Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

Parıltı…

Sabah yine çalar saatimin gümbürtüsüyle uyandım…hızlıca kalktım…canavarı susturdum…banyoya girdim…koca gece biriken idrarımı aynı ritmik hareketle klozete boşalttım..sanırım bütün klozetler sahibine kızgın..bütün klozetler bir gün ayaklansa, kesinlikle ilk sahiplerini öldürmek ister…gümbürdeyen çalar saatime baktım..sessizleşmişti artık…o yaratık gitmiş yerini uysal bir çocuk almıştı..sadece tik takları kalmıştı..tik tak ..tik tak…koca bir gün beni bekliyordu yine bütün ağırlığıyla…koca bir gün tüm gücüyle karşımda belirmiş beni bekliyordu…biliyordum bu bir oyundu..biliyordum bu sadece çocukları avutmak için yapılmış koca bir yapbozdu..ama onlar yapıyordu biz bozamıyorduk..onlar yapıyordu biz sadece bakakalıyorduk….tüm bu düşünceler eşliğinde kendimi dışarı attım…dışarıda sabahın o büyük karmaşası ve de o karmaşanın kendi iç düzeni vardı yine…o da tik tak gibiydi..tik tak..işleyen bir saat gibiydi her şey..işleyen ve de hiçbir gücün karşı koyamadığı büyük bir saat…tik tak….hastanemin kapısından girdim…tüm tanıdıklarıma günaydın dedim aynı sığ yalıtılmışlıkla…gün aydın…gününüz aydın olsun dileklerimle dedim ..ama içimden ne kadar sövdüğümü bilmediler tabi..içimden hepsini nasıl da öldürmek istediğimi bilmediler…evet işim bu hastanede …burada işim “delilerden” sorumlu olmak…sorumlu biri..sorumlu biri gibi davranmak…gün boyu “hastalarla” ilgilenmek…sıçan varsa altını temizlemek..yataklarını düzeltmek …kusan varsa kusmuklarını temizlemek..halk arasında “deliler hastanesi” diye tabir edilen bir yer işte burası..”deli” diye fişlediklerini buraya tıkıp “akıllı” doktorların sayesinde hayata dönecekleri yer… yüzlerce delinin olduğu bir hapishane !

Öğle arası gelmişti..kendimi bütün gücümle bahçeye attım…sanki bir şeyden kaçarcasına..ve ilk boş gördüğüm banka oturdum…sonra ne kadar zaman geçti bilmiyorum o geldi yanıma oturdu…ilk bir şey demedi..çokça sustu…bende ses etmedim…sonra bana baktığını hissettim..gözlerini benden ayırmadan tüm gücüyle bakıyordu…rahatsız oldum….kalkmaya yeltendim ama kolumdan tuttu beni…şaşırdım açık konuşmak gerekirse de biraz da korktum..karşımda irice bir adam vardı…ve de irice gözlerini bana dikmiş bakıyordu…- otur ,dedi.. oturdum…ve hayatımın en tuhaf ve de en ayrıksı sözlerini duymaya başladım…


- Ağaçlar iyi olacak …ağaçlar insanlara iyi olacak …ve de o iyilikle tüm parıltılarını sunacaklar insanlara..ama insanın iyi olma hali umutlarla sınırlı değil …umut iyi olma haliyle sınırlı belki de…o yüzden zor olsa gerek onu yakalamak…çünkü sınırları önceden çizilmiş bir kara parçasında yaşamak değil midir en zoru... sıkışmışlık hissi ne ile geçirilir...neyle ne koyarsan neyle neyi birleştirirsen birleştir onlarla sadece sınırlı bir bileşik yaratırsın…ve de o sadece öykünmeye yarar…

halinden son derece memnun görünüyordu…ben telaşlı telaşlı yüzüne bakarken o pis bir gülümseme yerleştirmişti çoktan suratına…ve devam etti:

- Hayır yanlış bunlar…daha ilk doğumdan itibaren yanlış giden bir şeyler var…hayır bu böyle olamaz…muhteviyatına inmişler taa ilk insanın ve de onu ilk doğuranla öldürmüşler..ondan sonra gelen her ırk kendi annelerini öldürmüş..geriye ikircikli bir yaşamın adsız ve de tekinsiz çocukları kalmış ondandır böyle her şeyin çıplaklığı…çünkü ne yapacağını bilmiyor kimse..çünkü sıkışmışlığını açıklamamışlar kimseye..çünkü hücum botlarıyla gelmişler bir gece..tüm o adayı yakmak için gelmişler..taa ilk doğurana kadar inmek ve de hepsini bir kibritle yakmak istemişler…sonradan doğacak herkesi şimdiden öldürmek istemişler…ve de öldürdükçe o kırmızıyı sevmişler…çünkü kırmızı cesaret verir…kızgın boğalara dönüşmek için erken değil ….ve de geç kalınmış bir ruha hiçbir şey açıklayamazsın..ama geç kalıyorsun adamım geç bırakıyorlar…ama sen saatini kurmuştun değil mi..ama neden kalkamadın sandalyeden..ama sana huzur veren her şey onların kurduğu sistematik bir bölüşüm..onların sisteminde sen etkisiz eleman…sen bir boş küme..obeble okek arasında bir yerde bile değilsin..çözümlemişler seni adamım taa en başından çözümlemişler ..ve de içlerine doldurdukları o şey senin karanlık yanlarını açığa çıkartmamış ..çünkü karanlık daha fazla karanlık verir..ve de eğer karanlıkla örtülü bir bekleyiş sendromuysa bu çok da kazanan olabilirdin..ve de senden yana olanlar kazanabilirdi böylece…ama kurmuşlar adamım ..bir saat tıkırtısında her şey…tıkır tıkır çalışacak bir şey bu..hani gece tüm sesler kesilip bir tek saatin tıkırtısıyla kalıp beynine hücum eden sesler gibi kurmuşlar…boş ver adamım..en iyisi sen şimdi bir çanta bul bir yerlerden..yola çıkıyoruz seninle…titreme önümde bir salak gibi…bir asalak gibi yaşadığın onca salak zaman ne verdi sana…hadi adamım gidiyoruz…bir sen vardı senin de adını koyamadığın....ama şimdi bir çantayla yaşamın değişecek senin de…çok büyük değil …küçük bir çantayla her şeyi değiştirip senden aldıklarını suratlarının ortasına bir tokat niyetine vurmak için tüm saatleri ayarla…tıkır tıkır işlesin yeni zaman…tıkır tıkır işlesin ruhun yeni zamana…


