Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

Ellerinden gökyüzüne çakılmış


Bomboşluğu yazıyorum...boş kağıdın boşluğunu yazıyorum..içimize işlemiş ne varsa onu,silüetlerin gözlerimizi nasıl da kamaştırdığını yazıyorum...sessizliği ilk bozan kimdi onu yazıyorum....yazmak ve de yazmaya söylenmiş tüm tümceleri yazıyorum....elimizle bulduğumuz gibi nasıl da kaybetmişiz onu yazıyorum...ilk görende kimmiş kaybettiklerimizi, onu yazıyorum...hoş geldiniz ve de hoş buldunuz nasıl da istekliydiniz görmeye halbuki biz hiçbir şey demeyeceğiz, onu yazıyorum...belki de sadece tekiladan önceki tuzu ve de tekiladan sonraki limon mayhoşluğunu yazıyorum…

bizi yazıyorum,hani çok gayri resmi fotoğraflarda adı geçen ve de tüm sıraların  sonuna gizliden yer etmeye çalışmış ve yine bu yüzden yüzleri silik,elleri silik,gözleri silik olan ve yine bu yüzden tadı hep acımtırak  kalacak ve yine bu yüzden şiirselliğinden dem vura vura ilerleyip yine birden duran,bizi yazıyorum… çokça tekil gidiş senaryosunun gizli kahramanları olabilecekken, ellerinden gökyüzüne çakılmış ve de suskun yüzleriyle kucaklaya kucaklaya ölebilirliliği yüksek rakımlı bir atlayışa meyil eden bir havada dolanan bizi yazıyorum….çokça öyküde anlatılan ve de o öykülerin en karanlık yanında adı geçince birden korkunç sesler çıkarıp inleyen ve de yine o iniltilerin herhangi birinde adlarını söyleyebilme cesaretini kendilerinde gören  ve de yine bu yüzden o isimlerin dudaklarında yarattığı esrarengiz görüntüsüyle ne yapacaklarını bilemeyen bizi yazıyorum..çünkü tüm bunlar dillendirilmeliydi…çünkü ne kadar suskun görünürsek görünelim yazılarda gizli bir güç vardı …bunu hep bildik çünkü konuşmanın karşılığı susmak olmuyordu bazı zamanlar…biz her karesinde dünyanın tam da o  sonlar adına düşündük…ve yine bir son gibi yaşadık…biz, son karesinde dünyanın o sonu görmekten korkan zavallılara hiç benzeşmedik…çünkü aristokrasi olabilecekken fena halde sarhoşluktan kırmızı ayakkabıları kaçırdık….tokalı ve yandan geçmeli,önünde de bir metal parça olanından hani…daha ne kadar durabiliriz ki günlerin ötesinde bir şeyler varken hele…adımızın yankısını solmuş bir sıcaklıkla saran ve de bizi isimsizlere gebe eden…ve de geceleri gizliden giden,sabah olmadan,”onlar” daha uyanmadan usulcana yanlarına uzanıp hiçbir şey olmamış gibi yatan…!
                                                                                                                                          
İşte yine burada başka başka bir anlama bürünebilirdim ve adına yakıştırdığım onca sözcükler soluksuz kalabilirdi…ve de adına sessizce ağıtlar yakan bir büyücü edasında olabilirmişim gibi şimdi… bunca sene, buna zaman, bunca zamansızlık…hepsi gördüğün gibi işte ..hepsi bildiğin gibi ilerleyen bir ansızlık önsezileri olabilirmiş gibi de gelebilir kulağına…kulağına ismimi mi fısıldadım, nedir bu yakarış senin tarafından ?..ağlayabilirsen eğer gözyaşı dediğin güvercine dönüşecek şimdi…ve geceler boyunca bir yakarı halinde başıboş gezinen biçare olacak…bak ben adına yakıştırdığım onca tümceyi bu gece yakmaya yeltenen küçük bir çocuk gibi,bürünebildiğim ölçüde kendine susanı oynayacağım…evet yine cümleler kısa ve de tekil yalnızlık senaryosu gibi başıboş bırakılmış …işte diyor bu da bir başka başlangıcın sonu olabilirdi ama görmeyi en büyük idea sananlara gebe olmuşuz..o yüzden doğum sancıları çekiyoruz alabildiğine..ve de yine o yüzden sessizce büyüyor, büyüyoruz…şimdi ben eski bir ev misali hani yürürken ahşap kendine öykünüyor ya tam da öyle bir şey gibi, sessizce ve de çıplak ayaklarımla usulca yürüyor gibi böyle sana doğru geliyorum…lütfen çıplak ayaklarını açığa çıkar yine…!
şimdi sana eski bir ev kokusu,ahşap kokusu tattırmak da vardı…ama ola ola bir başka tekerleme gibi yuvarlandım işte..öylece yıllar geçti  …öylece yıllar geçecek mi….bir başka kokuya bürünmek istermiş gibi ve de yine o kokunun vücutta yarattığı tanrısal ve biraz da mistik bir koku gibi olacak mı tüm bunlar…uzun uzadıya yere serilebilseydim keşke..senin o çıplak ayaklarına fetişist bir açıdan bakabilmeyi özlemek adına belki…hepsi bunun için de olabilirdi..gerçekten eski bir itirafname tadında ve söylenecek sözlerin ağırlığıyla ve de o kokunun mistik dekadansıyla uzun uzadıya yere serilmek…evet evet yine dediğim gibi oluyor işte…evet evet bu başka bir açıklaması dünyanın…en kılcal damarlarına oksijeni vere vere sonunu görmeyi istemek böyle işe yarıyordu işte…sonra  tensel bir açıklaması oluyordu her şeyin..çünkü bir başka dünya özlemi çekenler ve de bunun gerçekleşmesi için savaş veriyormuş gibi görünenler baya bir yanılıyordu ..çünkü bu koca bir idea olarak kalabilecekken ve de biz buna öykünüp ve de gece şarkıları gibi usulca geliyorken ve de yine biz bunu sevebilecekken,onlar bunu gerçeğe dönüştürmek fikriyle boğuldular…ama demiştim onlara gerçek dediğin güvercin gibi bir şey, neden onlara olmadık hayaller kurduruyorsun ey tanrım ! …koku demiştim,her şey senin çıplak ayaklarının yüzünden sanırım çünkü çıplak ayaklarınla hayaller kurdu tüm insanlar…çıplak ayakların yeni bir dünya özlemini fişekledi baya  baya..ama demiştim ben onlara,bu olsa olsa güvercin özleminden ileri gelen bir ansızlık bütünü…fena halde karmaşık olup çözülemeyecek bir halde gezinen bir koku gibi de değildi bu halbuki…neden sonunu görmek istediler ki ?…hem onlara adı sanı konmamış bir hüzün vermemiş miydik biz…daha ne isterler ki…daha neyi neyden çıkaracaklar ey tanrım ! biraz musiki ver bize de görebileceğimiz bir son yazalım tüm bu insanlara…çünkü inatla ve de hırsla istedikleri bu “onların”… ama inatla diyorum ki ben, tüm bunlar bizi çepeçevre kuşatan "onların" eseri...çünkü bizi bilindik bir sabaha hazırlayan yine onlar...ve yine o sabahla bizi öldüren,ve yine o sabahın tüm suçunu bize yükleyen yine “onlar”…çünkü bizi akışkan bir gece sevdasına izin vermeyenler de yine onlar...tüm suç onların diyecek kadar çocuğum hala...tüm suç onların diyecek kadar mahalle arası macunlarından yiyorum hala...bu bir bezginlik ve de bitmişlik de değil ...bu hiçbir şey bile değil ...o kadar diyorum ki sana şimdi bu olsa olsa ansızlık işte...hayat üstüne edilen onca cümle nereye gidiyor...bir de turuncu japon balıkları hemen ölür derler...biz  yaşatmıyor muyuz  onu fıskiyelerde...parıl parıl akıyorlar işte su niyetine....bilineniz biz ...ve de bilindik birinin  esrik gölgesiyiz sadece…ellerimizden gökyüzüne çakılanız biz..hala neden bunca kelime…hala neden inatla onca cümle sancısı…işte “onlar” dedik çünkü son en çok “onlara” yakışıyordu…ve bu da o sonun, sonunu görmeye inatçı zavallıların işiydi…bildik biz…hem de tüm bunları bir gece bildik…şimdi ne söylesek eksik ve de fazla kalacak biliyorum…biliniyor olmanın verdiği iç huzur ve de aynı derece insanı yakan iç sancısı gibi bu da…en iyisi şimdi biz tüm  varlığımızı yine varlığımıza armağan edelim...havai fişeklerle karşılasınlar bizi ve de rahipler kutsasın...vaftiz suyundan içelim kan kana ...vaftiz suyumuzu ayaklarımıza döküp parmak uçlarımızı yalayalım...peder kalp krizi geçirsin..tüm “onlar” kalp krizi geçirsin …tüm ambulanslara çarpalım..hemşireler çılgına dönsün...ellerinden işlerini alalım...biz yine vaftiz suyuna çorba, içine kıtır ekmek olalım...biz yine bize gebe…bizi bizden doğurup,bizle yıkayalım ..teneşirler paklasın bizi.. musalla taşına yatalım da gömsünler bizi..solucan krallığını kuralım toprağın altında...solucanlarda bir telaş..solucanlarda ilk yağmurun keskin örgüsü...yok olalım ama hiç de olmayalım..bilelim zaman gelecek..ama zamanı leblebi tozuna karıştırıp mahalle arası bakkallarında satalım...bütün çocuklar zamanı kussun zamanla...zaman aşılasınlar ..leblebi tozu macuna dönüşsün,dedelerin sattığı şu renkli olanlarından hani...bilelim bir son vardı diye...diye diye denenmeyecek olalım...toz olalım yine..toz..ve de bitik ülkeler çağında iki yitik ruh...olalım !

ellerimizden gökyüzüne çakılanız biz..hala neden bunca kelime…hala neden inatla onca cümle sancısı…doğur ve bitir bizi…doğur ve bitir bizi…doğur ve bitir onca olağan “onları”…!



