Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

yüksek doz

yüksek doz kuşkudan

yüksek hayat tekrarından

uzunlardan kısalardan

çünkülerden

ve aslındalardan

gizli bağlarımızdan

acılardan

tüm çıplaklığımızdan

bitmeyen yollardan....


isteksiz konuşmalar sonucu

saf iyi olma halidir bu

bazen

hiçbir şey farketmez...

bazen

isteksiz bilmeler sonucu

gerçeği bulma halidir

ama

hiçbir şey bizi beklemez...


Nem

politik

politik
keskin
torbada iki misket
uzanıp tam iki saat
ritmik melodik bir ıslıkla
tavanı seyrettim
olmayanlar arasından
koca bir yok seçtim...
varoluşun zavallılığı
herşey sensin
herşey senin içinde


Nem

Götüyle Gülünen Adam

son gülen iyi gülerdi bu diyarda
diyar dediğim barakadan hallice elbette
ve sonra cehennem çıkagelirdi
elinde biraz talihle
ve talihsizliğinin boyutları
idrak edilemezdi
şimdilerde bile edilemiyor
ve cennetin gelmesini beklerdin
evinde
dört duvar senle taşak geçerdi
yatak senle taşak geçerdi
geriye taşak geçecek kimse kalmayana dek
her şey kurumuş boka dönerdi

tahta kaşıklar
kürdanlar
makaslar
şişe açacakları
ayakkabı çekecekleri
en gereksiz buluşlardı
ve muhteşemdiler
işte bu yüzdendi yanılıyor oluşun
her daim sıçıyor oluşun
bu yüzdendi,
biliyor sanırdın
zannettiğinden bihaberdin
kitleler sürüler halinde akardı
ve sen başarısız bir çobandın
bir gitardan geriye kalandın
patlamış bir lastiktin
ekmeğin bile banılmadığı sulu yemektin
tercih edilmeyendin
güven veremeyendin
kuş gribiydin
domuz gribinin bile taşak geçtiğiydin

zaferler
yenilgiler
süregelen her şey
hiçbir şeyin gelemediği süreler
maçın uzatma dakikaları
ve geriye kalan her şey,
penaltılara bile kalamazsın
hakeme itiraz bile edemezsin
şahane bir şey değilsin
körü körüne inanansın
en inançsız halinle
baştan aşağı yıkımsın
ve hala ne bok yemeye
oturup beklemektesin
bas biraz gaza
ve sür ölüme
kaybedecek bir şey kalmadı
kaybedecek bir şeyi bile kalmayansın



tozasor

Çoktan secmeli sorular

Çoktan secmeli sorular
Boş kağıtlar
Ve protest melekler
Bildikleriyle ölecekler…

Acılmamış
şık ambalajlar
Gemici düğümü fiyonkları
Yalan sölemiyorlar
Yalanın ta kendisiler

Didaktik bilincler
Biliyorlar belki
Ama hissedemiyorlar ki…

En baş köşelerde
Mutlu modern kariyerler
Arzularının bile
Farkında değiller

Biliyoruz
Görüyoruz
sonra
Sadece hoş görüyoruz…


Param parça
hayatlar izlemek…
Sadece hoş görüyoruz!





Nem

otel odasından mektup

Bir din yanlış olabilir şarkı yanlış yazılmış olabilir cümle değil dudakları yanlış bir cümle olabilir ama



Ey Katolik

senin müziğin doğru

bi r olağandışılık seçelim

otel odasında kaldın fevkalade uykun var yaşam ellerine değiyor beş dakika ara vermişler

silüetine bakanlar acımadan bir menekşenin sonsuz hızını görüyorlar

sol tarafta bir şey oluyor normalde bu bir şarkı değil



ey Katolik senin müziğin doğru

ama sen bir şaşkınlık ardıçlık kırağı yağınca üstüne

garip bir uykun gözlerinde değil ama dudaklarında

bir olağandışılık seçelim



ne yap biliyormusun yanlış bir dini tercih et gözlerin için



niyaz diye bir kadın herhalde benim sana bunu anlatamayacağımı sanarak oda bir şarkı söylemiş

the hunt koymuş şarkının adını

ama ben sana bunu anlatabilirim nedense anlatamam sanmış

ne yap biliyormusun

ben anlatıoyrum diye tartışıyorsun yani her haliyle çünkü bir şarkı olsaydı sonuna kadar susardın tartışmazdın