- Birden kakaladım öylece....kıpırtısızca …boğazımın kuruduğunu ve de içimin çekildiğini hissettim…o ise kızgın bir hayvan gibi soluyor ve de siyah koca gözlerini bana dikmiş bakıyordu..biliyordum daha söylenecek sözleri bitmemişti…biliyordum bu ne bir sondu ne de bir başlangıç…devam etti konuşmaya…heyecanla yakalamaya çalıştım sözcüklerini..devam etti:

- Gitmek bu evrene yenilmemektir… çünkü en çok giderken belli ediyoruz kendimizi...çünkü gitmenin sahtesi yok ..yüzlere takınan hiçbir yapaylık yok...neysek o oluyoruz giderken...neysek tam da o oluyoruz..çünkü gitmek gerçek bir şey...elle tutulup gözle görülüp ,duyumsadığın ne varsa onun kadar gerçek...hissettiğin bir şey gitmek..o yüzden sahtesini yapamaz “onlar”..hiç kimse de yapamıyor..çarşıdan alınan ikinci el eşyalar gibi değil...gelmenin sahtesini yapabilirler bizlere..çokça plastik kokan o eşyalara benzeyebilir gelmek..ama gitmenin yok...neyse o çünkü..kesin ..ve de vakur...! plastik bir evrene mahkum oluşumuzu açıklamak çokça zor …çünkü iki ucu açık hezeyanlar yaratmışlar…ve de içine çokça yaşam koymuşlar..litrelik ölçülerde ve de ağızdan vermişler…kaşık kaşık vermişler..boşalmışlar ağızlarına yaşamları..boşalmışlar ağızlarımıza yaşamlarımızı…hani adamım şimdi görsen saatlerini..kocaman …hiçbir insan elinin değemeyeceği kadar büyük saatler..hiçbir insan elinin dokunamayacağı uzaklıkta uyduları var… ve de keskin bakışları için keskin gözleri…gözlerini bize dikmişler…ve de fazlasıyla korkaklar..ondandır bu telaşları ..ve de ondandır bu hız..bu devinim…çünkü güçlü olmak isterler…çünkü güç doymak ister….aç bir hayvan gibidir o ve de ne verirsen ver hep daha fazlasını ister…ama kolay olacak göreceksin adamım..çok kolayca sızacağız bir damla gibi yavaş yavaş akıp geceye tam da onların görmek istemedikleri olacağız…



- Tüm bunlar nasıl olacak diye sordum ve de devamını getirecekken ağzıma tıktı tüm sözcüklerimi ve de devam etti..kızgın bir nehre atlamış gibiydi…kızgın bir nehirden gelmiş ve de o kızgınlıkla dünyayı alaşağı edecekmiş gibiydi..