bizi dinleyen şarkılar ya da tom waits ya da yağmur köpekleri



bilenler bilir, bilmeyenler de bilsin diye yazayım : ) nietzsche' nin "müziksiz bir hayat hatadır" diye bir sözü vardır... hayat garip bir şekilde ilerliyor, bazen hiç şarkı dinlemeden geçirdiğimiz aylar oluyor, kimilerimiz senelerce unutuyor şarkıları, ama eninde sonunda bir an bir zaman geliyor ki yeniden onlarla buluşuyoruz ve kendi adıma ne zaman müziği içimde bu kadar güçlü duysam nietzsche' nin bu sözü geliyor aklıma... şimdi işte tom waits' den söz edeceğiz... müziksiz bir hayatın hata olduğunu bize yeniden hatırlatan o garip adamdan... tom waits' in çok fazla dinleyeninin ve seveninin olduğuna eminim ama şu ana dek onu dinlemememiş olanlar için de şunları söylemek gerek, bu adam gerçekten özel bir adam ve kolay bulunamayacak bir sesi var. ilk önce hangi şarkısıyla tanışmış olmanıza bağlı olarak ona karşı yakınlık ya da garip bir uzaklık duyabilirsiniz, evet garip bir yanı var ama bu gariplik de merak ettiren türden bir gariplik ki onu dinlemeye devam ediyor insan, dinledikçe de daha çok seviyor... tom waits çok çalışkandır : ) tom waits müzisyendir, şairdir, bestecidir ve oyuncudur... yazdığı şarkı sözleri gerçekten de şiir gibidir... yaptığı müzik türü nedir derseniz eğer blues, caz, rock karışımı ve daha fazlası... yaptığı müziğin bir tek türle açıklanabilmesi mümkün değil ve zaten tom waits amaç olarak da durmadan yaptığı müziği değiştirmeyi ve hem sesinde hem de müziğinde yeni denemeler yapmayı seçmiştir... bu konuyu kendi sözleri benden daha iyi açıklayacaktır sanırım:


"elleriniz köpekler gibidir, daha önce oldukları yerlere geri dönüp dururlar. bir enstrümanı çalarken aklınız devreden çıkıp parmaklarınız konuşmaya

 başladığında dikkatli olmalısınız. onları alışkanlıklarından vazgeçirmelisiniz, yoksa yeni şeyler keşfedemezsiniz; güvenli ve alışılmış olanı çalmaya devam  

 edersiniz. ben fagot gibi hakkında en ufak bir şey bile bilmediğim enstrümanları çalarak bu alışkanlıklarımı kırmaya çalışıyorum"

onun hakkında yazı yazmaya başlamadan önce onun hakkında onlarca kaynaktan onlarca yazı okudum, aslında tom waits' in hayatından söz etmek istiyordum birazcık da olsa öte yandan kaynak çokluğunu görünce hayatını anlatmak yerine okuduklarımdan ilginç bulduklarımı size aktarmaya karar verdim... örneğin tom waits piyano çalmayı komşusunun piyanosunda kendi kendisine öğreniyor, ilk gitarını gazete dağıtarak kazandığı parayı biriktirerek alıyor, çalıştığı bir hamburgecinin menüsünü göbeğine dövme yaptırıyor ve menü sorulduğunda müşterilere göbeğini gösteriyor, çocukluk yaşlarında elindeki bir deftere şiirler-sözler yazıyor ve çalıştığı mekanlardaki insanların konuşmalarını not ederek ilerleyen yaşlarında yazacağı şarkılarda orada edindiği gözlemlerinden ve öğrendiği hikayelerden de faydalanıyor... bol bol bob dylan dinliyor ve barlarda şov aralarında müzik yapmaya başlıyor ve bir gün çalıştığı mekanlardan birinde  frank zappa' nın da menajerliğini yapan adam tarafından keşfediliyor... fark ettiğiniz gibi tom waits genellikle sigara dumanı ve içkiyle tütsülenmiş ortamlarda büyüyor, buralarda yaşayan insanların içinde yetişiyor ve müziği de bu yönde gelişiyor, bizim dilimizce söylemek gerekirse tom waits arka sokakların yahut yeraltı diyebileceğimiz bir dünyanın öykülerini toplayıp bunları anlatıyor bize daha çok...

“bir taksi tutarsın ve onu istediği yere gitmesi için serbest bırakırsın. sonra gördüklerini not etmeye başlarsın: kuru temizleyiciler, terziler, elektrik tesisatçıları, 
 simsarlar, satıcılar, emlakçılar… sadece gördüklerinin listesini yaparsın. ve bu sana kendine ait bir yön verir. şöyle dersin; ‘bir şarkı yazacağım ve bu
 şarkının içinde tüm bu kelimeleri kullanacağım.”

çoğu şarkısında dinleyiciyle konuşur gibidir, bu da onun ne kadar etkileyici bir anlatıcı olduğunu gösteriyor... müziğinde nota kullanmaz, kimi şarkılarında müzik aleti olarak araba parçalarını kullanmıştır... müzik konusunda "ben organize gürültü yapıyorum" diyesidir... albümleri kendi ülkesi dışındaki ülkelerde daha çok ticari başarı elde etmiş, şarkıları kendisiyle değil daha çok onun şarkılarını seslendiren diğer müzisyenler aracılığıyla tanınmıştır, bir çok filmin film müziğini yapan tom waits, yaptığı işlerde kar amacı gütmemiş, reklamlardan da hiç hazzetmemiştir, sesinin, yüzünün ya da müziğinin reklam filmlerinde kullanılmasına izin vermemiş vaktiyle bu yüzden kimi şirketlerin canını da yakmıştır... bunun dışında birçok filmde de oyuncu olarak görüyoruz onu... tom waits' in albüm sayısı ve rol aldığı ve müziklerini hazırladığı film sayısı çok fazla olduğu için ben burda çalışmalarının ayrıntılarını vermiyorum ama merak edip araştıranlar şaşıracakları filmlerde onun rol almış olduğunu ya da yine şaşıracakları filmlerin müziklerini onun hazırlamış olduğunu görecekler... bu kadar üretken bir insan az bulunur diye düşünüyorum hele ki ürettiklerinin bu kadar güzel olması bu üretkenliği daha da anlamlı kılıyor...

"piyano kafayı çekiyordu, boyunbağım ise uyukluyordu"


tom waits bazen sokakta ateş yakar geceyarısı işte, istanbul' da diyelim ki denize bakan bir yerde, bir balıkçı teknesinin yanında diyelim ki, ateş yakmış soğukta ve onun gibi ısınmaya ihtiyacı olan insanları bekliyor o gece, o gece hangi geceyse her gün de olabiliyor o gece, tom waits' i bazen her gün de dinleyebiliyorsunuz çünkü, aslında viskiyi andırıyor elindeki ve dilindeki acı tatlılık, keskin bir yakıcılığı var içtiklerinin ve içirdiklerinin ama şarap da içiyor ve içiriyor viskisi olmadığında, şarkılarına lezzet katmak için kimisine küçük damlalar halinde kimisine bolca eklemiş bunlardan... ya da hani kovboy filmlerinde tahta evler vardır, kapısı zor açılır bu evlerin, içerde bir ocak yanar, ocağın üzerinde kahve yapılmaktadır, ocağın karşısındaki koltukta dizlerinde battaniye bir adam oturur göğsünün üzerinde bir kitap uyuyakalmıştır öyle, koltuğunun yanında bir gitar durur ve kapı vurulur, kapıyı vuran sizsinizdir, ellerinizi ovalayıp üzerinizdeki karları silkeleyerek içeri girersiniz ve tom waits size teneke bir kupada ya sıcak bir şarap ya da odun ateşinde pişmiş lezzetli bir kahve ikram eder... ya da yine bir kovboy filmindesiniz bu kez tabelası eğik yıllanmış bir bara giriyorsunuz tom waits şapkasını başından çıkarmış tezgahın üzerine bırakmış, viskisini yudumluyor, siz hışımla içeri giriyorsunuz, size dönüp bakıyor hışmınızı duyunca ve siz bara doğru yaklaşırken gülümsüyor size ve bu tuhaf bir gülümseme, ona yaklaştıkça azalıyor öfkeniz, niye bilmiyorsunuz ama azalıyor, birazdan size hikayeler anlatacak hem istanbul' da o deniz kenarında, hem o tahta evin içinde kendi koltuğuna oturtmuş sizi, siz ısınırken ateşin başında ve yudumlarken kahvenizi ya da şarabınızı hem de o barda, tanımadığınız ama aslında tanıdığınızı anlayacağınız biri omzunuza dokunacak ve o acılarına gülebilen adam en geçmeyecek sandığınız acılarınızın geçmesine neden olacak, karşınızdakinin kendiniz mi yoksa tom waits mi olduğunu karıştıracaksınız biraz sonra, o kadar içinizde olan şarkılar ki o sadece uyandıracak onları ve şarkılar sizi dinleyecek siz şarkıları dinlediğinizi sanırken...

birazcık yağmur kimseyi incitmez. kimseyi incitmez birazcık yağmur”

tom waits' in hırpalanmış bir sesi var ve o kadar uzak bir yoldan geliyor ki bu ses, geçtiği yollar boyunca, her sokağı, her köşeyi o kadar duyarak o kadar anlayarak geçmiş ki, her yerde kendisinden bir parça bıraktığını anlıyorsunuz, ona kalan yıpranmış, kimi zaman iç acıtacak derecede yakıcı bir ses, hüznü duyuyorsunuz, acıyı duyuyorsunuz ama tüm bu sesler içlerinde anlamış bir gülümseme taşıyor... alaycı değil anlamış bir gülümseme, yolların tozu şarkıların yanaklarında ışıldıyor... demiştim ya farklı bir sesi var tom waits' in, günde üç paket sigara ve çok fazla içki içmenin sonucu olsa gerek koyu bir sesi var, ve sesine dair tom waits in sesinde otoyolları asfaltlamaya yetecek kadar katran vardır” diyen rolling stones için, tom waitseğer bir konsere binlerce kişi gidiyorsa, orada kaliteli müzik yoktur, çünkü asla o kadar kaliteli dinleyiciyi bir araya getiremezsiniz” demiştir..