iyi Katolik senin müziğin hiç bozulmadı

saçlarını tercih et o rüzgarda gözlerin yerine fevkalade biliyorsun nedenini

iyi Katolik aşkı son defa bir kırağıya benzeterek uykun geliyor



hiç acımadan bir menekşenin sonsuz hızı fevkalade

aşkı son defa senin için bir kırağıya benzetiyroum sonsuz menekşenin hızı

hadi yavaşla

benzettim işte yavaşla ey menekşenin sonsuz dinmez hızı



senin için aşkı son defa bir rüzgarlı yağmura benzetiyorum


hadi yavaşla


Evrensuhte

hakikat sadece hayallerde…

Paylaşıyordum cam su saydamlığında ama varoluşsal olsa gerek tekbenciyim çıkarcı olmadan ölürcesine. Hayatın bu yakıcılığı ve kavuruculuğuna karşı hala yalnız yürümekle meşgulken gerçeği aramıyor ve istemiyorum. İstediğim ve aradığım insan ruhunda olan hakikatın ta kendisi. Ama biliyorum kapalı anlatımlar arkasında eksik kalıyorduk gene de. Çok düşündük belki… belki de çok kurduk…

Tüm bu pırıltım, içimdeki sadece kelimelere açtığım tuhaf karanlıktan kaynaklanıyordu. Ve bir o kadar yabancıydım hala… hep bildiğim dünyaya kaçıp kimse bilmesin diye korkaklığımı
sürekli berrak suları bulandırıyorum içimde kalıyor arta kalanlar. Onlar… kendi güçsüzlüklerinden güçler yaratıp bizi güçsüz bıraktılar. Bu toplumsal ilişkiler ve insanlar sürekli iktidar ve güç üretmekte. Ben avangard bile olmak istedim çünkü avangard’ın içinde hala bir umut ve alternatif yaratma çabası vardı…başka bir hayat mümkün palavralarıyla uzun süre karın doyurduktan sonra umudun acıyı uzattığını gördüm ben. Batı bize özgürlüğü verdi modern birey olmayı öğretti. Ama bu seferde çözülmez çelişkilerle yaşamak Öteki’nin sorumluluğuyla yaşamak zorunda kaldık ve başaramadık…çünkü artık bende dahil kimse vicdani sorumluluk sahibi olmak zorunda değildi batı nın öngördüğü ‘özgür birey projesi’ hayata geçmiş oldu. Birey kurtuldu. Postmodern plastik sanat atölyeleriyle, paralı ot beyinli marjinal abi ablaların çılgın partileriyle birey kurtuldu. Öyle güzel bir özgürlük ki kendi ahlakımızı kendimiz oluşturma olanağı verildi. Peki bugün hangi alışveriş merkezine gitsek ya da akşama bizim dizi kaçta başlayacak biliyormusun? Ama ben biliyorum ki Ece Ayhan’nın harika bir sözü var: mülkiyet hırsızlık bu cumhuriyet emlak cumhuriyeti.

Yan yana gelmek için nasıl da çırpınıyorlar, ama söküp almak zor olmuyor çünkü yürekleri ellerimde. Ve çoğunun korkunç hikayelerini dinledim çünkü.Dünya gördüm ben senin tüm arka bahçelerini. Tarih bitti. artık hepimiz karafilmvari hayatlar yaşıyoruz ve bu hayatları yaşarken en büyük hatam her şeyi tanımlamaya çalışmaktı ki böyle ikircikliyken her şey anlamalıydım ışığın olduğu yerde gölgenin kaçınılmazlığını o meşhur rock grubunun söylediği gibi ayın karanlık yüzünü. Keskin su götürmez bir şey isterken sürekli, şiirsel-özyıkımın ortasında buldum kendimi. çünkü hayatın her alanında ve anında her türlü kesinlik iddiası yalandı.çünkü postmodern zamanlarda yaşıyorduk ben bunu unutmuş görmezden gelmiştim.çünkü postmodern zamanlardakesin olan tek şey belirsizlikti.hayatın dışına çıkıp kendimi bir kapı arkasına kilitlediğim zaman baktığımda o yıkımın doğru olduğunu anladım.Aynaya baktım bazen yaşamın yüzüme pek yakışmadığını bildiğimden yeşil gözlerim gibi acaba şık durur mu dedim ölüm. Ne kendimi çok sevdim ne de nefret ettim ama bir ara tam da bu suçluluk duygusunun içimdeki borsada tavan yaptığı ara her şey bitti dedim. Ama bitmemişti… sanki yarım kalmış tamamlanmamıştım belki de yeterince mahvolmamıştım.küçük bir evim küçük bir banyom küçük bir yemek masam küçük bir param var ama hayal etmekte inatçıyım hala. Poe’nin de dediği gibi çünkü hakikat sadece hayallerde…