- En zorunu anlarsan basite daha rahat inersin...merdivenler ne kadar çelikten olursa inmen o kadar kolaylaşır...ya da çıkman bir o kadar kolaydır...ama çelik gerçekten çelik gibidir..ve de kolay kolay kırılmaz…ama tahtadan merdivenleri var bu evrenin...e kolay değil çıkmak ve de inmek…ayakların o tahtaya batar...merdiven kırılır..kıymıklar batar bazen ,bazen de derin yaralar açar koca koca ahşap kırıkları...zordur bilirim ...ah aynanı yere düşürme adamım aynayla merdivenden inme...yoksa ayakların görünür...! ... belki de beyin dansı bu...bir tavaya atıp bir parçamı pişirip sana sunsam belki de çok normal olabilirdi…. ama sınırları bir kuşun kanadıyla çizilmiş bir evrendir bu hiç bilmez miyim...ama o kalemler yazar mı bunu...kalemler tükenmiş o kuşun kanadında ve de beyinlerini pişirip en sevdiklerine sunacaklarken bir güzel kendileri yemiş..daha ne denir ki..çoğu "normal" düşünenler neden böyle sanıyorsun ! sakın kanma onların her bir lafına..çünkü onlar sana mutsuzluğun bile tarifini yaparlar..tıpkı bir yemek tarifi kadar basitçe ve de özensizce yaptıkları gibi her şeyi ..bunu da en kör gözleriyle yaparlar…adamım mutsuzluk tam da bundan gelir...bu çatışmadan...bir şeyi ne kadar tariflendirmeye uğraşırsan o şey o kadar anlamını yitirir..ama etkiliyor işte “onların” sözleri seni ...çünkü insanlar yapamadıklarını söyleyemezler...yaptıklarını dillendirirler...başarı ,kariyer,mutluluk vs. bunları söylerler...ama onların anlattıklarının ardında ne korkular ne buhranlar ne saçmalıklar gizli ..ama bilmezler...bilir ama bilmez görünürler...yok öyle değil bu anlatılanlar...insanların çoğu gereksizdir adamım...yapışırlar ceketine..bırakmazlar ...kendilerine benzetirler...yüzündeki güneşi söndürürler..seni kendilerine çekerler...yükler yorar...taşıyamazsın...sonra onlar da buna bir kılıf bulup hayat işte derler..hayat bunlardan ibaret derler...yok adamım inanma sakın...inanmayalım sakın...hayat aslında sırt üstü çimlere uzanmaktan başka bir şey değildir ...sırt üstü yatıp güneşin tadını çıkarmak...unutturuyorlar adamım..taaa ilk insandan bu yana unutturmuşlar...sonra da adına hayat demişler...ah yok değil böyle...ama unutuyoruz...akvaryumumuz ne kadar büyükse özgürlüğümüz o kadar küçülüyor çünkü...pis pis sırıtıyor ..gülüşlerini görmüyor musun...ah adamım hadi çantanı hazırla artık…. Boş ver onları hadi gidelim…evrilelim…sivrilip kızgın bir oka dönüşelim…ah adamım başka hayatlar yaşıyorsun sen..ve başkalarından öğrenmişsin yaşamayı..”onlar” öğretmiş sana nasıl yaşanır ..nasıl uyunur nasıl kalkılır nasıl yatılır diye…ikilemlere düşmüş ruhun…ama o ikilem ruhuna güç vereceğine seni ürkütmüş…ikilemlerini sev adamım ikilemlerini sev… bu ikilem inanılmaz yüksek...yar gibi..yardan düşecek miyiz...ya da daha da yüksek daha da yüksek...ama fark ettim ki bilmek hiçbir şeye yaramıyor..yani bu değil sır...yani kuantum fiziğini bilmek ne kazandırıyor dünyaya...bunun gibi..boş ver ...evril..evrilelim...mantık yalandır..halüsinasyondur..akıllı olmak bir sanrıdır..çünkü gözleri kör eder...bir körden daha görmez olursun..ki onlar bile görür birçok şeyi..ama bizler "akıllı" bizler bilgiyle doluyuz ya konduramayız kendimize...biliyoruzdur çünkü...her şeyi çözeceğimize inandırırız kendimizi ve beyne pompalar dururuz bunu...ama yorulur beynimiz..onun suçun neyse..sonra vücut da yorulur bir süre sonra...onun da suçu neyse...rahatla çok güzel bir yola girecek ayakların...keyfini çıkaracaksın...sivriliyorsun bir ok gibi...sivrildikçe yüklerinden arınacaksın çünkü...bir bedel vardır elbet ama onları fazla yüklerinle ödeyeceksin..endişelenme adamım…


Birden sustu…çokça hem de ..sanki onca cümle ondan çıkmamış gibi sustu…bekledim devam etsin susmasın istedim…ama sustu..Sonra hiçbir şey olmamış gibi usulca kalkıp gitti…ben hala tüm o sözcüklerin etkisindeydim…ne yapacağımı bilemedim..kaskatı kesilmiştim…ayaklarımı kıpırdatmak istedim..kalkıp peşinden gitmek istedim..tüm gücümle doğruldum peşinden gittim…ama onu bulamadım…nereden gelmişti ve her şeyden öte o kimdi…tüm hastaneyi aradım…her yere baktım ama ondan eser yoktu…tüm bunların gerçekliğinden şüphe ettim..yoksa asıl halüsinasyon bu muydu …yoksa asıl yanılgı bu muydu …deliriyor muydum buradakiler gibi…çok korktum..dilimin o kelimeyi söylemesinden korktum…beynimin onu düşünmesini ve dilimin dile gelip bana haykırmasından korktum…ama bulmalıydım onu…evet evet o gerçekti ve ben onu bulmalıydım…hangi delikten gelip hangi deliğe girdiyse çıkarmalıydım onu…böylece günler geçti….öğle araları yine o banka gidip oturuyordum yine gelip yanıma oturur diye…ve o sihirli cümleleri bana söyler diye…ama ondan hiçbir iz yoktu..bekledim ..yanımda küçük bir çanta…sabırla ve de inatla bekledim…çünkü tüm hazırlıklar tamamdı…her şey hazırdı….onun da dediği gibi…” gitmek bu evrene yenilmemektir”…ve ben artık tüm gücümle buna inanıyordum…çünkü biliyordum gitmek yenilmemekti !



