuz,hadi tapının bizim tanrımıza vakit geç olmadan derler…ah Rimur sakın kanma onların söylediklerine…kaygılıyım…! Bir tanrı kaygılı olur mu hiç deme…bir tanrı bile kaygılanır çoğu zaman kendi kırmızı evrenine !

- Kırmızı mıydı evren ilkin…?

- Evet kırmızıydı..derin bir sancı vardı…göbeğim gitgide büyüyordu..ilkin anlamamıştım….çokça sürdü bu…bu nedir dedim..yine dolunaya koştum…ondadır çaresi dedim…bir yaratan bile bazen derin kuşkuya kapılıyor affet beni ama inan gittim oraya…bir şey demedi ilkin…ama sonra iyice yükseldi ..iyice yükseldi…sonra çok daha derin bir sancı başladı içimde…sonra birden bir şey kıpırdadı…bir şey..etiyle kanıyla bir şey…bir şey doğmuştu …insana benziyordu…ama bu insancıklar gibi değildi…çokça şaşırmıştım..bu da ne dedim..ilkin bıraktım öylece yere..ne yapacağımı bilemedim…affet bazen tanrı bile korkuyor ..bazen tanrı bile yarattığından korkuyor…sonra ne olduysa birden bir sıcaklık yayıldı tüm vücuduma…çokça onu istedim…çokça istedim seni…yarattığımı istiyordum…ah bazen tanrı bile ister yarattıklarını…ve bu yüzden öldürür hepsini tek tek..!sonra Olepius yedi rengin yedi renginden bir renk alıp kırmızıya boyadı yüzünü…ilk kanını akıtıp sessizce bir yudum içti sonra bizi buraya getirdi…en “korunaklı” yere…insanların olmadığı bu “kutsal” yere…çünkü sen bilmemeliydin çoğu şeyi ve yüce tanrı Olepius tekrar dirilmek için 666 gün beklemesi gerektiğini…yeniden doğmak için 666 gün bekleyen bir tanrı…yeniden dirilmek ve “tüm insanların ruhlarına güneşler yağdırmayı” isteyecek bir tanrı…

- Peki ya şimdi ? Ya şimdi ne olacak…tüm bu insanlara ne olacak…ölecekler değil mi ?

- Ölecekler evet,ama yine yaşamak için …yüce Olepius o gün geldiğinde yani 666.günün sonunda dolunaydan inecek ve tüm insancıklar anlayacak aslında yanlış tanrılara tapındıklarını…anlayacaklar her şeyi ama artık çok geç olacak onlar için…topraktan değil ateşten olacak elleri…gözlerinde yanardağlar patlayacak…kaskatı kesilecekler…sıcak bir kor gibi yeryüzüne yapışacaklar…ve aynı hızda soğuyacaklar…çok soğuk ,ince bir buz kütlesi…ve Olepius’un nefesiyle paramparça olacak bir buz kütlesi … uzaktan uzağa göreceğiz Olepius’u …gelecek dolunayla bir gece ….sağ yanında ben olacağım ,sol yanında da sen olacaksın…ve tüm insancıklarımıza bakacağız….onların irin dolu gözlerine bakacağız…gözlerini kaçırmak isteyecekler bizden ama başaramayacaklar…koca bir buz kütlesi onlar…ısınmış kor olmuş ve de aynı hızla soğuyup kaskatı kesilmiş bir buz kütlesi… ve Olepius gök gürültüsünü andıran o sesiyle konuşmaya başlayacak…


Kmil’in 3.bölümünü aç ve oku şimdi Rimur….kanınla yazdığın Kmil’i aç şimdi ve de 666.günün gecesini bekle…Olepius’u bekle…insanların ölmelerini bekle…Olepius’un doğması için insanların ölmesini bekle!


Yüce tanrı Olepius’un, kutsal kitabı Kmil’in 3.bölümü şöyle der:

içim sıkılmıştı birden ne kadar insan varsa öldürdüm..şimdi yeryüzünde bir tek ben kaldım bir de antiloplar..onları da öldüreceğim her gün birini ,her gün birinin kanını akıtıp içlerini dolduracağım... evime dolduracağım onları..kesik antilop başları her yerde..kesik antilop başları sürüsüne bereket...sonra onlar da bitecek...denizleri kurutacağım...yıldızları bir gece kendi yok oluşlarında yakacağım ..gece aydınlanacak onların kör benliklerinde...her şey geçecek ama ben durmayacağım...sonra hiçbir şey kalmayacak kırmızı evrende…hiçbir ses itişilmeyecek..hiç bir ayak izi kalmayacak…o zaman ben ineceğim tekrar… sonra öldürdüğüm ne kadar canlı varsa hepsine ruh üfleyeceğim...sil baştan kuracağım anakarayı...yıldızlar yerde gök yerde...havada toprak yerde çıplak ayaklar...yerde gök havada çıplak ayaklar…siz ki bilemezsiniz hiçbir şey ama bilir görünürsünüz…siz ki şu kırmızılığına hayran kaldığınız evrenimde yaşar ama beni unutursunuz..ve kendinize yeni küçük küçük bana benzeyen tanrılar edinirsiniz..beni unutup onlara taparsınız…ah benim zavallı insancıklarım…nasıl da çaresizsiniz…kendi sonunuzu hazırladınız…sizin için bu hüküm…size inanmanız için sözler söylendi…ve onun adına da Kmil dendi..hala anlamaz mısınız…neden okumadınız ve neden bir tarafa savurdunuz kelimelerimi…ah benim insancıklarım,sizin için bu hüküm hala anlamaz mısınız ! sıcak bir kordan ,soğuk bir buz kütlesine geçen benim zavallı “insancıklarım” !..sizin için bu hüküm…siz ki sadece gündüze inanıp,geceyi bilmezsiniz…ve onun mucizelerine inanmazsınız…siz ki elinizdekiler kadar bilir ve gördükleriniz kadar görürsünüz… ben sizi yaratan tanrınız Olepius derim ki şimdi:

öldünüz ama yeniden doğacaksınız…boşluk olacaksınız ve yine o boşluktan doğacaksınız ,bana yine tapınmak için ! ve beni yine kutsamak için…!




Murat UYANIK