Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

o timsahlar ölü salak kadın ...

neden olmasın ....sen söylersen farklı olur ..sen söylersen güzel olur...sen çiçekleri kulak arkası yapmışsın bak bunu da biliyorum ...sen söylersen daha bir can kulağıyla dinler herkes ...herkes anlattı ama kimse senin gibi değil yahu ...hem de gerçekten...ama sen söylersen güzel olur...böyle heyecanla dizlerimin üstüne çökmüşüm yeni masal anlatıcısını bekliyor gibiyim..o gelecek büyük taşa sırtını yaslayıp heybesinden bana masal okuyacak ...sonra o suyundan içirecek ..hani su bellediklerimizden ötede duran o suyu..sonra ben nehre gireceğim ..bir suda iki kere yıkanacağım hem de..ganj ..missisipi...nil ölecek bana …neden olmasın sen söylersen gerçekten farklı olur…öyle gelişigüzel bir şey de değil bu..hani şimdi tüm timsah derisi çantalardan timsahlar ayaklansa..yeter diye bağırsalar…”artık yeter”…o zaman anlayabilecekler mi anlamaları gerekenlerin sessizliklerini…yok yok sakın kanma şimdi..o timsahlar ölü salak kadın…o timsahlar senin çantanı süslemek için varlar..kadın kısmı anlamaz deme basbaya anlamışsın işte…ama sen söyle yine de sen söylersen farklı olur güzel olur hiç bilmez miyim…akvaryum hazır hadi..astral seyahatlere ne kaldı ki şunun surasında…hem bak pencere kenarı aldım sana tam da istediğin gibi ..minder falan da verirler…oh mis…ama muavinin uzattığı kolonyayı almamazlık etme yoksa yolcuğun kabul olmaz lanetlenirsin…ne dedin duyamadım ..ah canım kolonya kalmadı mı artık…şişelerde kolonya yerine kolonyalı mendil mi veriyorlar ..hadi ya o zaman onların yolculuğu kabul olmaz..hem bak bu yol değil..bu gidiş hiç yola benzemiyor..ne gereği var şimdi bunun…hem nereden çıktı şimdi kolonyalı mendil…ben sana sadece o bilindik kolonyadan bahsettim ..hani şişeden olan PE RE JA..babam alırdı bunlardan..hem yaz günleri dolaba koyup bekletirdi..soğuk soğuk olsun diye..yüzünü sardıkça kolonyanın serin havası ,havası değişirdi kendini bulurdu…kendine gelir gibi olurdu…yumurtaların yanında bir şişe kolonya..domateslerin yanında bir şişe kolonya..ah anons geldi… dediğim gibi sen söyle sen söylersen gerçekten farklı olur..hadi gitme zamanı dediklerimi harfiyen yap..a sana köle b sana kurban…c zaten hiç yok…kıvrılmış halini görmüyor musun… hadi artık siktir git..!



Murat Uyanık

Tanrı demiş çok hatırlama sen ,bana mı özendin çocuk !

tanrı çok hatırlama sen dedi ...çünkü inciniyorsun çabuk..hissiyatsız gibi oluşun kendi içindeki o güçten geliyor ama bu değil...
hatırlamadığım için tanrıya bile kızabilirdim şimdi kızmadım..kızamazdım da …çünkü bilirdim o da insanlar gibi ayak ucumdaydı…ah bir kral aristokrasisi gibi değil…vakur bir duruştan ileri gelen bir şey değil ..ama bilirdi işte tanrı…nerede olacağını bilen bir tanrı…ama demiş bana tanrı çok hatırlama sen… ama bildik ve de bilindik bir tümce gibi o soysuzluğuna üzüldük…bildik iyi bir tanrı..ve de bildik kötü bir tanrı… ama onun da iyi taraflarını vardı bilirdik o yüzden karşılıklı suskunluk halimizle bugünlere kaldık iyi ve de kötü...çünkü bazen kötü ben oluyordum bazen de o...iyi ve kötü işte..kötü bir çocuk iyi bir tanrı...unuttuklarıyla ve bana düşledikleriyle..…beni düşleyişiyle… elimi siyaha boyayıp boyayıp çıkarmasıyla...yoksa tanrı usta işi bir heykel gibi...ama var ya harbi kaskatı bir heykel…