Murat Uyanık


Bir son için değildi bu

Adam karşından karşıya geçmeye hazırlanırken o kırmızıyı gördü…kıpkırmızıya kesmiş bir renk paleti içindeydi..evet tüm renklerde kırmızı vardı…ya da kırmızının tonları…ama dedi bu nasıl oldu nereden çıktı ve de nereye gidiyor böyle…sanki sonuçsuzluğuna üzüldü onun..ama üzüldüğünü göremedi yüzünde…yüzüne çizmemişlerdi nasıldı ve nereden geliyordu…kırmızıya üzülür mü insan…eğer o insansa neden kırmızıya üzülür ki…yolun karşısında ki kırmızı baya baya kaplamıştı onu…kimseye izin vermiyordu üstelik..üstelik halinden de mutlu görünüyordu…trafik ışıklarını seyretti gözlerini o kırmızıdan ayırıp..bir süre renklerin değişikliğini seyretti…ışıklar belli bir sırayla yanıp sönüyordu…ışıklar belli bir düzlemde yanıp sönüyordu..yüzünde hissetti tüm renkleri..ama şimdi yüzünü görse ne derdi kendine…yüzünü görse belki de kızar ya da sessiz bir buhrana kapılabilirdi…arabaların sesleri geliyordu..fena halde sesler geliyordu arabalardan..irili ufaklı…irice ve de küçük sesler bütünlüğünü bozuyordu sanki…sanki şimdi kırmızı karşıda görünmüyor muydu ne…tüm o renk demetlerinden sıyrılıp karşıya baktı…o da tıpkı kendi gibi karşıda duruyordu yine…insanlar gelip geçiyor kendilerince gizli bir telaşla bir yerden bir yere gidiyorlardı…buna sevindi…hem insanlar geçerler bilirdi…insanlar bir yerlerden bir yere geçerler…astral düşlere bulanıp olur olmaz bir yerde uyanabilirler..eğer isteseler evren denilen o mahlukat bile olmaz…ama yok insanlar sadece karşıdan karşıya geçecek kadar varlardı…ve o ve de karşıdaki kırmızı tüm bunlara inat bir soylulukla sadece kıpırtısız duruyorlardı..yine içinde bir iç huzur hissetti…ceketinin iç cebinde güvende olduğunu bildiği bir şey gibi…ceketinin iç cebinde güvende her şey…böyle hissetti…böyle hissetmesi için bir sürü neden vardı çünkü..bu iç huzur onu yeni bir şeye soyunduracak ve de ondan aldığı ışıkla belki de o astral seyahatlere gidebilecekti…bir üçüncü göz gibi görebilecek ve de ruhunu sıkıştıran tüm o plastik evrenden uzaklaşabilecekti…gözlerini sabitleştirdi…kırmızı yine karşısında ona bakıyordu..evet evet sanki tam da ona bakıyordu şimdi..sevindi…güldü ya da ona öyle geldi…karşıya geçmek istedi birden…tıpkı o insanlara özendi…o da şimdi gizli bir telaşla örülü değil miydi…tüm insanların içinde gizli bir neden vardı..tüm insanlar aslında o gizli neden için yaşarlarmış da ama bilmezlermiş gibi…ve de onu bulana kadar geçirdikleri süreye de yaşam derlermiş gibi…şimdi onun gizli amacı tam da bu muydu yoksa…gizli bir ritüel eşliğinde o kırmızılığa doğru yürümek ve de ona tutunmak mıydı amacı..birden korktu …her şeyi bilmenin vermiş olduğu gizli korku gibi…her şeyi bilseydi o an ölmek istemez miydi insan…her şeyi bilseydi o zaman nasıl yaşanırdı…belki de bilmediğinden yaşıyor insan diye düşündü…ya da düşünüyormuş gibi yaptı..çünkü korku tüm vücudunu kaplamıştı ve de sanki bir şey olacaksa şimdi olacaktı…dünyanın son dakikalarını görmek gibi..o öngörüyle doldu…paranoyaklığından ürktü…silkelenmeye çalıştı …renk paletine baktı…yeşil ışığın bilmem kaçıncı defa yandığını gördü…hareket etmeye hazırdı…koşulsuz bir itaat…koşulsuz bir itaattir tüm trafik ışıkları diye düşündü…insanoğlunun kendine yaptığı bir itaat..bir gizli otokontrol …! Yavaş adımlarla karşıya geçmeye başladı…bir kuğu edasında…sanki nehirde yüzen bir beyaz kuğu..ama şimdi beyaz da nereden çıktı…rengarenk bir palet değil miydi her şey..ama inatla kuğular beyaza çalar …ve nedense en çok kuğulara yakışır beyaz..! birden bir gürültü duydu ..bir savaşın en kızgın anı..kırmızının en kızgın anı…birden bir uyuşukluk hissetti tüm bedenin de ama bu uyuşukluk fazla sürmedi..yerini acıya bıraktı…gövdesinden aşağısını komple saran bir acı…sanki yok gibi geldi..o kadar acı anca yoklukla anlaşılır…onca acı sadece buna yararmış gibi…sonra tüm vücudunun kaskatı kesildiğini hissetti…elleri karıncalanıp gözleri kapanmaya başladı…direndi bir süre..ya da ona öyle geldi…ve ardından derin siyah boşlukta kayboldu…artık görünmüyordu….