"ama yağmur tüm kokuları silip götürdüğünden yağmurda köpekler farklıdır
 birinin yanına gittiğinizde nasıl mahzun, korkak ve yalnız bir halde olduğunu hemen fark edersiniz
 işte bu yüzden yağmur köpekleri başkadır
 hele birbirlerini o geçici 'körlüklerine' rağmen bulmaya görsünler
 nasıl da dans ederler birbirlerinin çevresinde koklaşıp dururlar"

yağmurun dinmesini bekliyor tom waits, şarkılarının başında da kendisininki gibi bir fötr şapka, üzerinde yıpranmış gri bir palto, sular damlıyor şapkanın ve paltonun kenarlarından, ağırlaşmış giysiler içinde giderek incelen bir adam giderek incelen şarkılar, yağmurun dinmesini bekliyor tom waits, elektrik direklerinin olmayan korumasına sığınmaya çalışmış ıslak köpeklerin başlarını okşayabilmek için, yerdeki ıslak bir gazete parçasını alıp okumaya çalışabilmek için şapkasından sular sızmazken artık, bir deniz kenarında yapayalnız düşünceli bir kadına yaklaşıp en güzel şiirlerini okumak için gecenin karanlığında, kavgalarına yağmur nedeniyle ara vermiş adamların devam edecek kavgalarını izleyebilmek için, bir istasyon bulabilmek için hiç binmeyeceği trenlerin biletlerini biriktirirken ceplerinde, bir tren penceresi hayali kurabilmek için, omzunda bir bar fahişesinin başı dinlendirirken onu yahut o çok sevdiği yıllandıkça daha çok sevdiği kadınların aşklarını uyuturken göğsünde... hep bir yolculuk hayalinde ama hep bir gürültülü sessizlikle gidememeyi de öğrenmiş geçtiği tüm yollardan sonra, yaşadığı her şeyi bir tuhaf eskici hüneriyle toplamış, garip bir hurdacı gibi topladıklarıyla garip sesler çıkarmayı öğrenmiş ve bir koleksiyoncu gibi özenle taşımış tüm görüp yaşadıklarını sesinde...

"çünkü ben de bir yağmur köpeğiyim" 


KARTPOSTAL


Hayatı öğütürken, bir yandan biriktirmekten bahsediyorlar. Oysa tuzlu bir serinlikte boğulmak ve büyürken bize ezberletilmiş kelimelerle baş edebilmekten ötesi iz bırakmıyor. Sonra gözlerimde bana ait olmayan ve etrafıma dağıtmak zorunda olduğum gülüşlerin sancısıyla dönüp dolaşıp geldiğim şehrin kaldırımlarına söylenmemiş sözcükler düşürüyorum. En sonunda bir yere dönmek gerekiyor, çünkü. En sonunda sokaklar, derinindeki çukurun içinde biriktirdiği pisliğe isyan edip onu üzerimize kusmak zorunda kalıyor. “Güzellikler” diyorum… En sonunda bitiyorlar ve bunu onlara kim öğretti bilmiyoruz. Bu yarım ve yaralı şarkı, bu birdenbire bastıran soğuk, bu içime nereden çöreklendiğini bilmediğim kederli haller…Belki  uzatıyorum bir şeyleri. Yaşayıp alışmak var hayatın kalbine yakın damarında. Uğruna yangınlar çıkarabildiğim, sözcüklerle değil de ancak kasırgalarla anlatabildiğim tüm o hikâyelere alıştım örneğin. Yaşadıklarının dışına savrulduğunda durup izlemeye başladım hepsini. Hepsi uçları kıvrılmış bir kartpostaldan bana bakıyordu.


O kadınlar... Durmadan gülüp hikâyeler anlatan, kafası karışık, gözleri, bulutlu, artık neye üzüldüğünü bile kestiremeyen kadınlar… O kadınlar işte, erken yaşında çok kırılmış ve avuçlarında sıkı sıkı tutmaya niyetlendiği her şey elinden kayıp giderken buna ağlayacağı yerde oturup teknelere âşık olan, dağılan kadınlar… Yürürken şarkılar söyleyen, eşyalarını sürekli kaybeden, insanların çok içine baktığından olsa gerek,   pazar sabahları içlerinde akşama kadar büyüyen bir boşlukla uyanan ve içindeki boşluğun ne yaparsa yapsın dolmayacağını artık adı kadar iyi bilen o kadınlar… ,

O kadınlardan biri ben olmamalıydım.

Gözleri uzak bulutlara, hevesleri gelgeç hikâyelere takılı kalmış o adamlar… Kulakları durmaksızın yeraltından gelen seslere dikili ve yarının boşluğu kalbini ağırlaştırmış adamlar. Durmadan bir başka kadının, bir başka gecenin, bir başka sahnenin peşinde ilerleyen o adamlar… Yüzleri kırık, düşleri kırık, oyuncakları bir vakitler kırılmış adamlar… Yakınken uzak, uzakken kayıp gibi duran ve hiçbir zaman içinden geçeni yüzüne yakıştıramayan, yakıştırmadıkça bir şeyleri kendine, tutup bir martıyı inciten, bir yağmuru ağlatan, karanlığı içine çekeceği yerde aldatılmışlığını, kutsallığını yitiren ayinlere dönüştüren adamlar…

O adamlardan biri sen olmamalıydın, ama olduk işte…

Eyvah bile diyemeden ve sırayla o adam ve o kadın olduk. Bir başkası ve bir başkası sonra... Kendimiz olmazsak kaçabileceğimiz bir dünyanın kapılarını aralamayı vaat etti bize dünyanın gri eli. Çünkü nezaketi silah, suçluluk duygusu içinde yumaktı şimdiye kadar gördüklerimizin. Üst perdeden konuşur, istediklerini almak için her yolu denerlerdi.

Bense gırtlağımdaki kesiklerle baş edebilmek için denizi izlemiştim yıllarca. Daha iyisini yapamayacağımdan değil de, yapılacak daha gerçek bir şey olmadığından. “Biz sessiziz, bilmediğimizden mi sanıyorsun, çünkü gördük,” demişti biri bana. Gördüklerimiz durmaksızın kalbe yara…
Geçtiğim yollarda suskunluğu anlatan kuyular gördüm ve üstelik su veriyorlardı hiç tanımadıkları bir yabancıya… Durup baktım o kuyulara, upuzun bir vadinin ortasında öylece duruyor olmalarının bir sebebi vardı. Sadece söyleyip geçtim ve biliyorum sen de… Söyleyip geçtiklerimizin bize bıraktığı izlerden kocaman bir kule yaptık. Öyle büyük ki… öyle geri dönülmesi zor yolların üzerinde beliriveriyorlar ki üstelik, görsen şaşarsın. Dilim tutuluyor orada… Yok diyorum; dille anlatılamayan bir sözcüğün ilk harfi herkesin bildiği gibi olamaz. Anlamakla anlatmak arasında milyonlarca yalan boğulurken ve durmaksızın kayıp yürekler doğururken insanın üşüyen yanı, bundan başka bir şey yapmalıyım. Toprağın üstünde öylece duran bir kuyudan mı öğreneceğim bunu, yoksa senden mi; sorumuz bu. Bir kuyu dilsizliğiyle bakarken gözlerine, o ilk harfi benden önce bulabilecek misin? Sözcüklerine değil, göğsümün ortasına bastırdığın elinin bıraktığı ize güvenebilecek misin?

Ya da dur, sorular sormayalım artık.

Çünkü avuçlarımda kartpostallar var. Çoğunun uçları tırtıklı, bazılarının üzerinde artık silinmeye yüz tutmuş notlar yazılı ve belli ki sahibine ulaşacağı yerde boşluğa ayak uydurmuş söylenemeden kalanlar. Kartpostallar üzerinde hiç gitmediğimiz şehirlerin eski görüntüleri. O kadar uzak bir anıyı çağırıyorlar ki bana… “Beni tutup oralara götür” diyorum, sesim karanlığa gömülen bir sualtı mezarında tahtını yitirmiş kralların birçok şeyi anlamış gözleri için şarkılar söylüyor. Sen olsan, ah sen bir olsan seveceksin o şarkıları, her notayı parlatıp tek tek güzelleştirene kadar. Ne var ki ellerimin nerede kaybolduğunu bilmiyorsun.


Çünkü bugün beni durmaksızın üşüten rüzgârların günü. Akşam olacak ve bir şeylerini kaybetmiş herkesin eve dönüş yolunda kibritçi kız görünecek. Biz bu gece onunla birlikte uzak şehirlerin yakın düşlerinde yitirdiğimiz ve bulmayı umduğumuz tek bir kişi için son kibrit çöpümüzü yakacağız. Yemin ediyorum yapacağız bunu. Masallara inanmayı unutmuş yüzleriyle ve çatlaklarından su sızdıran kalpleriyle gülüp geçecekler bize ve buna sevineceğiz.

Rüzgârlar sert esmeye başlıyor buralarda… “Sen” diyorum, bir saniye sonra elimden kayıp gidecek bir hikâye oluyorsun. Sen, geçmiş günün avuntusu demek oluyor izlerine bakınca… Sen diyorum, anı olmaya hazır gözlerinle karşıma dikiliyorsun. Şehrini bir kartpostal gibi avucuma oturtuyorum, o kartpostalın içinde görünüyorsun; küçücük kalmışsın. Kalabalığın orta yerinde kar kesmiş bir kulenin önündesin, koşarcasına, telaşlı adımlarla bir yere yetişiyorsun. Kabanının yakasını kaldırmışsın üstelik üşüyor gibisin. –içimi sadece bu titretiyor- seni, çok yaralayan bir hikâyenin peşindesin. O hikâye seni çok çağırdı diye koşuyorsun peşinden, o hikâye nerede ve ne kadarsa üstelik şehrin soğuğunu yırtarcasına kendisine koşuyor olmanın güzelliğini göremiyor. Çünkü içinde sadece kendisi, sana duyduğu öfkeli ihtiyacın ağrısı ve bu ağrıyla nasıl baş edebileceğinin hesapları var. Aslında seni değil, sana bakan gözlerini görüyor, gözyaşı bundan. Öyle çok inciniyor ki içim, buna da alışabileceğimi fark edip bir kez daha… Her şeyin zamanla geçtiğini fakat kayıplarımızın hiç kaybolmayan izler bıraktığını hatırlayıp bir kez daha… Ne kadar yazık oluyor bizlere deyince, en çok ama en çok da buna… İnciniyor içim. Öyle sessiz ve ince ki… Gece olacak yine biliyorum. Gece bastırana kadar o kartpostalın manzarasından seni çekip çıkaramayacağımı düşünüp yürüdüğüm yoldan uzaklaşıyorum. Uzaklık ve yakınlık bir kez daha öğretiyor kendini bana. Bu şehrin en iyi bildiği şey bunu ölçmek, görüyorum. Belki sadece bu yüzden, soru sormayalım artık, cevaplar kirletiyor eteklerimizi.