tanrı dedi ki çukuru kaz

çukuru kaz onların kabuklarını nasıl bırakmış olduklarını gör...çukuru kaz ve de içeri gir...onların içinden geç...ve de kendine yeni yeni kendine benzeyen türdeş yalnızlıklar edin...çukuru kaz "sana çarpılıp sana bölünen" binlerce neslin kalıntıları arasında dolaş ve de kendini sil baştan bu olmamışlığa soyundur...ışığı aç ama karanlıkla örtülü bekleyiş koridorunun sonundaki pencereye bakma....perdesi çekik olan..ve de o perdenin önünde duran ihtiyar ve de gözleri çekik adama sakın bakma...bir tiyatro sahnesinde suflör o ...çünkü herkesin ne söyleyeceğine o karar verir...o söyler insanlar tekrarlar..o söyler insanlar söylüyormuş gibi yapar...ama insanlar onu alkışlamaz..çünkü işi sadece perdenin arkasındadır...çukuru kaz sana çarpılıp sana bölünen bir çiçek tozu kıvamında yaşamı verecekler sana...kokularına sinecekler o çiçek tozlarının...ayçiçeklerini hazırla neredeyse güneş doğacak...ayçiçeklerini hazırla o çukurda...güneş doğacak !...anlatıyorum bol bol...kepçeyle sunuyorum insanlara...ama ellerinde kaşık var ...fazlasını alamıyorlar...ama ben demiştim onlara ,ben sözcü değilim ne de bir peygamber...herkes sadece kendini yaratır demiştim...hiçbir kimse hiç kimse için değildi...hep bildik...dün gece baya kustum ve de yazdım böylece....sanırım litrelerce kan dolmuş olmalı...ve de heybe çok dolmuştu ve bir şekilde onu toprağa boşaltmam gerekliydi …bende benden isteneni yaptım...şimdi huzursuz ve de tekinsizim...ruhum bir asma yaprağı sanki birazdan siyah üzümler çıkacak...zehirli yiyen ölür..."elimize değen ölür"...içimde tekinsiz bir aitsizlik hali gibi bu ..hazin sonlar için yazılmış hazin senaryolar gibi..."elimize değen ölür"


Murat Uyanık

SON

Hayatta mutlu son yoktur

Hayatta mutlu son yoktur

Çünkü
sonda ölüm vardır

Ölümün oldugu yerde , Mutluluk var mıdır?

Ölümün oldugu yerde mutluluk var mıdır , bilinmez
Fakat bilinmezlikte mutluluk yoktur (99)


bülent kal

ANI YAKALAMAK

aşk

anda
gizli

anlık
bakışmalarda

kalbin
hız hız
atışlarında

heyecanı


tüm
vucudu
saran
sıcaklığında


mutluluğu
gizli


aşk anda gizli
aşk
anda (00)

BELİRSİZLİK

sevdin mi
kahrolacaksın
karıştıracaksın günü , geceyi

gözlerin ,
gözlerin isyan edecek , yaşlarla kızararak

başın dönecek

isyan ,
isyan edip edip , tekrar seveceksin
ve sevdin mi , kahrolacaksın
gözlerin daha çok nemlenecek
bağrını acı kaplayacak
sızlatacak yüreğini bu sevda

bu dert
gözlerinin ışığını söndürecek

bu sevginin belirsizliği
an an , öldürecek seni

hepsi sevdin mi olacak (00)


bülent kal

yolu bulana kadar neon ışığına bakacak

ulusun giriişinde göğe bakıyorum gözmü aşağıya indireceğim ama bir an önce o kısa aman aralığı içinde gözümü aşağıya indirdiğimde ne yapacağımı bilmem karar vermem gerekiyorr
bugünlerde gözümü ne yapacağımı bilmiyorum bir nesne üstüne bakı8yor ordan çektiğimde ne ben biliyorum ne o biliyor ne yapacağını sonra bir yoolkunu bulana kadar tekrar aynı nesneye dönüyor çevriliyorr
veya göğe çevriliyopr
çünkü orda daha çok zamanım oluotyr karar vermek için

dur bakalım gözümü ne yağpacağoım bulacakmıyım güneşe bakim
o ayı ve bütün göğü ne yapıyorsa anının istediği gibi bende öyle yapim

lakin dikkast edip sonu ulusun bir cadesinde kaldırım taşlarına yatmış o dilenci gibi buradan başka bir ders çıkarmaya çalışmalıyım
yatmış ve yanlış bir ders çıkardığınıı hiç anlamayacağı bir son vr üstünde
nasıl belirlemiş bu şekilde gaddarca
nasıl bu kadar aptal sefil günahkar olabşlir