Birden gözlerini açtığında tüm renklerin silindiğini sandı…sanki tüm renkler bir beyaza çalınmış gibi..sanki tüm renkleri beyaz çalmış ve de yerine hiçliği koymuş gibi …ölmüş müydü…ölü müydü…ölülerin gözleri olur muydu…ya da ölüler gözlerini açabilirler miydi…birden hepsini düşünmek istedi…tüm ölenleri hissetti…tüm ölenler beyaza çalınmıştı…bembeyaz…beyaza kesilmiş gibi..çünkü ölüm en çok beyaza yakışıyordu..çünkü hiçlik en çok beyaza yakışıyordu…evet evet ölmüş olmalıydı..ama ölmüşse nasıl oluyordu da düşünebiliyordu bunları…nasıl oluyordu da tüm o ölüleri düşünebiliyordu…ölmek buna mı yarıyordu..ölenler mi düşünebiliyordu o beyazlığı ve de hiçliği…bilemedi …sonra kendine gelir gibi oldu ya da tamamen bıraktı kendini…bu iki tezat duygunun arasında gidip gelirken birden yanıbaşında tüm o beyaza inat renkli mi renkli bir kırmızı gördü…tıpkı o caddenin karşısındaki gibi…tıpkı o gibi…birden hala hayatta olabileceğini düşündü…ama buna sevinse mi üzülse mi bilemedi… ama gülümsüyordu o kırmızı …yüzüne inceden çizdiği bir gülümsemeyle öyle karşısındaydı işte…birden kendine geldi…hayatta olduğuna inandı..böyle bir gülümsemeye şahit olmak için bile yaşanırdı…böyle bir gülümseme için hiçlik bile reddedilirdi ..o da öyle yaptı…tüm gücüyle doğruldu yatağından….ve de hiçlikten kurtulmuş biri edasında o da o kırmızıya gülümsedi…ama kırmızı hariç her şey yine bembeyazdı…yatak beyaz..çarşaf beyaz..yastık beyaz..hemşireler beyaz... doktorlar beyaz....yeni dünyanın tüm sterilize hayatı beyaz...sanki tüm hastaneler ölümle yaşam arasında duran bir köprü gibiydi…o yüzden bu hayatın tüm renklerinden ayrışmış gibi duruyor ve de inatla her şeyi bembeyaza bürüyordu…sterilize hayatlar için sterilize sonlar gibi..iyi bir yaşam için iyi bir son ..ya da kötü bir yaşama sunulan çok iyi bir son…bilemedi….yatağının yanında duran bir konsolu fark etti …ve üzerinde kırmızının getirdiğine inanmak istediği taze çiçekler…tüm bu ambiyansı bozmak isteyecek iyi huylu rengarenk çiçekler….ve de çiçeklerin yanında inatla bu ambiyansı sürdürmeye yeminli bir sürahi ve de hastanenin bardağı olduğu her halinden belli olan bir bardak ,üzerinde türlü izler…üzerinde kendinin ve de o bardağın üzerinde geçmiş binlerce insanın dudak izleri….

Sessizliklerini bozmadılar …hiçbir şeyde engel olmuyordu buna…ne bu tümden beyaza bürünmüş oda…ne de o çiçekler …bir tek tanrısal kırmızı gülümsemesiyle ,” bir son için değildi bu” dediğini duydu..bir son için değildi…ve de yavaş adımlarla odadan gidişini gördü kırmızının …

gitmiş miydi gerçekten…ya da bu gidişi neye benzeşti onu da bilemedi…sadece kulaklarında kırmızının söylediği ilk ve tek cümlesinin yankısı kaldı :

“Bir son için değildi bu….”


Murat UYANIK

Mavi Siyah

"Gözlerini kapattığında mavi renk hissediyorsan, italyadasındır"
~italya'yı çok seven bir erzurumlu.


Ekose pantolonlu, yeşil ceketli ve kırmızı çantalı bir kız, kucağında lastik bir topla bütün meydanı koşarak geçti. Ona tezat bir adam, yaşı yazılamayacak hesapsızlıkta, öyle ağır, öyle usul ritimli bir aksaklıkta, iki sigara bir kahve zamanınca vardı meydanın öte yanına. Yeni yıl süslemesi ışıklarının altında bir kadın arp çalıyordu bütün duygusallığıyla, hava soğuktu ama üşümüyordu insanlar. Sessizliğimizi ve arp müziğini bozacak her cümle küfürden sayılıyordu. Yaşamak için susuyorduk. Susmak için başka türlü sebeplerimiz de vardı, meselâ, son konumuz aşk'tı. Acısız aşk olmazdı, bize böyle öğretilmişti, böyle alışmıştı yüreğimiz. Sonra, sonra güneş ha battı ha batacak kıvamındaydı, ısıtmıyordu, ama gülümsetiyordu, yani itiraf etmek gibi olmasın ama, umutlarımıza benziyordu. Geceye uzanıyordu parmaklarımız, ikimizin de bir yanı yalnızlığa giderayaktı, yalnızlıklarımızdan öğrenmiştik sevdiklerimizin kıymetini. Uğur Abi her yazısında kendisini öldürürdü, sevmek suç değil idi, hislerimiz masmaviydi, susmak en güzeliydi...

Barış Parlan
Aralık 2009

İlk mektup

Her sabah, iki kişilik bir yatak düzeltiyor, ve ne kadar yalnız olduğumu anlıyorum. Oysa ek kişiliğe alışmıştık iki bedenken, birlikteyken, biz'ken. Bakma etrafımdaki gölgelere, sarılmıyorum hiç birisine, yalnızlık, halen sensizlik demek. Denedim inan bana, olmadı, değiştiremedim. Şimdiyse korku saldı titreyen dudaklarımı, savaşacak gücüm kalmadı... Mesela, bir sabah lavaboda yıkıyordum yalnızlığımı, aynada sapanı kırık bir kız çocuğu, bana bakakaldı....