Durup üşüyen ellerime bakıyorum uzun uzun. Ellerim kaç kez daha çölleşebilir yaşadıklarımdan? “Ellerimi bir suya yatırsam, üzerinden kervan yolları geçse” diyorum. Biri gelip biraz daha renkli bir masal bulsa ve hep istediğimiz o yepyeni dilin ilk sözcüklerini... Biri durmaksızın kâbus üreten uykuların içine sızıp şalteri indirse. Kırmızı düğmeye bassak ve tüm hesapları sıfırlasak içimizde... Birbirimizle alıp veremediklerimizin değil, uzanıp yetişmeyi becerebildiklerimizin defterlerini tutsak. Üstelik yıllardır özlemini çektiğimiz o yeni dille ve ilk kelimeyi köklerinden usanmış bir havarinin ağzından duyarak… Tanrılarımızı öldüreceğiz sonra. İçimizde ferah bir vadi rüzgârı büyütünceye kadar, tüm tanrıları…Saf istenç olana kadar, tarihin üzerimize yıktığı bunca hurafeyi unutana kadar, onların da damarlarından kan akıncaya kadar öldüreceğiz onları. Onların yarattığı dünyaların içinden yepyeni dünyalar ayıklayarak karşılıklı duracağız seninle. Bizim için karşılıklı duruşumuzdan başka bir varlık sebebi kalmayacak. Öylece durup hiç kullanılmamış bir iklimin toprağında köksüz ağaçlar olacağız. Masal olacağız, anlatıcımız bizi unutacak. Anlatıcımız bile bize inanmayacak üstelik, çünkü burada artık bir masalı en iyi anlatan değil, masalın dehşeti konuşulacak.

Fakat sen hâlâ o eski kartpostalın içindesin ve kartpostalın kıvrılan ucu seni yutmak üzere. Bunu görmüyorsun. Bu dünyanın soyundan değiliz ki biz, aynı yağmuru sevince ölelim… Bunu görmek istersen yüzümü değil, su kuyularını izle. Hatırla, Yusuf’u boğan kuyu, bir yandan sevip sakladı da onu. Onun o güzel yüzüne yansıyan her şeyi… O kuyu ki daha önce görmemişti Yusuf gibisini.

“Çok soğuk oldu burası” diyorum. Bugün sorular sormayalım ve bir cevap gelecekse eğer, bu rüzgârdan gelmesin diyorum. Durup üşüyen ellerime bakıyorum uzun uzun… Sen diyorum…
Sesim soğuğu katlıyor… Önümde uzun uzadıya anlatılmayı bekleyen bir şehir… Çatlaklarından sevdiğin şarkılar sızan ellerim senin olduğun o kartpostalı sıkı sıkı tutuyor. Rüzgâr git gide daha… daha da kuvvetlenerek büyüyor ama  ben bugün üşüyen ellerimi ısıtmak için o kartpostalı yakmayacağım.









çok uzun bir gece

İki sene sonra yan yana geldiğimizde o an ayaklarımızı bastığımız kaldırım taşları geçmişi hatırlıyordu çünkü aynı yerde buluşmuştuk ilkinde birde o daha duygulu hatırlıyordu yüzünde ekşi yeşil erik yemiş ifadesiyle çünkü o kırılmıştı kıran girmişti bedenine benim soktuğum bilerek yapmayıp sinsice kaybolduğum hayatına bende ilk bu rahatsızlığını hissetmiştim hatırlamıştı tüm bunları yanağım yanağına değerken tenlerimizin de bir o kadar inceliğinden olsa gerek kendine has olan uyumundandı en başından tatminimiz tamdı aslında o gecelerde de ve bu iki sene sonra ilk merhabanın en kısa tasviriydi  yani sadece buydu İstanbul’un göbeğinde ilk sıcaklığımızın…

Birbirimizi o kadar iyi tanıdığımıza inanmışlığımızdan olsa gerek ilk atılan otuz adımda otuz senelik evli bir çift havasına büründük önümüzde bebek arabası eksikliği vardı ve zordu İstiklal’in göbeğinde Pazar kalabalığında bebek gezdirmek. İlk nasılsınlar gene aynı kırgınlık ifadelerini aynı tatminsizlikleri aynı sevgisizlikleri aynı yalnızlık ve mutsuzlukları yansıtıyordu tonlamalardaki gerçeklik melodisi iki sene öncesinden daha kuvvetliydi çünkü ikimizde koşullara daha alışmış görünüyorduk bunun adına da olgunluk deniyordu bir başka dilde.

Omuzlarımızı git gide yan yana getirmeye çalışıyordu kalabalıkta aslında bu benim korkum değildi o benden daha çok korkardı dışarıdan etlerimizin üstündeki tekstil ürünleri birbirine değerken güven duygusu yaratıyormuş hissi yaratmak ona özgüydü bu benim övüncüm değildi onun da zayıflığı sadece böyleydik ilk otuz adımdan sonra otuz birinci adımdan ve itibaren devam eden.

Küçük şakalarla neşelenmeye ve neşelendirmeye çalışırken ikimizi elindeki afaki erik torbasından üç alıp  iki geri atıyordum da sanki aradaki birde neşeleniyorduk o ekşimiş ifadeyi tam anlamıyla kıramıyor çabam bir noktada anlamsız kılınıyor çektiği setleri sarsıyor ama tam anlamıyla içindeki duygusal gerçeğini değiştiremiyordum.

İki yıl sonra bir araya gelme sebebimizin sadece aradığımızı bulamama gerçeği olduğuna inancım tamken kadınsal sokuşturmaların göbeğinde bulduğum kendimi savunma gereği dahi hissetmiyor yüzüne bakıp sadece gülüyor ve bahane uydurmuyordum sinemaların dükkanların insanların ve kuantumun göbeğinden geçerken…

Anlatıldı konuşuldu ve yaşandı uzunca ve kısa sürdü o gece…

Görüntü


Görüntü,görüntüler…birbirinin içine geçmiş inceden sızan kesik ama güçlü görüntüler…birbirine aldırmaz ama bir o kadar da birbirinin tutku esiri görüntüler…tek bir kıpırtıda anlaşılacak kadar safça bir iyiliğe tutunmuş ama onunla ne yapacağını bilemeyen birinin görüntüsü…bu benim görüntüm mü ? yoksa bu sen misin ? ellerin mi şaşıyor şimdi hadi anlat biraz..gözlerin mi susuyor tüm bu gördüklerine hadi gör biraz…neden diye sorarsan sana sonunu söylerler…ah yakın bizi geceye..eski bir ritüel gibi kurban edin bizi geceye…şimdi mi diye sorarsan sana efsanelerden,masallardan bahsederler…hadi şimdi kandır aklını…boya geceye…pastel bir siyah geceye akışkan bir sıvı olarak ak…ben biliyorumlarla başlayan o kesif cümlelerin ve hiçbir sonuca bağlanamayacak ama  duyduğunda yine de içini birden kıpırdatacak kadar çocuksu ve o saf halleriyle gelecek olanlara şaşırırmış gibi yapanlara inat kurduğun cümlelerin…cümlelerinin sonu olmuyor …ah yine o sonu tatmamak içinse bu baştan yazılmış ve oynana oynana eskimiş taşlarına öykündüğün o sek-sek oyunu gibi…hani mermerden köşeleri yuvarlatılmış taşların vardı senin,sırf o sek-sek oyunu için yaptığın…evet evet köşeleri yuvarlatılmış…hayatı tıpkı o sek-sek taşına benzettiğinden olsa gerek ve hayatı tıpkı o yuvarlatılmış taş gibi naifçe yaşamayı isteyecek kadar özenle sakladığın sek-sek taşların…cümlelerin sonu yok ki…neyin olsun..istemiyoruz hayır bu değil ki…bak şimdi görüntüler sızıyor içeri…bilindik, yani tüm o aklın hepsini bildiği ve yine aklın, o çok akıllı aklın içinden süzüp sana kadar ulaştırdığı görüntüler…ama yok ki …bildik mi ki bu da bunun eseri olacak kadar…ve o burjuvazi ve de o aristokrasi müzelerinde gösterilecek kadar sanatsal bir değeri taşıyan tablolar gibi olursa bu görüntüler şaşırır kalır insanlar bize…bak diyorum ki senin görüntülerin pastoral bir öğleden sonrası resmi gibi…hani ortaçağ düşkünlükleri ve de kırmızı şarap tadı gibi bir şey olsaydı bu belki de içilecek kadar olurdu…ve de kana kana susuzluğumuzla içerken biz bu öğleden sonrası resmini, çokça heybetli ve de çokça karanlık bir resme de dönüşebilirdik…ve yine asılı kalırdık zamana…çünkü ölmüyor işte…ne yapsan ölmüyor..ölmüyoruz…çünkü inatla son yok diye bağırken sen, ben taa en tepende dikilirken sana tüm bunların aslında hiç yaşanmayan bir ansızlık önsezileri olduğunu ve tüm bunları zamanla unutabileceğimizi ve de sonun aslında tam da bunun içinde saklı olduğunu anlatabilirdim..sen,adına delirium dedikleri benimse adına senin,senden çıkması olarak algıladığım o anlarda bile bunu düşünmedim..çünkü öğretilenler asıl o son içindi..çünkü o görüntülerin adına halüsinasyon dediler..yok bir şey demişlerdi …sana uyu bile dediler…bak işte o efsaneler tüm bunların bildirisi gibi…yani olanla bitenle ve de onların arasındakilerle gelmişlerdi sana…ve de ellerinde sana deva olacak bitkiler…bitkiler ellerinde ve sessiz gölgene deva olacağını düşündükleri sanatsal çağrışımlar…yok bu da değil biliyorsun..çünkü sen hazzın o muhteşem gölgesine tek elle görülmeyen boyalar sürdüğünde bunların hepsini çizeceklerdi… siyah boyalarla kapatacakları yazılar gibi ve de o siyah boyalarla senin üstüne üstüne gelirken, senin eski bir oyuncağa sarılır gibi bana sarılacağını da tahmin edebilirlerdi..son, sadece eski bir tahta oyuncakta kalabilirmiş gibi…ama  sen inatla o oyuncağın en eski parçasından ,en eskimiş parçasından yeni yeni yüzler yaratırken ki heyecanını bilirler miydi..çokça kaotik bir bütünsel ve de tinsel bir varoluş açısı gibi bu…ve yüzüne çizdiğin o boyalar gibi şiirseldin sen…yoruluyor musun ki, anca senin yokluğunla anlaşılabilir bir yüz takındın kendine…çünkü çünkü çünkü biliyorlardı son yok dediğin her an kendilerinden geçeceklerdi …çünkü biliyorlardı sen her öğleden sonrası o gökyüzünü seyre daldığında bunun esrik bir anlamı olacaktı..korkuyorlardı biliyorsun..ama senin aldırmaz görüntünün ardındakileri görebilecek kadar senden çalmadılar…yoruluyor musun ..yoruyorlar mı seni..hadi söyle onlara…halüsinasyon de onlara rahatlasınlar ..tamamen tehlikeli aklın sarhoşluğu de onlara da  rahatlasınlar.. kendilerini iyi hissetsinlerki sonu görsünler…görüntülerin kaynağını araştırmak ve de derin uyku anında senin yüzünün aldığı her şekle binbir türlü anlamlar yükleyip yine o anlamlarla seni boğmak istedikleri günü hatırla…ama sadece bir kere hatırla ve unut…senden söz açmak istiyorum ben hala,unut…ki ben her öğleden sonrası senin o gökyüzüyle olan eşsiz dansını seyre dalarken,ve seni binbir hayranlıkla izlerken sana yakışan bir anı olmak istiyordum…çünkü tüm o şeytan uçurtmalarını sevdiğin gibi…ve de gökyüzünde onu yapan ne varsa ona hayranlığın gibi benim de sana olan hayranlığımın başka başka açıklamalarını arıyordum…tüm o görüntülerinin ardında seni sen yapan ya da senden hariç başka başka açıklamalarla senden söz açan her şeyde mümkün mertebe görmeye çalıştığım onca şekillerle benzetebilmek isteğimi kamçılayan sözcüklerine takılıyordum..çünkü kamçılıyordu beni…çünkü kamçılıyordun beni..ben fütursuzca ellerimi iki yana açıp o kutsal acıyla başım dönene kadar senin bana bunu yapmanı bekliyordum…ellerimi iki yana açıp senden doğacak o kutsal ışığı tüm vücudumda hissetmek istiyordum..hadi onlara sondan bahset de gidelim artık…geç olmadı mı geceye …geç olmadı mı artık…hadi onlara istedikleri bir son hazırla…çok iyi bir adamın tüm hayatı boyunca iyi bir insan olarak yaşadığı ve de iyi bir insan olarak öldüğü o hikayeyi anlat…kendilerini iyi hissetsinler…iyi sadece bu kadar yalıtılmışsa ve de insanlar inatla iyi iyi iyi diye sinirli sinirli haykırıyorlarsa şüphe duymazlar mı…biliyorsun sende, iyi sadece buna yarıyor işte…daha net görüntüler mi elde ettiler şimdi…daha çok iyi …daha çok iyi …ah unutturacaklar sana bak ben sana söylüyorum…çünkü beynin iki lobu da sürekli iyiye konuşlanmış…nedir bu iyi nedir hadi artık söz açma onlardan…senin o parlak görüntülerinin sırrını soracaklar sana ve de seni tüm çıplaklığıyla saran ışığın kaynağını arayacaklar ve de tüm arsızlıklarıyla soracaklar sana…hadi tüm bunlara tanrı de de  kurtulalım ..tüm bunlara tanrı de ki bıraksınlar bizi…çünkü son dediklerinin karşılığı olsa olsa tanrı olabilirmiş gibi onlara…ve de seni saran tüm o sözcükler olsa olsa tanrıdan çıkmış gibi…şaşırıyorlar değil mi hala…şaşırıyorum ben hala, ki ellerimde  senin boyaların dolaşır…iç içe geçmiş görüntülerin vücutta şekil bulmuş hali gibi ….elime çizdiğin tüm o şekillerin bendeki hali gibi…mağara duvarlarına çizilen tanrıların şekilleri gibi…