Belki bu yazıda diğer bir sürü bazı yazılar gibi kişisel mastürbasyondan başka bir şey değildir ki hala komşu toprakta insanların karınları kurşunlarla doldurulurken….


Nem

Kelebek

hiçbir zaman olamayacağım ama yine de öykündüğüm sürüsüne bereket o hikaye kahramanları gibiydin fakat sıkıcana tutup bırakmayı hiç istemediğimden olsa gerek hızlıca ellerimden kayıp gittin

oysa ki sen nasıl da görmüştün hepsini ..hepsi ayak ucundaydı ve sana sevgilerini sunmuşlardı hem de giderken.. o zaman neden gittiler diyordun biliyordum …ama gitmek de gerek sen de biliyorsun neden hala bana anlamamış gibi bakıyorsun şimdi.. hiç olamayacağım hikaye kahramanlarına öykünüyorum yine.. çocukluğun aklına geliyor…çocukken gördüğün bir kelebek…! elinin içine inceden bir kelebek kozası çiziyorsun.. o koza büyüyor büyüyor ve seni ayak ucundan saç tellerine kadar sarıyor…bir kozadasın şimdi.. ince bir koza örüyor seni…inceden bir kozayla sarmalanmış bir şekilde geceleri denizde yüzüyorsun…zor olmalıydı ama nasıl oldu da yüzebildim diyorsun.. ben inceden gülümseyince anlıyorsun ses etmiyorsun…senin başında bekliyorum deniz hışırtıları sessizliğini büyütüyor.. sessizliğimizden gece bile korkuyor.. sessizliğimizden ay bile korkuyor ki şimdi hilale çalıyor…sen kozanla barışıyorsun gece seninle barışıyor…kelebeğe öykünüyorsun ve ben de seni kelebek gibi sevmek istiyorum.. kanatlarını açtığında ilk gitmeyi istemeyecek olan bir kelebek gibi.. ve de kozasından çıkıp ilk bana sarılacak ,ilk doygun öpüşünü benim dudaklarıma konduracak bir kelebek gibi…
Ah ama ellerim yine o hikaye kahramanlarına öykünüyor…nasıl da anladım…ve sen benim o pis sırıtışımdan anladın.. deli gülüşü var sende derdin…delilerin kendine özgü o gülüşü var sende derdin…ses etmezdim çünkü kendime inceden vakur bir duruş gibi betimlemiştim ben bu deliliği…deliliğimle övünürdüm…ses etmezdim çünkü beni böylece o delilere özgü gülüşle sevebileceğine inandırmıştım kendimi…delilik işte…

Ve Sen denizden çıkıyorsun ya da bir kelebek çıkıyor denizden…ben de gizli bir ürperti…hep bilinen olacağını önceden kestirebildiğimiz ama yine de gizli bir şaşkınlığın esaretine bürünmek gibi…şaşırmakla korkmak arasında gidip gelen o tuhaf ve de ikircikli duygu gibi…yüzüne inceden kelebeğin renklerini yerleştirmiş şimdi tanrı …inceden en güzel renklerini bir palette karıştırıp yüzüne çalmış ve de seni yine o renklerin ritmik sesiyle yaratmış gibi sanki…kanatların aşk kokuyor şimdi senin.. kanatların da hiç gidilmemiş o sıcak ülkelere benzeyen ve içimizi ısıtan bir his…gözlerimizin bakışına şahit olmamış ve de bizim bir tek bakışımızdan onca anlam çıkararak yine bizi o anlamlarla boğmaya çalışan insancıkların gölgelerinden uzak ,dokunduğun da içini cıs ettiren türden bir his...