Rüyalarımda bile gözlerim sağanak, bu şehire benziyor her geçen gün... Gri, puslu arka sokaklar, orospu ruhlu bir rüzgâr ve sarı yaprak gölleri, yürüyerek geçesin, gerçeken hüzünlenesin diye... Bu arada, sakın kızma, küfür değildi söylediğim. Rüzgâr burada, bütün hüzünlü kadınlar gibi, her yalnız ruhla düşüp kalkmakta... Ve kimse şemsiye kullanmıyor, bıkmışlar, olsun olacak olan diyorlar, savunmasız bekliyorlar...

Ayakkabımdan su sızıyor ayaklarıma. Tamirci ne diyor, anlamıyorum. Anlaşılmaya niyetli değil konuşmalar, dikenli tellerden sınırlar çekmişler ağzımıza, o öpüşmek için kullandığımız dudaklarımıza. Hasretim sana, konuşmadan, kelimeleri kullanmadan anlaşmamıza... Ayaklarım üşüyor, tamirci anlamıyor, kelimeler soğuk, dudaklarım titriyor...

Kapitalist sistem burası, ne kadar çok alırsan o kadar ucuz her bir şey. Tek kişilik ne varsa, kalbime oldğu kadar cebime de zararlı. Herkes için yapılmış olsa da, sadece uyuşturucu bağımlılarının anımsadığı bir park buldum. Öğlenleri büyük paket bisküvi alıyorum, ve oraya gidiyorum. İkinci kişi olarak, bütün güvercinleri belliyorum, anlayacağın biraz da ben orospuluk yapıyorum ve onları senin yerine koyuyorum. Bisküviyi avucumda yerken, canımı yakıyorlar, o zaman daha bir çok, sana benziyorlar. Ben onları böyle sevdim, tıpkı seni sevdiğim gibi. Hem güvercinler için her daim su akan bir çeşme var bu parkta, markette su çok pahalı, yanımda şişe taşıyor, bisküvinin karşılığında güvercinlerle suyu paylaşıyorum.

Biliyorum hep duygusal şeyler anlattım, üzülmüşsündür sen şimdi, şu mektup yazma işini elime yüzüme bulaştırdım. Ama sen de suçlusun... Lavaboda, rüyamda, sokaklarda, her yerde adın karışıyor hayatıma.

Kâh ayakkabımdan sızıyorsun, hasret diyor ağlıyorum, kâh parklarda dudaklarımdan akıyorsun, daha bir susuyorum...

İşte bu yüzden sana hasretim,
işte bu yüzden, suskunluğum...

Como, Kasım 2009

Barış Parlan


amatör diri taklitleri

düzenli anarşiler sonucu
yüzleşemiyorlar kendileriyle

çok seviyeli
seviyesizler görüyorum
çılgınca maskeleriyle dans eden

sağlıklı menenjitler göruyorum
zihinleri iltihap kaplı
bitmek bilmeyen uçuk önermeleriyle


arenalarda
karınca yuvaları yakan
zayıf gladyatörler görüyorum

sığ sularda
geçici süre
av için yüzen köpekbalıkları
temizlenmek için
banyolarında
kanla duş alıyorlar
ama bana yakalanıyorlar
her cinayetlerinde suç üstü

kuyruğuna teneke bağlı
kelimeler göruyorum
polis devleti hayata
kimlikleriyle kayıtlı
özgürlük istemeyecek kadar
akıllı kelimeler görüyorum


kuyruğuna teneke bağlı
kelimeler
tıngır tıngır
boş sokaklarda dolu dolu
allak bullak eden
ters düz eden kelimeler

ne de güzeldiler
hiç bitmediler
ilginçtir
cansız can bulup
cansız ölmediler...

nem

Hiç…

Hiç sadece üç harfli bir kelime olarak kalabilirdi…belki de üç harfli bir kelimeyle sınırlı bir hiçtir hiç.. ama değildi hep bildik ve de bu yüzden yalan söyledik…yalan üzerimize yakışan bir elbise gibiydi bayramlarda giyinen…ya da maskeli bir balonun en şık ve de en şahanesiydik biz.. maskeli balonun en üretken en kendinden geçmiş ve de en sarhoşuyduk …bu yüzden de en çok yalanı biz söyledik…maskemiz bahaneydi…biz bahane…orada bulunan tüm insanlar birer bahane…hiçlik demiştik.. hiç içindi bir hiçlik…sadece o üç harfli kelime içindi.. şimdi söylenecekler var çünkü hiçliğe içiyoruz o maskeli baloda…söyleyecekleri var onların çünkü hiç görmüşler mi hiçlik nasıldır ve de neye benzer…onlar ki sadece tutabildikleri oranda özgürler ve de bir o kadar sarhoşlar.. oysa biz şimdi mazoşist bir aşkla ve de delice içimizi yakan bir hiçlikle sarmalanmadık mı…yetmedi mi şimdi bu hiç…yetmez mi şimdi bu hiç yeni bir hiçliğe…belki de hiçlik sadece üç harfli bir kelime değildir…bir ağaç kovuğunda ki bir kuştur.. ve o hiçlik kuşunun küçük küçük yavru hiçlikleri vardır.. belki de birazdan kanatlanıp uçacak bir kuştur hiçlik…ah dilimiz yine çaresizlik emer.. hissiyatsız bir çaresizliktir emer durur…emer durur…



belki de hiçlik sadece bir aşktır.. ve yine bu yüzden aşk sadece hiçliğinden geçinir…ve de yine bu yüzden aşk sadece hiçliğini sever…ve de o hiçliğini emer aşk…emer durur…emer durur…
kurtaramayız.. dudağımızın kenarında çıkan küçük bir yara gibiymiş o …oysa ki dilimizle değmesek hemen geçecek bir yara…ama alıkoyamayız ki dilimiz o yaraya değecek.. hiçlik için ama yine bir hiç uğruna…hiçlik duygusu çıplak kalmakla eşdeğer ..hani şimdi biz çırılçıplak olsak ..hiçliğin gölgesine yaslanmış bir ağaç gibi olsak.. ağaç hiçlik dökse…ve de tomurcuklarında yeni yeni hiçlikleri doğursa bir gece…