gitmeliyiz…hadi tüm bunların aslında olmadığını söyle … kurtulalım onlardan…şimdi sana küçük kırmızı haplar verecekler…kurtul onlardan..

 Görüntü,görüntüler…birbirinin içine geçmiş inceden sızan kesik ama güçlü görüntüler…birbirine aldırmaz ama bir o kadar da birbirinin tutku esiri görüntüler… görüntü,görüntüler bir mağara duvarında senin ellerime çizdiğin tanrının görüntüleri…








Dolunay kavgası



Bir şeylerin ruhunu kapatmasına izin verdin hep. Oysa hiç göründüğü gibi sert değildi duvarlar, içinden geçebiliyordun. Oysa hiç mükemmel değildi insanların döndürüp durduğu şu dolaplar, sen hep çizginin dışına taşmazsan üstüne gelmeyeceklerini düşündün. Sanki ardındaki binlerce cinayeti başkalarından gizliyor gibiydin. Ruhunun içini bir görseler her şey sona erecekti. O durmaksızın yükselttiğin duvarların seni hep koruduğuna inandın. Ama şimdi hepsi gözünün önünde tek tek yıkılıyor. Çırılçıplak kaldığını hissediyorsun. Bazen daha güzel geliyor değil mi insana… Yüklerinden kurtulan bir sandal gibi daha hızlı ama daha nazlı, dalgaları eteklerinde hissederek yürüyorsun.

Kırılan kalbini seviyorsun değil mi. Çünkü sen onu tek başına ağladığın gecelerin şahidi kıldın. Kendi ellerinle parçaladın onu. İlk darbeyi nasıl ellerinle vurduysan, son darbe de senden gelsin istiyorsun artık, bir başkasından değil.
Bu gece dolunay var… Bu kendi kendine konuşmaların sebebi bu değil mi? Bir de şu bitmek bilmeyen Ağustos… Bir de gelecek güzün eskisi gibi kalbini okşamayacağı korkusu. Hepsi üst üste geliyor. İnsanların yaralı gülüşleri seninkine karışıyor. Bir adam görüyorsun, gülüşü yüzünü yırtar gibi bakıyor sana. Onun yüzünü yırtan gülüş, seninkini bıçaklıyor.

Sonra, “ herkes aynı,” diyorsun. Herkese geçmişinden çıkardığın kirli bir anıyı pay biçip yüzüne en olmadık acınası gülüşü yakıştırıyorsun. Oysa sen geniş kahkahaları seversin.
Ne kadar da yalnızsın. Ne kadar da ıssız bir ormana dönmeye hazırsın. Çekip gidecek bir şehir hayal ettin hep. Sularında salındığın bir deniz sonra… Sanki seni hiç terk etmeyecek bir şeyler vardı onda…
Boş sızlanmalar bunlar. Bugün kilitli sandığından çıkardığın eski mektuplarının yakılma günü. Bugün küflü kalbindeki göz göz odaları boşaltıp içini ateşe verme günü. Bugün suya atılmış bir bıçak darbesi canını yakmadan yarına bakmayı becerebildiğin ilk günün. Bütün bunları sana ne hatırlattı? Telefonun diğer ucunda o vardı değil mi? Hastaydı biraz. Yorgundu. Yanında olmak istiyordun. Onun için daha çok şey yapabilmek. Ama senin tüm kaslarını eline geçirmiş o yıkılmışlığın izin elinin kimseye uzanmasına izin vermiyordu. İçine ay ışığı düşsün diye beklemekten başka çaren yok. Gerçek bir acın bile yok aslında. İç sıkıntılarının sahteliğiyle savaşırken bir yandan, durmaksızın içini kemiren şu kaçak hüzün peşini bir türlü bırakmıyor. İçini oyup duran ızdırabı sen bile kendine anlatamazken diğerlerini nasıl inandıracaksın? Geride duruyorsun o yüzden. Mutluluk ya da mutsuzluk üzerine düşünmeyen sessiz bir gölge gibi, çevrendekilerin hayatında yerli, yerine oturtulmuş bir eşya gibi kayıtsız kalarak varlık gösteriyorsun. Acın içinde patlıyor oysa. Telefonda ona haykırmak istiyorsun. Seni ne kadar sevdiğini apaçık etsin istiyorsun. Neden seni daha içten sevemiyor? Sen neden sahip olduğun hayatı daha içten sevemiyorsun? İçin neden bu kadar çorak? Çünkü kimi sevsen vadiyi çöle döndürdü değil mi. Sen de böylece vazgeçmek için hazır nedenler bulursun kendine.
Oysa oturup denize şiir yazardın eskiden. Birilerinin gözlerinin hayali için kendinden geçip başka bir aleme varırdın. Gidenleri beklerdin. Evet, hiçbir şey olmazdı sonunda, olmayacağını da bilirdin ama yaşadığını hissettirirdi bunlar sana. Şimdi karanlık gözlerinin üzerinde yorgun bir şilep gibi geziniyor bir acının taşıyıcıları.