geçmişi bulana kadar neon ışığına bakacak


Evrensuhte

Kül

neden anlatmam öyle güçleşiyor bu rüyaları izninle bir morluk çoğu
yakışık tekin
üstünde durmayaa değecek bir soru ydu öyle boş müzik ole
sahipli denizler arkasında cansız insicamsız hatırı ile
şenlenmiş gülmesi herşeyee başıboş ayık hemen sonra sarhoş biraz öncesi aydın iki ucunda simetri berbat kötücül risk taşkınlık
bozuksa başı nda bozuk yanan ışıkta kazınmış saçları bir jiletle hata kül
matem eskidi öyle şölen havası balonlar tek anı büyük solşgunluk hap bıçak sustalı
şölen yakıoyr anılarınıda senin değilmi
bir yükseklik konuoyrr üstüne en yükseğe koyuyor ellerin çok uzundur belki uzun mu bilmiyorum
soğuk davranmanı anladım içinden dışınaa hangi devinimle e bir kalp oluoyr orda
sakındığını görüyorum sonra sakınmadığını hiç iki ucunda simetri
nasıl anlatamam güçlük çıkarma nasıl burada yıpranmıştır koltuğun önü halıda cansızlık küle özverili nasıl burada yıpranmıştır


Evrensuhte

Beyazlara bürünmüş bir gerçeklik…

Karanlıkla örülü bir yerde sadece dikiliyorum…az önce uzunca yürüdüm o yerde…uzunca sürdü…volta gibi bir o tarafa bir bu tarafa yürüdüm..ama şimdi öylece kıpırtısız dikiliyorum…ama karanlık çokça sinmiş…gece üstüme üstüme gelince ilk ürktüm yemin ederim..baya ürkünç görünüyordu..hem gölgemi de göremiyordum ki neden korkmayayım..o yerin az ilerisinde bir sokak lambası gördüm..koşarak yanında durdum gölgemi görmek için…çünkü gölgemin varlığını duyumsamak yaşadığımı duyumsamakla eşdeğer gibiydi bana…gölgemi görmek iyi gelirdi…kendine yeten bir gölge…sahibinden ayrıksı duran ve de her gece bir yıldız gibi parlayan o gölge..sevindim..mutluluk verdi bu kısa sekans…iç huzuru hissettim..ne kadar benden ayrıksı dursa da gölgemin burada oluşuna sevindim yoksa katlanamayabilirdim bu karanlığa…dikilmem uzun sürmedi yine şartlanmış bir deney faresi gibi yürüdüm bir o yana bir bu yana..amaçsızcaydı belki de …hani şimdi biri görse bu adam ne yapıyor der…o kadar ayrıksı..ve o kadar kendiliğinden…ama umursamadım..umursamamalıydım…sınırları önceden çizilmiş o yolda ya da adına ne deniyorsa ona öylece arşınladım…ne kadar zamandır buradayım ve ne kadar zamandır bu ritüeli gerçekleştiriyorum bilemedim..gölgem gibi zihnimde benden ayrıksıydı galiba..zihnimi aradım..zihnimi de tıpkı o gölgemi gördüğüm gibi görebileceğim bir sokak lambası aradım…zihnimi görebilir miydim…hani küçük bir ışık olsa da görsem…ama insanlar bana onu elle tutulur gözle görülür bir şey olmadığını onu sadece hissedebileceğimizi söyledi..sanırım ben buna üzüldüm..çünkü çokça zamandır hissiyatsızdım …çokça zamandır şartlı refleksler halinde yaşıyor ya da yaşadığımı zannediyordum…bu hoşuma gitmedi..en azından neden burada olduğumu ve neden bu saçma şeyi sürdürdüğümü bilmek istedim…çokça çırpındım…yine dikilip uzun uzun düşündüm…ama bulamadım nedenlerini..sanki tüm nedenler benden gizli bir yere gitmiş ve de kıs kıs arkamdan gülüyorlardı şimdi…üzüntüm yerini kızgınlığa bıraktı…kızgın bir ok gibiydim..hani şimdi bir yayım olsa kendimi en olmadık yere savurabilirmişim gibi…kızgın bir ok …kendinden savrulan ve de amaçsızca bir yere düşen ve de düştüğü o yerde ikircikli bir hayatı başlatacak olan bir ok…ayaklarım acıyordu demek ki çoktandır buradaydım ve de çoktandır yürüyordum…çokça sürmüş olmalı evet…bunu bildim …bildiklerime eklediğim küçük bir bilgi daha…biraz daha ağırlaşan bir ben..bir şeyi daha bilmenin insanda yarattığı o ağırlık…bir şeyi daha bilmenin verdiği o kekremsi tat…artık durmalıydım ne düşünmeli ne de yürümeliydim…sokak lambasının altına oturdum..gölgemde yanıma oturdu…birlikte güzel güzel sustuk ..birlikte tüm amaçsızlığımıza sustuk..birlikte ikimize sustuk…ama biliyordum o vardı..yanımdaydı …