şimdi seninle hiçliğe içelim...tüm içenler kadehlerini hiçliğe kaldırıp bir çırpıda içsinler...hiçliği...hiçlikle içsinler ...sonra sarhoş ıslıkları ,tekinsiz meydanlar.. sarhoş naraları...köpek sesleri.. o köpek seslerini bozan ihtiyarlar naraları yine...ihtiyar ve de sarhoş naralarını bozan bekçi düdükleri...bekçi düdüklerinin sesini bastıran yine sarhoş düdükleri....hiçliğe içilen içkinin zihinde yarattığı astral seyahatler güncesi...evde sıcak evinde usulcana ören bayanıyla örgüsünü ören ve biten her makarasını çocuğuna oyuncak niyetine veren o hüzünden irin dolu gözleriyle bakan anne ..annesinin verdiği her makarayı usulcana kutusuna koyup yine ören bayan makarasından yapılma arabasıyla astral seyahatlere gidecek olan çocuk…

ya da senin hissizliğin ve de üşümelerin ve de benim geceyi kutsayışlarım ! seni bana getiren o hissi kutsayışlarım...!

hadi şimdi renklendir hiçliği...betimle...duvara yasla...üstüne çık...yatağa at onu üstünü boya...renkli renkli olsun.. ama en çok siyah yakışsın ..hele hele dudakları simsiyah kesilsin...ama bunla kalma...içinden geç...içini geç...iç gıcıklayıcı ahmak bir ses gibi içinden geç...boyaları duvara fırlat...boyaları duvarlarla fırlat...yık ...geç onları...ama içindeki mazoşist aşkı betimle lütfen bana...ah nasıl da düştüm kelimelere şimdi...şimdi nasıl da yazabilirmişim gibi...nasıl birdenbire bir parıltıyla yerimden kalkıp sanki dans eşliğinde renk renk boyaları suratıma çalabilirmişim gibi.. keşke bir pikap olsaydı...ikircikli sesler de olurdu belki...boyaların gibi.. içinden geçtiklerin gibi.. yüzünü inceden çizen o kırmızımsı yanların ve de iç geçirmelerin gibi.. ah dilim paslı bir teneke yuttu...paslı bir boya tenekesi !

şimdi kesik kesik öksürdüm...yeni bir susuşa hazırlıklı ama bir o kadar da flarmoni orkestrası olabilirim...çellolar çılgınca çalar...tüm yaylılar çılgınca öksürür.. bir tek piyano kesik kesik öksürür...çünkü aşk en çok piyanoya yakışır...aşk en çok o piyanodaki parmaklara yakışır...bilmiyorum ...ve ben hala delice şaşkın...sanki yazanın içimde sezeryanla doğan ve de yeni renkli bir evrenin yaratıcısı olduğuna inanmışım hep.. hani şimdi ben sussam o susmaz...ben sussam o susmaz…

çokça renkli ve de siyah dilimiz şimdi…sanki dilimizde yüzlerce boya artığı…paslı boya tenekesi dilimiz.. ve dilimizde yaşayan eski bir gölge…tüm hiçliklerin gölgesi…tüm aşkımızın gölgesi… kuş gölgeleri…küçük duvar gölgeleri.. çıplak ayak gölgeleri.. kırmızı dudak gölgeleri…o çocuğun astral seyahatlerindeki gölgeleri…o annenin ağlamaklı yüzünün gölgeleri…hiçliğin gölgeleri…hiçlikle sarmalanmış bir aşkın ne yapacağını bilemez bir halde kendine çekilmesinin gölgesi…

belki de hiçlik sadece üç harfli bir kelime değildir…bir ağaç kovuğundaki bir kuştur.. ah dilimiz yine çaresizlik emer.. hissiyatsız bir çaresizliktir emer durur…emer durur…belki de hiçlik sadece bir aşktır.. ve yine bu yüzden aşk sadece hiçliğinden geçinir…ve de yine bu yüzden aşk sadece hiçliğini sever…ve de o hiçliğini emer aşk…emer durur…emer durur…