Beni hep uzak şehirlerin son duraklarında bekleyen o gölge bakışlı adama sesleniyorum bazen. Onu en son içinden nehirler geçen bir şehrin en sakin su kıyısında gördüm. Birlikte kâğıt gemiler yüzdürecektik. Birlikte başka hikâyelerin güzel yanlarına inanacaktık. Benim elimde kırık bir Şarlo heykeli olacaktı. Şarlo’nun bilgiç gülümsemesini yüzümüze yakıştırıp, bu dünyanın tüm acılarına aynı anda gülecektik. Nehir bize bir şarkı söyleyecekti, oturup dinleyecektik. Ellerimize bakıp sevinecektik. Üzerindeki çizgilerle gurur duyacaktık. Geçtiğimiz tüm yollarda gördüklerimize değecek bir anı yakalayıp ondan şehirler kuracaktık. Ellerimizi de düşlerimiz gibi sevecektik. Heykelin kırık parçasını suya bırakacaktık. Dünyadan henüz umudunu kesmemiş sürgün göçebeler izimizi bulacaktı böylece. Yağmurlar tüm kentlere eskisi gibi yağacaktı. Yaşadığımız birçok şey eskisi gibi güzel olacaktı.
Yemin ederim olacaktı, az kalmıştı, çok yakınındaydık. Bütün bunlar ayak seslerimizi dinliyordu. Derken birileri su kıyısını zihninin haritasından sildi. Şehrin gerisinden gelen ışıklar yıldızları sildi. Her şey bir toz bulutunun altında ziyan olurken, ellerimdeki dikenleri fark ettim bu gece. İşin kötüsü Tanrı artık benimle konuşmuyor. Tanrı harflerimi çaldı ve geri vermiyor. Yıldızlar uykularımı böldü, sesini çıkartmıyor Oysa ben güzelliğe teslim olmayı seven biriyim. Sadece sorularım var. Aklımı kurcalayan bir sürü ayrıntı, kalbimi her gece kundaklayan bir sancı. Beklemekten yorgun düşmüş gözlerimin altında henüz birileri gelip yağmalamadan inanmak için beklediğim bir sürü mum yanığı… Anlatamıyorum. Sesim çıkmıyor. Sesim yorgun bir balıkçının ellerindeki nasır kadar gerçek değil artık. Bir yerlerimi kessem kanım bile akmayacak belki.
Dolunaya bakıyorum. Biri gelip içimi açıp baksın istiyorum. İçimden eski kral mezarları, yıldız tozları, atlas burçları, batık şehirler çıkacak. İçimden belki de mucizelerin en güzeli çıkacak Dolunay, neden bana aşılmaz sarı ışıklarınla içimi yontar gibi bakıyorsun? Soru sorduysam cevap ver, ya da bir şarkı söyle, ya da bas küfrü ve sillesi sağlam ellerini görelim. İstiyorsan kahrolası bir şişe cin için kavga edelim seninle. Kafamız gözümüz yarılırken yıldızlar senin arkandan tezahürat yapsınlar. Benim arkamdan o adamlar, o yolunu kaybettikleri için yatağıma düşen adamlar küfre dursunlar. Yeter ki benden çaldıklarını geri versin tanrın. Yeter ki insanlar senin hakkındaki asılsız hurafeleri değil benim içimden çıkan yıldız tozlarını kullanarak geçirsinler bundan sonraki cinnetlerini. Yeter ki o sıcacık bir gülüş emanet etsin bana. Rüzgâr o su kıyısını eski haline getirsin. Silinen ışıklar yerine dönsün, kayan çizgiler yerine otursun tekrar. İçimden bu kadar uzak bir yerde haritasız yaşlanmaktan başka bir şeylerde versin hayat bana.

Benim ona verdiklerimin yanında nedir ki?

bilinçli bilinçsizlik, bilincin bilinçsizliği ya da godspeed you! black emperor




kişisel bir müzik yazısı olacak bu ama şunları yazmadan önce anladım ki daha geniş bir yazı olacak bu da doğal aslında çünkü müzikten bahsediyoruz... şarkılarını dinleyeceğimiz grubun adı godspeed you! black emperor ama yazı boyunca her seferinde bu uzun ismi anmamak için bir kısaltma kullanacağım ve grubumuza gy!be diyeceğim... bu arada grubun adının çok uzun olduğunu düşünenler için belirteyim gy!be' nin şarkıları adlarından çok çok daha çok uzundur : ) şimdi yazının başında anahtarlarımızı veriyorum ki sonra yazı okundukça aramızda bir anlaşılamama sorunu olmasın... aslında grup hakkında yazı yazmak için tüm şarkılarını dinlemek istiyordum yani bir konu hakkında söz söyleme etiği biraz buna bağlıdır gibi geliyor bana, öte yandan şöyle düşündüm ki bir tek şarkının bile hatta bir şarkının bir notasının, bir tek cümlesinin bile milyar tane hikayesi yazılabilir böyle düşününce de elimde gerekenden daha fazlası olduğunu düşündüm ve yazmaya başladım böylelikle... elimde gy!be ' ye ait dokuz şarkı var ( sleep - static - storm - east hastings - moya - providence - antennas to heaven - rockets fall on rocket falls - blaise bailey finnegan III ) ve grup elemanlarının o güzelim fotoğrafları ve yarım bir ingilizcem de var ama grubumuzu dinlerken ya da onlar hakkında duyumsadıklarımı size dile getirirken bu yarım ingilizceyi göz ardı edeceğim, ya da baktınız ki çok gerekti ben sizin için bir parantez açıp orda bu yarım ingilizcemle size yardımcı olmaya çalışacağım, böylelikle "ingilizce bilmiyorum ben bu grubun adının anlamını bilemedim şarkılarını dinlesem hiç bir şey anlamam" gibi agresifliklerin de önünü kesmiş olayım çünkü şu anda ben de ingilizce bilmiyorum... ee şimdi o zaman aynı dilde konuşabiliriz...


kara büyücü
hani hatrınız gereği önce gy!bemiz hakkında biraz -benim de başka kaynaklardan edindiğim- teknik bilgiler vereyim 1976 yılında Mitsuo Yanagimachi isimli bir japon sinemacımız, the black emperos olarak bilinen motorsiklet çetesini anlatan siyah beyaz belgesel bir film çekiyor. filmin orijinal adı da goddo supiido yuu burakku emparaa ve filmin adı sonuç olarak ingilizceye godspeed you! black emperor olarak çevriliyor ve bu belgesel filmin adı da kanadalı grubumuza ilham kaynağı oluyor. burda, bu belgeselin grubumuza neden ilham kaynağı olduğunun anlaşılmasını sağlayacak bir de ayrıntı vereyim mitsuo yanagimachi 'nin bu siyah beyaz belgesel filmini merak edip izleyenler görecekler ki bu filmde japon rock şarkılarından da örnekler bulunuyor. buradan gy!be dinlerken neden bazen donacak kadar üşüdüğümüzü de anlayabiliriz çünkü grubumuz kanadalı ayrıca şu sonucu da edinebiliriz buradan gy!bemiz de bizim gibi filmleri ve rock müziği seviyor : ) belki de bu yüzden film gibi müzikler yapıyor... burda bir ayrıntı daha vereyim gy!be' nin bizim listemizde bulunan şarkılarından birinin east hastings, 28 days later filmine de ilham kaynağı olmuş ve filmde de bu şarkının bir parçası kullanılmıştır, yani öyleymiş... ilham doğurucu gy!bemiz bizim...
şimdi teknik bilgilerimize devam edelim.... grubumuz 1994 yılında üç kişi tarafından doğuyor ve grubumuza godspeed you! black emperor (yolun açık olsun! kara imparator) adı veriliyor. şimdi, dikkatinizi çektiyse grubumuzun adında bir de ünlem işareti var. Meraklıları için bu ünlem işaretine dair de küçük bir ayrıntı vereyim, bu ünlem işareti daha önce grup adının sonunda yer alıyormuş yani şöyleymiş godspeed you black emperor! bu ünlem işareti daha sonra ortaya alınmış, okuduklarımdan anladığım kadarıyla da grubun sadece son albümü ünlemin yer değiştirdiği yeni adıyla çıkıyor... yani ünlem işareti üç albümden sonra değiştirilmiş ama "yolun açık olsun"a vurgu yapılmasından sonra sadece bir albüm yola çıkabilmiş... nerde kalmıştık, evet grubumuz kanada'nın montreal kentinde kuruldu, grup kuruluyor ama ilk albüme kadar grupta eleman değişikleri yaşanıyor, sürekli değişen ve artan grup elemanı sayısı bir defasında yirmi kişiye bile ulaşıyor ve son olarak da dokuz kişiyle yollarına devam ediyorlar. ilk albümleri 1994 yılında kaset olarak çıkıyor ve bu kaset sadece 33 adet basılıyor... işin ilginç yani grup bu ilk demoyu tekrar yayınlamıyor, yani yeryüzünde bu 33 şanslı kişinin dışında bu ilk demoyu dinleyen ya da dinleyebilecek olan kimse yok... şimdi, albüm konusuna gelebildiğimize göre grubumuzun albüm listesini aşağıya kopyala yapıştır yapacak olursam albümlerinin adları ve çıkış tarihleri sırasıyla şöyle:
1) All Lights f**ked On The Hairy Amp Drooling - Demo [1994]
2) 'F#A#oo' [1997 - 1998]
3) Slow Riot For New Zero Canada - E. P. [1999]
4) Lift Your Skinny Fists Like Antennas To Heaven [2000]
5) Yanqui U. X. O. [2002]
tabi bu kadar uzun olan grubumuz sadece albüm çıkarmakla kalmıyor ve birçok yan çalışma da yapıyor ben bunlardan en önemlilerden ikisini vereyim fly pan am, a silver mt. zion. diğer projelerini burada vermiyorum ve merak edecek olan arkadaşlarımızın merak seviyesine bırakıyorum ya da şimdi burada bir nefes alalım, bende bir açıklama yapayım, bu yazıda albümlerin sadece isimlerini vereceğim, ama gy!be' nin ilgili albümleriyle ve grup elemanlarıyla ilgili daha ayrıntılı bir başka yazı daha yazmak istiyorum, ve bu ayrıntıları bu öteki yazıya bırakıyorum...