sonra ne kadar zaman geçti bilmiyorum…biri göründü tepemde..yüzü zayıfça ,gözleri o yüz için fazlasıyla büyük biri..yanıma oturdu…hey kalk oradan gölgemi eziyorsun diyecektim ki birden durdum…birden fazlaca “normal” bir adam gibi görünmek istedim…birden herkes gibi düşünen biri…yine iç huzur hissiyatı..bilindik bir yerde olmanın ve de bilindik bir şeyi düşünmenin verdiği iç huzur gibi…adam da sessizdi …gölgeme benziyordu sessizliği..sevebileceğimi düşündüm bunu da…sevdiklerime ekleyeceğim bir beden daha…insana yeni bir ağırlık duygusu vermekten başka bir şeye yaramayan o sevme güdüsü..insana ağırlıktan başka bir şeye kazandırmayan bir insanın varlığı…ama yine de sevebileceğimi düşündüm…huzurluydum şimdi…ne gerek vardı ki bunu bozmaya…hem o gölgeme benzemiyor muydu…ne gerek vardı şimdi hissiyatsızlığa…ellerini açtı ve elleriyle bir takım anlamadığım şekiller yapmaya başladı…birden şaşırdım …anlayamıyordum …sanırım o bunu anlamadı…onu anladığımı düşünmüş olacak ki bir süre sürdürdü…ama ben kayıtsızca suratına bakmaya devam ettiğimden birden durdu…ellerini kavuşturdu birbirine…elleri buna üzüldü..elleri sahibine üzüldü..elleri yine anlatamadığına ve yine anlaşılmadığına üzüldü…ben de ona üzüldüm…çokça derinlerde bir hisle sarmalandım…çokça derinlerde usulcana yatan bir hayvanı uykusunun en güzel yerinde uyandırmak gibi…kızgın bir hayvan uyandı içimde ve önüne ne gelirse öldürmeye başladı…kim çıksa karşısına aman vermiyor herkesi tek tek öldürüyordu…birden buna dönüştü hislerim..çünkü acı ve de hüzün olsa olsa buna dönüşürdü..acı ve de hüzün olsa olsa yok etmeye dönüşürdü..birden yine o iç huzurumu kaybettim..birden yine kendimi kaybettim…ne yapacağımı bilememenin verdiği kaotik sanrılar…kalktım yerimden adamsa ne yapacağıma bakıyordu şaşkın şaşkın …o koca gözlerini irice açmış hüznüme bakıyordu…karanlığa doğru yürüdüm yine…yine o ritüeli sürdürmek için değil …bir şeyler bulurum ümidiyle yürüdüm..ara sıra arkamı dönüp o adamın gelip gelmediğine bakıyordum…ama gelen yoktu…buna sevindim mi üzüldüm mü bilemedim…bir taraftan yürüyor bir taraftan da dikkatli dikkatli çevreme bakınıyordum bir şeyler bulurum ümidiyle…belki de yüzlerce kere geçtiğim o yolu yine yürüyor gözümden kaçan bir şey olabilir ümidiyle bakınıyordum…ama hiçbir şey bulamadım…hiçbir şey yoktu…birden hiçlik düştü aklıma …hiçlik bu muydu yoksa..hani insanların dediği ve de onu türlü türlü şekillerde anlattıkları ve de benim onu türlü türlü şekillerde tanıdığım hiçlik bu muydu…eğer hiçlik buysa neden ben vardım..neden o konuşamayan adam vardı yanı başımda ve neden o sokak lambası…karanlığın bir yerinde durdum…yine kıpırtısızca dikilip tüm bu sorulara “mantıklı” bir açıklama getirmeye çalıştım…tabi ya tabi muhakkak vardır bir açıklaması dedim…ve onu bulana kadar da yılmayacağım dedim…bir yerlerden bir şeyler çıkacak ve ben “gerçeği” bulacağım dedim..ya da bir yerlerden insanlar çıkar bana söyler burada neler olduğunu dedim…ilk önce inandım buna…tüm benliğimle..tüm bedenimle ..tüm fizyolojimle inandım…inanmam gerekiyordu çünkü…çünkü aklım tutunacak bir yer arıyordu...sığınıp kalacak kuytu bir yer…inanmak yerini avuntuya bıraktı…avunduğumu düşündüm…aklın bedene oynadığı küçük oyunlar dedim ….aklın bedene yaptığı küçük akıl oyunlarıydı bunlar …hiç bunlar “gerçek” olur mu dedim…yorulduğumu hissettim..çünkü yine ayaklarım acıyordu…geri dönüp o adamın yanına oturmak istedim…belki de ondadır tüm bu karmaşanın cevabı dedim…sokak lambasını uzaktan seçer gibi oldum..sevindim…insanın bildiği bir yerde olmasının verdiği iç huzur..tanıdık bir yer tanıdık bir yüzü görmenin verdiği o iç huzur gibi…acıyan ayaklarıma inat adımlarımı hızlandırdım…ama bir terslik vardı..ne kadar yürüsem yürüyeyim sokak lambası hep aynı yerinde duruyor gibiydi…yok dedim kendime çokça yürümüş olmalıyım dedim…aksi bir şeyi kabul etmek istemiyordum…aksinin gerçekliğine dayanamazdım…yüreğim el vermez kendimi bırakırım bu karanlığın içinde dedim…yürüdüm..yürüdüm ama sahne değişmiyordu…umutsuzluğum had safhadaydı..sanırım yitiyordum…yitiriliyordum…birden yere düştüm..ayaklarım daha fazla çekemedi hüznümü…gözlerimin kapandığını hissettim ama karşı koymadım…karanlık küçüldü küçüldü ve tek bir nokta olarak kaldı gözlerimin içinde…