Beni sımsıkı sarıyorsun şimdi renkli kanatlarınla.. renkli kanatların içime işliyor.. renkli kanatların içimden geçip bu evreni baştan yaratıyor…içime serpiştirdiğin nice renk var şimdi.. çok renkli ..alaca bulacalı oluyorum…çok renkli alaca bulacalı oluyoruz…denizden yine sesler geliyor.. ay bizle barışık tüm şehvetiyle tepemizde… ne güzelmiş ağzının içindeki kırmızı renkler…ne güzelmiş tanrının sana yaptığı kırmızı dudaklarının tadı ….kırmızı diyorum…bu aşk için yaratılmış.. tanrı özene bezene kırmızıyı sadece senin için yaratmış…dudaklarında billur bir tat…beni öptükçe içinden geçiyorum…ve sanki biraz daha öpsen beni kanatlarım çıkacak …deniz bile şaşırıp çekilecek.. kuruyacak …

şehvetle ağzını açan güçlü bir canavar vardı hikayelerin birinde…çok şehvetliydi.. gören karşı koyamazdı…ve o canavar şehvetle ağzını açar ve de yeni kurbanlarını o gizli ayinle kurban ederdi…çünkü şehvet tükenmeyi göze alamaz.. çünkü tutku kırmızıdır…çünkü kırmızı tanrının en sevdiği renktir …ah diyorum nereden çıktı bu şimdi…içime yerleştirdiğin o kanat boşluklarını ne de çok sevmiştim birden…nereden çıktı diyorum hayır hayır o hikaye kahramanına öykünmemeliyim ve de senin o olabileceğini hemencecik unutmalıyım…tehlikeli düşünceler bunlar.. tehlike bir gizdir ..ve de oldukça tekinsizce geliverir…iyi falan da dinlemez…hayır hayır bu sen olamazsın çünkü senin kanatların var ve de oldukça renkli…alaca bulacalı…çünkü renkli mi renkli o kanatların altında huzura benzer bir hisle sarmalanmıyor muyum şimdi…ah ömrü bir gün olan kelebek …şimdi bu ölüm düşüncesi mi…yoksa bilinenden ötede ki bu mu… ? az önce kırmızı yok muydu ve de kanatların içimde yeni yeni yerler keşfetmemiş miydi ..? . …nedir şimdi bu telaş…neden içimde bu telaş…! Ürperti…!

Kırmızı dudaklarını çekiyorsun…renkli kanatlarını vücudumdan çekiyorsun…ama hala yanıbaşımdasın ve kanatların hala bana özgür ..ya da ben öyle hissediyorum…küçük çocukları yiyen canavar hikayeleri dinlemiştim.. siyah gibiydi…simsiyah bir hikaye.. şehvet…tutku.. önsezi…kırmızı…yine tutku ve yine öykünme.. birden kanatlarını yine açıyorsun.. renklerin yoğunluğundan gözlerim kamaşıyor…geceyi aydınlatıyor.. gecemizi aydınlatıyor kırmızı…ah kırmızı tanrının en sevdiği renk … kızıyorum şimdi senin kanatlarını yaratan tanrıya…öykünmek bile isteyebilirim şimdi ona ki o kadar kızgınım…sanki anlamış gibi bakıyorsun ama yine ses etmiyorsun…yüzüne inceden bir deli gülüşü yerleştiriyorsun.. sanki o ah her şeyi anlıyorum ama ne sana ne de kendime konduramıyorum…ayakların kıpırdıyor.. kumlar hışırdıyor…kumlar önünde saygıyla eğiliyor.. kumlar gizli bir rakkase gibi dans ediyor ayaklarının altında.. denize doğru yürüyorsun …kaskatı kesiliyorum…hareketsiz duruyor hiçbir şey yapamıyorum.. denize doğru ayakların… seni tutamıyorum sen denize doğru giderken…

şimdi o denizin karşısında zamansız ve de tekinsiz bekliyorum…sen gideli kaç gün kaç ay kaç yıl geçmiş bilesim yok …ve bilmiyorum hangi zamandı kelebeğe öykünmen …ve de eline kelebek kozasını çizip onun gerçek olmasını beklemen.. inan zamansızım … altımdaki sallanan sandalyenin ritmik sesi buna izin vermiyor.. ritmik sesler…veranda da senden uzakta ritmik sesler…şimdi görsen yine deli gülüşümü takınmamı isterdin benden.. şimdi görsen hiç ses bile etmeyebilirdin…oysa ki bu veranda da yalnızım ama gözlerim hala denizde…senin denizinde…senin en derininde…ve de gözlerim senin bana verdiğin ilk parıltıya takılı kalmış bir vaziyette…biter miydi hiç parıltın…biter mi hiç parıltı …biter mi kanatlarının yüzüme vurduğu kırmızı şekilli gizli parıltısı !