21. yüzyılın korkulu rüyası
şimdi birazdan geleceğim gy!be' nin nasıl dinlenildiğine ama gy!be' den doğrudan söz etmeden önce onların yaptığı müziğin anlaşılabilmesi açısından seneler önce olmuş bir olayı anlatacağım size... seneler önce bir arkadaşım psikiyatriste gidiyor, psikiyatristi de bu arkadaşımıza rüyalarını ertesi gün uyandığında bir günceye kaydetmesini ve kendisine getirmesini istiyor... arkadaş bana bunu söylediğinde ben şöyle bir ürpermiştim, çünkü kendi üzerime alınmıştım, şimdi ben bir gece rüya görsem ve ertesi gün oturup bunları yazmaya çalışsam ne hissederim diye düşünmüştüm... dondurucu soğuklukta bir suda saatlarce çırılçıplak beklemek gibi ( gy!be' nin şarkılarını dinlemek gibi ) yapabilir miydim, yok yapamazdım, o zaman bu kadar sıcakkanlı değildim henüz, üstelik suya girsem gitmek istediğim derinlik boyumu aşardı bunun da farkındaydım, şöyle ki çok bir derinlik gerektiren bir eylemdi bu ve ben henüz kısacıktım, soğuk sulara yazlıklarımdan göz süzüyordum öyle... her neyse şimdi bu olaydan söz etme nedenime gelelim, rüyalar dedik rüyalarımız diyeceğim şimdi de, rüyalarımız bizim bilinçaltımızın kağıt gemileri yani böyle bakalım onlar kağıt gemiler ve onların üzerinde bizim aklımızdan doğan bir sürü karalama işareti var ama o işaretlere, karalamalara baktığımızda, o yazıları okumaya çalıştığımızda hiçbir anlamları yok ya da aslında bize öyle geliyor yani anlamları var aslında ama biz onları görmemeyi, okuyamamayı seçiyoruz yani reddediyoruz... ertesi gün uyandığımızda net bir şekilde hatırladığımız rüyalar o karalamalarımızdan okuyabildiklerimiz ( okumak istediklerimiz ) oluyor, okuyamadığımız öteki gemiler sularda öyle belirsiz ve sır vermez devam ediyor yol almaya ama hala bizdeler, aklımızın içinde bir yerdeler başka bir deyişle bilinçaltımızdalar...
rüyalarımızın bilinçaltımızdan doğduklarını söyleyebiliriz... bunun dışında uyumadığımız zamanları düşünelim yani diyelim sabahleyin uyanıyoruz geceyarısına kadar ayaktayız hani işte o uyanık olduğumuz zaman parçalarında da bilincimizin yanında bir de bilinçaltımız var yaşayan ve bilinçaltımız genellikle karanlıktır, bulanıktır, aslında karanlıkta bırakılır, bulanık bırakılır demek daha doğru olur... peki bilinçaltımızı neden karanlıkta bırakıyoruz ve kafamızın içinde durmadan bir bulanıklık taşımamıza rağmen neden bu bulanıklığı netleştirmeye çalışmıyor ya da o karanlığı aydınlatmaya çalışmıyoruz da onları olduğu gibi kabullenmeyi seçiyoruz... bunun nedeni sınırlarla ve netliklerle örülü kesin çizgileri olan bir dünyada yaşıyor olmamız, şu yazdıklarım ve birazdan yazacaklarım bu yüzden sizi rahatsız da edecek tıpkı gy!be' nin yapmak istediği gibi ve hazırsanız okumaya ve dinlemeye devam edin yoksa başka bir zaman okumanızı ya da dinlemenizi öneriyorum bünyeniz hazır değilse diyerek bilinçaltımızın kapılarını açıyorum...



gy!be bizim için uykuya yatmış ve rüya görüyor, bizim için bir bilinç yaratmış ve o bilinçaltını görüyor, ben ilk kez "sleep" ismindeki şarkılarını dinledim ve "sleep" uyku demek ya, dedim ki bu nasıl huzursuz bir uyku böyle... sonra dinlemeye devam ettikçe "hımm" dedim bu şarkı rüya gibi, rüyalarımız gibi, şarkının adı o yüzden "sleep" sanırım... şimdi grup elemanlarının fotoğraflarına bakıyorum yani bu kadar çok güzel insanlar niye diyorum böyle çok rahatsız ( ama öte yandan da böyle çok yaratıcı ve çok mükemmel ) bir uykuya yatmış... parantez içinde sebebi de söylemiş oldum aslında... gybe genel olarak sözsüz bir müzik yapıyor ama bazı şarkılar içinde filmlerden alınmış monologlarla veya diyaloglarla karşılaşıyoruz ( bir sokak rahibinin kıyametle ilgili verdiği vaaz, rhode island'da bir benzin istasyonundaki anons ve fransızca şarkı söyleyen bir grup çocuğun sesleri) ve bu sözler müzikle öyle iç içe geçmiş ki birbirinden ayıramıyorsunuz, sanki ruhani bir atmosfer yaratıyor, bu da insanı daha deli eden bir şey, gy!be diyor ki, akıllığından uzaklaş biraz şöyle delir ki aklın başına gelsin... genel olarak sözsüz müzik yapıyorlar deyince aklıma albümlerinden birinin içinde ( slow riot for new zero kanada - ep' de) yer alan sözleri geldi onu da paylaşayım sizlerle:
"arkadaşlar! sessiz ordular kuralım ve onların cam gökdelenlerini yıkalım "


karanlık ayna, güçlü yüzler

şimdi diğer şarkıları neler söylüyor biraz da onları hikayeleştirmeye çalışayım, söyleyeceklerimi ben söylüyorum ama üzerime de alınmayacağım yargılayan olursa çünkü gy!be bana bunları söylüyor ben de size onları aktaracağım, o zaman başlasın hikayeler diyerek biraz gy!be' nin bizden istediği gibi bilinçaltlarımızı açalım artık diyorum, hazırsak eğer... ve static şarkısına geçiyorum, şimdi, bilinçaltlarımızda neler var ve kendi bilinçaltımıza baktığımızda ya da bir başkasının bilinçaltındakilerle karşılaştığımızda ya da biri bizi bilinçaltımızla yüzleştirmeye ittiğinde ya da tam tersi biz birine bunu yaptığımızda, bu neden çoğunlukla ürkütücü geliyor yani "çok rahatsız hissettim yahut çok rahatsız oldum ya da çok rahatsız ettim" diyoruz genellikle böyle zamanlarda ve genellikle neden uzaklaşma isteği duyuyoruz öyle insanlardan ya da uzaklaşılıyor işte bizden. bilinçaltımızda bizim irademiz dışında üreyen hayallerimiz ( fantezi demek daha doğru olur aslında ), katillerimiz, psikopatlarımız, sapıklarımız, işte ne bileyim bilumum toplumdan saklayıp sakındığımız yaratıklarımız yaşıyor.

kesin kuralları olan bir toplumda yaşadığımız için bilinçaltlarını gün ışığına çıkarıp bunlardan memnun bir şekilde yaşayanlar (somut anlamda kullanacağım) deli ya da sapık ya da katil ya da psikopat ve türevleriyle adlandırılıyor ve cezalandırılıyor... şimdi burada bir sağlıksızlık var demek ki, sorun sadece bilinçaltını ortaya çıkarmak mı yoksa bilinçaltında neler olduğunu bilip onu gün ışığıyla bilinçle barıştırabilmek mi... şarkının burasında yine diyaloglar giriyor ve fonda o hüzünlü keman sesi... tamamen bilinçaltıyla yaşanamaz, öyle olduğunda az önce sözünü ettiğim sağlıksızlık hali doğacaktır yoksa ve bu da kişinin kendisinden öte çevresindekilere de zarar vermesine neden olacaktır... o yüzden bilinçaltını görüp onu kabullenip bilincin katsayısını özgür bırakmak ve arttırmaktan yana olduğumu söyleyeyim tıpkı gy!be gibi... düşmanımızı iyi tanırsak onunla nasıl savaşacağımızı da biliriz... deliliklerimizi bilirsek onları sevebileceğimiz delilere dönüştürebiliriz... yani çöplerimiz var ya da karalamalarımız var diyelim ama onları dönüştüreceğiz evirip çevireceğiz ve mükemmel bir şeye dönüşecek sonra o çöpler ya da karalamalar, tıpkı gy!be' nin yaptığı gibi yapacağız tamam mı
: ) yani hem rahatsız ediyorsunuz hem de rahatsız etmiş olmaktan da rahatsızsınız, bir de hayatın boynuna keman sesi üflüyorsunuz bu yüzden...

şimdi okudunuz ya yazdıklarımı kimse üstlenmiyor mu içinde katillerin, sapıkların, psikopatların, faşistlerin ya da türevi hastalıklı ruhların olduğuna, gy!be dinlemelisiniz öyleyse, dinlemelisiniz ki size yüzyılların tarihini, psikolojisini anlatsın, dinlemelisiniz ki o büyük yalanlara edilen o büyük küfrü duyasınız, gy!be savaşların, cinayetlerin, kurbanların, psikopatların, sokakların, ülkelerin, dünyanın aklınıza gelebilecek ve hatta bilinçaltınıza sakladığınız için aklınıza gelmesine izin verilmeyecek nice hazin hikayesini anlatacak size... gy!be gerçeğin, o korkunç gerçeğin destanını sunuyor bizlere ve -blidness (körlük) filmini izleyenler daha iyi anlayacaktır şu söyleyeceğimi- her yeri öyle aydınlatıyor ki müzikleri, kafanızın içini ve dünyadaki diğer insanların kafalarının içini öyle net görüyorsunuz ki, her şeyin ve herkesin içinde taşıdığı o yalanı öyle derinden duyuyor ve anlıyorsunuz ki, tekrar kör olmak istiyorsunuz, tüm o tanımlar, kalıplar, kurallar ve duvarlar yerle bir oluyor ve bununla da kalmıyor. yaptıkları müzik çok uzun çünkü, çok çok uzun ve devam ediyor söylemeye, "kendinle yüzleştin diyor, biliyorum her şeyi yıktığımı sanıyorsun şu anda ama daha söylüyorum bak" diyor, "daha söyleyeceklerim var" diyor... yaptıkları müzik önce bu yıkım duygusunu yaşatıyor bize çünkü, insanoğlunun aslında ne kadar korkunç bir gücü taşıdığının farkındalar, insanın istediği zaman nasıl korkunç bir katil, nasıl korkunç bir düzenbaz, nasıl korkunç bir yalancı, nasıl korkunç bir yaratık olabileceğini görmüş ve bu gücün yaratıcılığının tüm bu korkunç şeylere değil de güzel korkunç şeylere neden olabileceğini anlamışlar...


bilinçaltı rahatsızlık örnekleri, paranoyak psikoloji



şimdi listedeki diğer şarkıları dinlemeye başlıyorum sırayla ve burda bir açıklama yapayım gy!be' nin şarkı süreleri 20 dakika ve üzeri zaman aralığında olduğu için ben biraz genel yaklaşımlardan söz etmek istiyorum, yani düşünün 20 dakika boyunca ne kadar çok birbirinden farklı duygu ve düşünce üretilebilir bu yüzden bana da yazık olmaması açısından : ) yazının geri kalanında yoğunlaştırılmış ve bilinen durumlardan bir sözcük seçkisi yapacağım gy!be' ye yaklaşabilmek için... geçiyorum şimdi bu rüya konusuna, rüyalarda aşk da var doğal olarak ve aşk bir yadsımadır ( ve tabi daha bir sürü şeydir tabi ama konumuz o değil şimdi ), evet elimize bir aşk olgusu alıyoruz şimdi ve bir insanın zihnine koyuyoruz onun yansımasını, şimdi bu olguya apaçık bakalım, ay gibi düşünün yani sadece aydınlık olan yüzünü değil de karanlık olan yüzünü de göreceğiz, rahat ettirdiği değil de rahatsız ettiği yanıyla da bakacağız yani.. hem herkesin de çok sevdiği bir kelimeyi seçtim örnek vermek için : )