şimdi senle ben ince bir ipin üzerindeyiz bir cambaz edasında.. düşsek yerle yeksan olacağız biliyoruz...yürümeye kalsak o da olmayacak biliyoruz...yürüyemeyeceğiz...ince bir ipin üzerinde öylece kalakalmış bir cambazız biz...acemi bir cambaz !
sanki bu güçmüş.. güçlü oluyormuşuz hissi veriyor bize.. etkilenmediğimizi düşünmek gizli bir serinlik veriyor...iyi geliyor bünyemize.. ama biliyoruz bu bir duvar değil.. set çekmek değil ne dünyaya ne insanlara.. bir yerlerde birikiyor ..birikiyoruz damla damla...damla damla akıyoruz pıt pıt... duvarlarımız korunaksız ki daha ne kadar tutar...daha ne kadar içinde öylece kalabiliriz.. korku değil bu...yüzleşmeyi istememek değil.. ah sanki “oblomov” gibiyiz şimdi biz senle.. tam da istememekten ileri gelen bir hissiyatsızlık hali.. şimdi bizi bıraksalar burada öylece kalabiliriz ..burada...o ipin üstünde durabiliriz yıllarca...altta seyirciler büyük bir sabırla ama aynı şaşkınlıkla bakakalırlar bize...kim için deriz bu koşturmaca...ne için...anlam veremeyiz ki ...ip ayaklarımızdan kayar.. kırmızı güllerin üstüne düşeriz.. güller yanar ve o "büyük” adamlar bunun adına cehennem der...! bizse hiçlik deriz buna…”ölmek bir şey değil yok olmayı bilmek gerek” diye söylenene söylene düşeriz…hiçlik aşka tutunur…aşksa hiçliğe.. kol kola aşağılara tırmanırlar boşluk için…o boşluk için…




Murat Uyanık

sen

bir kere daha diyorum
bu porno gürültüsünden uzak
kalabalıkların gerçeğinden kendi gerçeğime

bir kere daha bakıyorum
kaç nefes almış
kaç nefesim kalmış
kaç nefes paylaşmışım
kaç nefes benim olmuş

paris kadar aşk koksan da
venedik kadar büyüleyici olsan
ben prag kadar karamsar
istanbul kadar karışığım........


Nem

Mavi Esanslı Parfüm, İkinci Tekil Kişi ve Alkolik Kelebekler

Bütün ifadelerimi çalıp bit pazarında sattılar. Alkolik kelebekler kondu tatlı rüyalarımın cesetlerine. Halbuki çok görmezdim, çok görürlerdi bize kelebekleri.
En yakın gözden düşmeli şimdi ve her şey incelmediği yerden kopmalı. Çünkü tek başına özlemek, katiliyle kurbanı aynı olan bir cinayet gibi yadırganır, bütün yolları kabuk bağlamış bir şehirde. Ve orada yaşamak, evlerle resmi kurumlar arasına sürülmüş bir iş, oluş, harekettir. Bense çekimsiz bir fiil gibi durdum bu ikiye bölünmüş boşluğun tam ortasında, gelecek sandım bekleyince. Bu eylemsizlik bir nefes verişimle gidecek…

Oysa felaketler saklanırdı o şehrin sokaklarında. Nüfus hızla artmasın diye, hüznüyle öldüren bir Cemal Süreya salgını yaymışlardı ortalığa ve ben ilk eleneceklerden biriydim, Malthus’un Katastrofunda.
Nitekim seni her görmediğimde mikrop kapardı kelimelerim. Ne çok hastalanırdım. Gözlerim üşürdü. Kirpiklerim yetmezdi ısıtmaya. Sebepsiz üzüntülerime sebepler satın alırdım. Çünkü geçerli bir sebebi olmalıydı her mutsuzluğun. Yoksa kimse sevmezdi mutsuzluklu birini. Fakat her mutsuzluk herkesinki gibi değildi, bazısı babasızdı işte. Varsın kimse sevmesindi. Ben mutsuzluğumla mutluyum, yalnızlığımla yalnız.
Bütün mesele, bileklerime sinmiş mavi esanslı bir parfüm aslında, bir de alkolik kelebekler…Tatlı bir ses, tatlı uyu diyor bazı geceler oysa ben uykularımı çoktan uyuttum. Bir kara delik yuttum, o da içimdeki her şeyi.
Bütün hayatlar sahibinden satılıktı o kara deliklerde. Belki bu yüzden, mutluluk bir anlam ifade etsin diye sözlüğümde, yardımcı fiiller arıyordum. Her sabah bir Bülent Ortaçgil kahkahasıyla uyandığımda, buldum sanıyordum. Kalkıp aynaya bakıyordum ilk önce, ayna bana baktığında utanıyordum. Asıl ürkütücü olan, bir kadının gözlerinin nemli atmosferi diyordum, evet evet, kesin öyle…
Sonra ani bir kararla, sokağa çıkıyordum. İnsanlar vardı. Yüksek gerilim hatlarına benzeyen, üzerinde ölüm tehlikesi yazan insanlar. Resmi kurumlarla evler arasında topuklu ayakkabılarla yürürlerdi. Hiç nefes almaz, hep verirlerdi. Sustuklarını ceplerinde biriktirirlerdi. Ve sakladıkları sözler düşmesin diye yere, elleri ceplerinde gezerlerdi. Gözlerime bakın! diye bağırırdım içimden. Baksalar, bir baksalar, nabızlarının attığından emin olacaktım. Hiç bakmadılar.
Sen de bakmadın. Bir baksan, nabzımın attığından emin olacaktım. Bu yüzden, ikinci tekil kişileri kovdum bütün hikayelerimden. Üçüncü çoğullar zaten ölüydü. Bense birinci miydim, kişi miydim bilmiyorum ama tekildim. Ve kanım kimseyi tutmasın diye gizli gizli ölürdüm, en azından öldüğümü bilirdim…Bir iskelete, başkalarının bir bedene sığdırdığından daha çok heyecanı ve hüznü sığdırabilmiş “Ölü Gelin” gelirdi aklıma. Ona hak verirdim, bir kalp atmasa da acıyabilirdi.
Aslında bütün mesele, bir kadının Cemal Süreya salgınına yakalanmış dudaklarının, aralık ayına hapsolmuş ketumiyetiydi.


özge özen