şimdi senden uzakta kırık bir aynanın karşısında duruyorum.. kim kırdı bu aynayı, ne zaman kırdı ,ne için kırdı hiç bilmiyorum.. bilmemek ne güzel ! ayaklarımda aynadan kalan kırıklar.. kanım halıya akıyor.. halıda spesifik bir görüntü…odada kan akışının akustik sesi.. sessizce halıma akan bir kırmızı…eski bir ritüel …dans pistine çevirseydim keşke odamı…orta yerini kanla doldurup tüm tanıdıklarımın odamda ki dansını izleseydim keşke…hepsi gülüyormuş ve de mutluluktanmış bu dans…kanla karışık odamda dans…

şimdi kırık bir aynanın karşısında bakan biri var…iyicene dikmiş o koca gözlerini…çokça sert ve de vakur bakıyor.. ikisini aynı anda nasıl yapabildiğine şaşıyorum…ikisi de benim gözlerime bakıyor…solda biri sağda biri…iki tane göz !...sert ve vakur…sanırım denizden yeni geldiler …senin denizinden geldiler…deniz onları böyle yapmış.. en son konuşmamızda demişlerdi.. hatırlıyorum.. deniz insanı böyle yaparmış…bilmiyorlarmış ama yok demişler bilmek değil bu olsa olsa hissetmektir ve de hissetmenin bilmeye karşı hep üstün olduğunu söylerler.. yani bizler söylerler.. yani geceleri yani gece yarısı yani bizden olanlar ..

yerdeki kırıkları topluyorum çünkü ayaklarım acıyor iyiden iyiye.. acı veriyor…acı…en son dilimdeki acıyı hissetmiştim böyle.. en son gidişinde senin, çokça dilim yanmıştı bunu hatırlıyorum.. sanırım söylenmemiş sözlerini esrikliğindendi …dilim gebeydi nice sözcüğe ve de ben onları sezaryenla doğurmak istemiştim sana…ama gittin ve de öksüz büyütüyorum şimdi sana söylenecek tüm sözcüklerimi…o yüzdendir dilimin acısı…acı….

Kötüyü iyiye kullan demiştin en son bunu hatırlıyorum… kötüyü iyiye kullan ..işe yarar şeyler çıkabilir ya da en kötüsü daha cesur olursun demiştin, tüm gemileri yakmak isteyecek kadar.. kızgınlık cesurluk verir, o kadar acı anca anca cesurluğu getirir…işte budur ondan çıkaracağımız kazanç demiştin...
gün boyu titreme şeklinde nöbetlere benzer şeyler geçirmiştim bir ara.. günlerce sürmüştü...gizli bir panik ve de titreme...sanki birazdan kıyamet kopacaktı ,sanki dünyanın son saatleri yaşanıyordu ve de ben bunu biliyor muşum gibi...titreme ve de panik.. sonra sonra günler sonra onlar bitti yerini derin bir kızgınlık aldı.. çünkü ne dünya gitmişti ne de o son günü görmüştüm...aldatıldığımı hissettim....ve sen bile yoktun ..
yok dedim bunlar için miydi bunlar...bu titreme bunun için miydi ...
sonra ardından daha derin bir savaş çıktı içimde ..birileri kafalarını kesiyordu.. tüm bildiklerimi giyotine götürüyorlardı...kafalarında çuvalları vardı sanki...hepsini inkar ettim ve de hepsini kendi elimle öldürdüm...hayır hayır çok azı kaldı...ve ben o an sanki bu bitmeyen evrenin merkeziydim...merkezkaç kuvvetinin ta kendisiydim.. sonra ara ara yıllarca geldi böyle sonra gitti.. geldiler böyle ve de gittiler...
sonra ben geldiklerinde bana söylediklerini yazdım...yazılar doğdu işte böyle.. gittiklerinde de derin boşlukları kaldı.. öyle zamanlarda sustum çünkü dilimi kirletmek istemiyordum...çünkü dilim en son senin gidişini bilmişti…çünkü en son gidişinle kalan sözcüklerimi doğuracaktı dilim…bundandır çokça sustum...sanırım merkezkaç kuvvetimi sevmeye başlamıştım...ben bu gelenlerin ağırlık merkeziydim...gizli bir elçisiydim onların...ne zaman titreme ve de panik gelse artık çekincem kalmamıştı çünkü biliyordum ardından onların sözcükleri dökülecekti...biliyordum bir bedel ödemeli ve de ardından yazmalıydım...ve yazdım tüm biz ve onlarsız bir evrenin parıltısını..! ve yazdım tüm öykündüğüm hikaye kahramanlarına benzer şekillerde.. benzettim ikimizi o hikaye kahramanlarına.. sen kelebektin göz alıcı… bense gözlerini o ışığın etkisinden kurtaramamış bir bezgin koza ! sanırım sadece senin o kanatların olmak istemiştim bende kalasın ve de denize uçmayasın diye.. sanırım sadece buna öykündüm.. öykündüklerimin en yücesi…sen büyük gidiş ! sen hikayelerimdeki o dişi kelebek..! sen en büyük gidiş…