şimdi diyelim ki bir sevgiliniz var ya da evlisiniz, öte yandan bir büyük kalabalığın içinde yaşıyorsunuz ve bu sırada bir sürü güzel insanla daha karşılaşıyorsunuz, öte taraftan bir inanç geliştirmişsiniz diyelim ki ben ona sadık kalacağım, sadık olacağım diyorsunuz ya da bunu kendiniz de demiyorsunuz da içinde yaşadığımız toplumsal yapı size bunu söyletiyor ya da bunların hiçbiri bir durum yok ortada siz hiç sadakat filan düşünmeden bir birliktelik yaşıyorsunuz bir insanla yani bunlardan herhangi biri bir durum var diyelim ki ve diyelim ki çok çok güzel bir şeyle karşılaşıldı -ve müzik azalıyor burada ve sonra yavaşça yeniden başlıyor sesler- o güzellik bir çekim yarattı bilinçaltınızda, şimdi burda bir bilinçsizlik durumu oluştu yani istemdışı bir rüya gelişti, bunu fark ettiniz ve yukarda söylediğim durumlardan herhangi birinin içinde olduğunuz için hemen ittiniz bu rüyayı kafanızdan, yasakladınız kendinize o rüyayı görmeyi, ya da bastırdınız o duyguyu diyelim, şimdi burda bir yalancılık söz konusu, o anı, o rüyayı gördünüz ama üç maymunu oynadınız kendinize, hani diyelim ki sevgiliniz de biraz ötenizde bulunuyor ve o anı o da farketti, o da üç maymunu oynadı, sizin bu yalan söyleme(me) olayını çok uzattığınızı düşünelim ve sevgiliniz de sizin oyununuza katılmaktan vazgeçti ve isyan ediyor ve size sizin yerinize bilinçaltınızda oluşan o anı fark ettiğini söylüyor, rahatsız olacaksınız, çünkü sizin görmek istemediğiniz bir şeyi getirip sizin gözünüze sokacak, yani yakalandınız. işte gy!be ' nin yaptığı tam olarak bu, bütün yalanlarınızı getirip kulağınıza sokuyor.

şimdi aynı örnekten devam edeyim yine o tür bir an yaşadınız ama sevgiliniz bu kez biraz ötenizde bulunmuyor yani sizi kimse seyretmiyor, ve fark ettiniz yine kafanızdaki düşmanı diyelim, burda bir sürü seçenek var, yine reddedebilirsiniz çünkü sizi bekleyen biri var biliyorsunuz, sahiplenebilirsiniz rüyanızı karşınızdakinin de o rüyaya katılma ihtimali olabilir, ama böyle olduğunda birini aldatmış olacaksınız ve kendinizden doğandan daha büyük bir yalan söyleme durumu çıkacak ortaya, gülüp geçebilirsiniz, düşünecek başka bir konu bulabilirsiniz ne bileyim kalkıp uzaklaşırsınız oradan ya da daha bir sürü şey, şimdi burda da doğru davrandığınızı sanıyorsunuz ama yine olmadı, çünkü gy!be vardı orada ve sizi izliyor, dinliyordu, haberiniz yoktu...

o rüyayı hemen görmek isteyenler, görmenin ötesini düşünemeyenler "aldatma" dediğimiz durumu yaşıyorlar, o rüyayı reddedenler, başka bir konu düşüneyim birazdan unuturum nasılsa diyenler büyük bir yalanın başlamasına neden oluyorlar, bastırılmış her duygu düşünce ürünü eninde sonunda başka bir şekilde kendini su yüzüne çıkartacak ve sonunda o küçük an kendinizi anlamak için ayırmadığınız o düşünme süresinden çok daha fazlasını alıp götürecek sizden, çünkü kendinizle yüzleşmeden bir reddetme durumu yaşıyorsunuz, bu da gerçek bir davranış olmamış oluyor... ve gy!be dinlerseniz bir gün siz de ilk örnektekiler kadar acı çekeceksiniz önce...

şimdi son duruma geçeyim, o rüyayı sadece görmekle kalmayıp onunla barışarak bilinçüstüne yükseltebilenler gy!beyi çok rahat dinliyorlar yani tamam ben bir rüya görüyorum ama uzun sürmeyecek bunun bilincindeyim, birazdan da sabah olacak, sabah olduğunda da yanında uyanmak istediğim kişiyle uyanmak istiyorum diyebilenler ne kendilerini ne de sevgililerini "aldatmamış" oluyorlar... burada müzik yeniden duyulmaya başladı, sanki türkçe bir şarkının müziğine benziyor, burda bilinçli bir rüya oluştu yani hem görürüm hem de uyanırım durumu... burada bir huzur var ve şarkının tonu aynı düzeyde sürüyor bir süre... bu yüzden bence, bilinçaltlarımız rahatsızlık verse de hatta bize çok acı verse de -burada artıp azalıyor müziğin tonu- onlara eğilip onları anlayıp onlarla yüzleşip -burada müziğin tonu çok yükseldi- onlarla barışıp daha sonra da mutlaka uykudan uyanmak gerekiyor, rüya seçilirse o rüya görülmeye devam eder ya da tamamen uyanırsınız bir başka rüya sürer, ama bunun bir bilinci olmuş olur, yani güzel olur, değilse bilinçli hale getirilmemiş hiçbir güzelliğin öteki sabaha güzellik olarak yol alabileceğini sanmıyorum, zaten bütün güzelliklerin hepsine birden sahip olmak isteyenler çirkinleşecektir ve o güzellikleri de çirkinleştirecektir gibi geliyor... bazen, "sen böyle güzelsin sen böyle kal" demeyi bilmek gerekiyor etrafımızdaki güzelliklere... bir de sen hiç gy!be dinledin mi diye sormalı : ) artık...


karanlık aynanın sırrı

şimdi ben genel bir konuyu anlatmak için bir rüyayı bir durumu örnek verdim, yani her şeyi ayrı ayrı konu etmek yerine birçok konuyu anlatmak için aralarından bir tek örnek seçtim, bu örneği sevmeyenler içine aşk koyduğum o bilincin-bilinçsizliğin yerine bir cinayeti ya da tecavüzü de koyabilirler ya da daha başka herhangi bir olguyu, yani gy!be' nin şarkıları niye mi uzun diyorum çünkü diyorum rüya boyunca hissedilebilecek tüm iç ritimleri tüm bilinçaltı hisleri bir arada verebilmek istiyor öte yandan insan ömrünün bir altmış yetmiş yıl olduğu düşünülürse bir şarkı ne kadar uzun olursa olsun bütün bir ömrün bilincini anlatmaya yetemeyeceğinden gy!be yoğunlaştırılmış koyu kıvamda bir müzikle çıkıyor karşımıza ve şunu da söylemek gerekirse yapabileceğinin en iyisini yapıyor...
şimdi konuyu anlatırken cümleleri biraz uzun tuttuğum için kısa cümlelerle bir özet yapalım. yazımızın başlığından da anlayacağınız gibi gy!be bilinçli bir bilinçsizliği ya da bilincin bilinçsizliğini getiriyor bize... yoğunlaştırılmış, koyu kıvamda bir müzik yapıyor... şarkılarının içinde aklınıza gelebilecek tüm insani duygu ve duygusuzlukları taşıyor... katilleri, kurbanları, psikopatları, tecavüzü, işkenceyi, ölümü, ölümsüzlüğü, serserileri, aşıkları, sokakları, evleri, savaşları, barışları, uykuları, uykusuzlukları, ne bileyim daha böyle bir sürü şeyi bir sürü korkunç ve korkunç derecede güzel şeyi bir arada duyuruyor ve bu yüzden gy!beyi ancak bu tür şarkıları dinleyebilecek güce sahipseniz dinleyebiliyorsunuz... unutmadan söyleyeyim, gy!be' nin yaptığı müzik hiçbir tanıma sığdırılamadığı için bir sürü tanım yapmaya çalışmışlar en çok kabullenilen yaklaşım gy!be'nin post-rock icra ettiği yönünde, ben de kendimce biraz da olsa gy!be' ye yaklaştığım için bir tanımlama yapmaya çalışırsam, gy!be rock'un postunu yere sermiş ve o postun üzerinde ayakta uykuya yatmış bir gruptur diyebilirim..
bu yazıda size bir sürü sır verdim, işte gy!be' de bunu yapıyor, müzik yazısı, gy!be yazısı dedim ya, gy!be yukarda söylediklerimin tümünü ve çok çok daha fazlasını söylüyor bize... o yüzden müziklerinde çok çok büyük huzursuzlukların yanında çok çok büyük bir huzuru da hissediyoruz, çok çok büyük katliamların yanında çok çok güzel canlılar arasında da dolaşıyoruz, bu yüzden o çok güzel yüzlü insanlardan böyle çok rahatsız edici duygular da yayılabiliyor, bu yüzden sanat diye bir şey var, bu yüzden deliler var, akıllılar biraz daha rüyalarının ya da kabuslarının nedenini anlasın diye onlar deliriyor ama anlayan yok o başka, nasıl delirmişsin gy!be, iyi ki delirmişsin, seviyorum seni böyle, her zaman dinleyemesem de baktım ki bilinçaltımdan kaçmaya başladım yine dışarısı yüzünden, baktım ki gene dolaşmışım tellere, yalanlara, dönüp seni dinleyeceğim ki hatırlat bana gerçeği... gy!be dinlemenizi ama özellikle böyle zamanlarınızda dinlemenizi öneriyorum.. ve akıllı biri şöyle bir söz etmiş bir zamanlar s. m. power diye bir adam bu ve "rüyaları gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır" demiş... ben de şunu ilave edeyim ki baktınız ki gereğinden fazla süre uyanık kaldınız, gereğinden fazla süre uyanık bırakıldınız, bol bol uyuyup rüya görün ama uyanma evresinde de gy!be dinleyin ki tekrar uyanabilesiniz... işte, ben de öyle diyorum... hazırsanız uyanın diyor gy!be ama eğer gerçekten hazırsanız, bu uzun korkunç gerçek uykuya, bu uzun korkunç gerçek üşümeye ve bu uzun korkunç güzel güçlenmeye de hazır olun çünkü gerçekten uyanmak için bu uzun korkunç gerçek uykuya ihtiyacınız var... çünkü uzun korkunç gerçek güzellikler ancak böyle uzun korkunç gerçek uykulardan doğacak diyor... ve daha neler diyor neler ama bu gece benden bu kadar... bir dahaki sabaha kadar iyi sleepler ve bol bol east hastingsler diliyorum size...