yazdım ….


pitikare bir piknik !

parıl parıl pas kokuyoruz ...paslı teneke kutularını ayaklarımızla vura vura yan mahallenin çocuklarıyla kavga ediyoruz...sonra barışıp mahalle maçı yapıyoruz...ben kaleye geçiyorum.. çok güçlü hissediyorum kendimi...bir yere bağlanmak, aidiyet duygusu güzel bir sıcaklık veriyor...tutunmak güzel bir his diyorum...ama çocuksun sen ve de ellerinden bahar fışkırıyor ...ne tutsan bahar ..ve bambu gölgesi.. sazlıkların hışırtısı toprağa karışıyor...çimenlikte pitikare örtüler.. bir kare beyaz bir kare kırmızı...kırmızı sepet...annenin özenle ve aynı aidiyet duygusuyla içine bilmeden sevgisini de koyduğu kurabiyeler...içinde sek sek oyunu için taşlar...sepetin ne çok senin ve de içinde de de çok şey var diyorsun sen ..aşk diyorsun ya da aşkımsı şeyler...o iki yanından saçlarını örmüş ve tepesine de kırmızı bir kurdela takmış.. kontrast süper...ben o havada ellerinde görmem için kırmızı öğleden sonrası gelincikleri topluyorum.. senin elinde kırmızı sepetin.. senin elinde gelincikler...kurabiyeler...parıltı !

Pitikare örtüyü özenle seriyorsun çimlere.. çimlerde bir hafiflik.. çimlerde ayyuka çıkan güzel bir esinti..pitikare örtüde bir sarhoşluk…hani sana şimdi koşa koşa gidip ayçiçeklerinden çekirdek toplasam o kadar hafif olursun…pitikare örtüye naifçe yerleştirilen kırmızı sepet dolusu bir sürü şey.. içlerinde akvaryumundan yeni çıkardığın ve özenle poşete koyup canlı canlı görmek istediğin iki tane Japon balığı...şimdi güneşte dans ediyorlar…güneşle dans ediyorlar.. güneş dans ettiriyor.. güneş dansımıza eşlik ediyor pitikare örtümüzün üstünde..pitikare örtümüzün üstünde güneş parlıyor…kırmızı beyaz renkli bir örtü üstünde eski bir ritüel eşliğinde güneş parıltısına şaşıyor… sonra alacakaranlık bastırıyor biliyorsun gidilecek bir ev var...sevgisini bildiğin annen kırmızı sepetinle bekler seni.. ama diyorum nasıl şimdi bitti bu gün...ve neden daha sürmez ki...büyük sorular soruyorum ...sanırım büyümek böyle bir şey ... benim elinde kırmızı sepet.. senin ellerinde yaza yaraşır gelincikler...

Yürüyoruz birden eline bir kelebek konuyor…şaşırıyorsun ama seviniyorsun da.. çokça renkli çokça alaca bulacalı.. şaşırıyorsun…seviniyoruz…kelebek diyorsun… bana bir kelebek al…ve de bunun gibi olsun…çokça güzel ve de çokça alaca bulacalı !...


Kelebek




Murat Uyanık

taş ve su

taşa su attım

halka
büyüdü gözlerim
halka


buluta yükledim öfkemi

taşa su attım

bu başka

beni bir aşk doğurdum

bu tarla gelincik

açtım

içime düştü tohum

ben bir aşkı doğurdum

bu başka

öldü sandım

taşa su attım

bu aşkla




yakup ç

su ve köpek

"ah tutar
kimse tutmaz
ellerinden"



I

değişen suyun rengi ve
içinde vahşi bir köpek


II

yıkıyor suda yüzünü
serbest bırakıyor köpeği


III

kendinden parçalar atıyor suya
parçalamasın diye kendini köpek



yakup ç.

Sertleşmeler

hep aynı şeylerden mi bahsedersin dedi
neden hep böylesin
neden mutlu olmayı denemiyorsun
neden neden neden
1500 kez neden demişti
,ve ben 6. da bezmiştim

sigaramı yaktım,
sessizce üfledim dumanı
gökyüzüne
filtresiz sigara adamın ağzına sıçıyordu
oturdum ve gerindim
sırtımı geriye yasladım
bana bakıyordu
telaşla
telaşsızdım
heyecanlıydı
heyecansızdım
yaşıyordu
ölüydüm
noluyor dedi,
1500 kez de noluyor deme lütfen dedim
gülümsedi
gülümsemedi

hep dedim aynı şeylerden bahsederim
ve gitmem lazım dedim
bi yerlere
artık kalmak için nedenim kalmadı
kaçmam lazım dedim
nereye dedi
nereye gitmek istiyorsun
nereye
dur, dedim
bunu da binlerce kez söyleme
bilmiyorum
sadece bir yer
nefes almam gerekir
yalnız yaşıyorsun, dedi
bunu avantaja çevir
herkes bunu ister
işe yaramıyor dedim
bi anlamı yok
kalabalık yaşamanın veya yalnız olmanın
eğer her gecen duvarların içinde korkarak
ama sokaklarda daha cesur geçiyorsa,
niye dedi
niye niye niye
sus dedim
kapa çeneni

tuvalete gittim
39 saniye işedim
ya da bana öyle geldi
ve zaman önemsizdi
işediğin zaman
zaman önemsizdi
saatin olmadığında
zaman önemsizdi
yapacak bir şey olmadığında
bunları anlıyor musun, dedim
hayır, dedi
senden daha iyiyim
gücüm var çünkü
hayır, dedim
daha iyi değilsin
daha mutlak doğruların var sadece
ve bu doğrular işleri senin için biraz somutlaştırıyor
hepsi bu,
ee dedi,
bu iyi değil mi

durdum,
konuşmadan
haklıydı
daha iyidi,
gerindim,
taklamakan çölündeki bir bedeviydim
filtresiz pall mall'ı yaktım
gerindim biraz daha
göğsüm ileri çıktı
ve göbeğim
göbek yapmışsın dedi,
senin için bebeğim dedim,
hepsi senin için
güldü,
deli dedi
deli, dedim
sevdim

ve evet
sevdim, dedim
sevdim
ve kalktım yataktan
etrafıma baktım
telefona baktım
bir şey yok yoktu
etrafıma baktım
telefona baktım
etrafıma baktım
pall mall gülümsüyordu
duvara baktım
götümü döndüm
dizlerim büküldü
telefon kırıldı ve
hiçbir şey yeterince iyi olmadı
hiçbir şey yerinde değildi

ve hiç soru sormadı
hiçbir zaman
ve oturdu
kumsalın üzerinde
güneş sırtını yakarken
kusursuz bedenini izlediğimden habersizdi,
ince dudaklarını ve
göğüslerini izlediğimden habersizdi
her şey sona ermişti
ve belki de başlamamıştı
ve elimden bir şey gelmezdi
otsuzdum onsuzdum
kendimden bihaberdim
ve kelimenin tam anlamıyla
beş para etmezdim
ve döndüm
hakem hataları sürüyordu
her yerde,
ofsayta kalmaktaydım
son süratle
kaleciyle karşı karşıya bile kalamıyordum
bu evde,
devre arasında
soyunma odasına alınmıyordum,
topları bile toplayamıyordum
ve telefon elimden düştü
en sonunda,
ve geçmiş suratıma en sert şutunu çekerken
elim kasıklarımı tutuyordu
ve sertleşiyordum
aletimden daha çok
ve her şey sertleşip
bana giriyordu


tozasor

Başkasının Toprağında Artist

tabandan yukarıya doğru
müthiş bir yükseliş
bunu kimse bilemeyecek
kimse bilmeyecek
bu yükselişin ta kendisi bile
kanatlarım kırık,
bir zamanlar balmumuyla denenmişi varken hazırda
kanatlarım kırık,
dumanaltı olmuşum
içtiğim sigaralar ciğerimi sikiyor
ve elim cebime girmekten çekinmiyor
eskimeye yüz tutmuş kadife ceketli adamım ben
kapkaçta soyulacak ilk adamım
yukarıya çıkıyorum
hayır hayır
kanatlarım kırık,
kanatlarım kırık değil,
kanatlarım kırık
ve yukarıya çıkıyorum
hayır hayır
aşağıya çıkıyorum
yukarıya inmekteyim son hızla
vitesi beşe almanın derdindeyken
debriyaj çek lan ayağını demekte
içmeye başlamışsın yine erkenden
bu evden hiç ses gelmemekte
buzdolabında hiçbir şey yok
etini yiyen knut hamsun'u düşünüyorum
ilk kez askerde kütüphanede okuduğum anı
silahı kafama dayamamak için
deli numarası yaptığım ve
benden daha deli adamlarca rahat bırakılışım
her gün bir kitap devirişim
atatürkçülük
evrimin kökeni
açlık,
bitmeyen kavga
martin eden
saçma sapan ve
saçma sapan olamayacak kadar iyi şeyler
ve arşa yükselişim
herkesten habersiz, çaktırmadan
yerin altından çıktım ben
siz odalarınızda uyurken
yerin altından çıkmış numarası yaptım
yazarcılık oynadım
yazarmış gibi yaptım

hayır hayır
yukarıya iniyorum şimdi
nasıl olabilir bu demeyin
bir merdiven tasarlıyorum
hem yukarıya çıkılabilen
hem de inilebilen
bir pervane tasarlıyorum
kafamıza takıp
2023'de havada düzüşebileceğimiz,
bir hayal tasarlıyorum
hemen kurmak için,
kurmalı bir bebeğim ben
arkamdan ittirdiğin,
geri geri ilerleyen
çin malı bozuk bir bebeğim ben
öfke seline kapılıp parçaladığın bir bebeğim ben
kafayı kırmış bir bebeğim ben
yalnız geçen her geceye içen bir adamım ben
atılan çığlıkları sağdan soldan araklayanım
hissedebiliyorsun
hissedebiliyorum
bu zafer devam edecek
yenilene dek
yenildikten sonra geriye
hiçbir şey ama
hiçbir şey hatta
hiçbir şey veya
hiçbir şey asla
hiçbir şey kalmayacak

daha kaç kere
daha kaç kere
bu odada oturacaksın
daha kaç kez kederli sırıtışın
yanağındaki aptal gamze, seni uykundan uyandıramayacak
daha kaç kez sakalını kaşıyacaksın
daha kaç kez yamuk parmağındaki gel gitleri hissedeceksin
daha kaç kez ayakların karıncalanacak
daha kaç kez ciğerlerin öfkeyle sana saldıracak
daha kaç pall mall dostum
daha kaç bardak içeceksin
daha kez kere yaşadığın güne tüküreceksin
daha kaç kez mezarlarınıza tüküreceğim
daha kaç kez ölmekten daha iyi şeyleri düşüneceğim
daha kaç kez hiçbir şeyin zirvesinde kalacağım
daha kaç kez bir şeyin kralı olacağım
siki tutacağım daha kaç kere,
boku yiyeceğim kaç kere
yüzeysellikten geberene dek sıradanlaşacağım

ve şimdi sırtlanların,
aslanların,
yelelerinde nice zafer izi taşıyan kaplanların
senden daha fazla kazanmasına rağmen
daha fazla kafadan kontak patronların
2. sınıf memurların
mimarların
güzellik kraliçelerinin
gece bülteni sunucularının
kuaförlerin
ithalat ihracatla uğraşanların
tekstilcilerin
rahat kedilerin
hayatını yaşamaktasın,
burası onların yaşamı
ve sen sadece odanda olanı biteni anlamaya çalışmaktasın


tozasor