Gözlerimi açtım birden…birden bir güç gözlerini aç dedi…birden canlandı ruhum o mutsuzluktan…mutsuzluk beni tekrar doğurdu…birden bir küçük ışık belirdi..sarı yuvarlak bir ışık…sevindim ….ama belirsizlikti bu da..çünkü o ışık neydi bilmiyordum…belirsizliği her “normal” insan gibi sevmiyordum ben de…o yüzden sadece kıpırtısızca baktım…konuşamayan adam neredeydi...sokak lambası neredeydi…ve her şeyden öte gölgem neredeydi…tüm yitirdiklerimi düşündüm…yine derin bir umutsuzluk hissi…sarı yuvarlak ışık yaklaşıyordu..birden her şeyi bırakıp ışığa yöneldim….tek merakım o olmuştu..sanırım unutuyordum …boşlukta dolanan bir nokta gibiydim..sadece ışığını bekleyen bir nokta…aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum birden o ışığın koca bir ışık oluverip karşımda bitiverdiğini gördüm…ışığın arkasında iki adam durmuş bana bakıyordu …korkmadım bunları da o konuşamayan adamlara benzettim çünkü…ama bunlar ondan daha farklılardı..daha güçlü görünüyorlardı ve de daha kararlı..sanki ne yapacaklarını önceden biliyorlarmış gibilerdi…ben sadece bakıyor ilk tepkinin onlardan gelmesini bekliyordum..çünkü güçsüzdüm ve de güçsüz oluşumu çoktan belli etmiştim…gardımı alamamıştım …o yüzden sadece bekledim…sonra biri cebinden bir şey çıkardı..üstüme doğru emin adımlarla yürümeye başladı…doğrulup kaçmak istedim..ama beni bir hamlede yakalayarak elindekini koluma batırdı…ellerinden kurtulup tüm gücümle koşmaya başladım…ama çok gitmeden yere düştüm..gözlerim yine kapandı…yine karanlık, bir nokta gibi sadece gözlerimde kaldı…

Yine uyandım..ama yine ne kadar zaman geçti bilmiyorum…sanırım şimdi her şeyi anladım..sanırım “gerçek” dünyaya döndüm…bir hastanenin en kuytu odaların birinde yatıyorum şimdi..ama nedense burada daha önce bulunmuşum hissiyleyim..küçük bir deja-vu hissi…yoksa hep burada mıydım..yoksa burası mıydı tüm ben bildiğim..bilemedim…eğer burası gerçekse tüm o karanlık neydi…o konuşamayan adam neydi…o sokak lambası neydi..düşünmek istemedim…yorulmak istemedim..zihnim bomboş olsun istedim…beyazların içindeydim ve de bu beyazlıkla yaşayabilirim diye düşündüm…kendime yeni yeni gerçekler aradım…beni avutacak küçük zararsız gerçekler…ve zihnimin bana sunduğu ilk gerçeğe tüm gücümle tutundum…

Bir hemşire içeri girdi ve bana iki tane hap verip içmemi söyledi…itaatkar bir köpek gibi uysaldım..denileni yaptım…fazla sürmeden vücudumda yine bir uyuşukluk hissettim…ama diğerlerine benzemiyordu..daha güzel bir uyuşukluk…beyazların içinde kayboldum..ayaklarım kayboldu…ellerim kayboldu…gözlerim kayboldu…işte benim gerçekliğim buydu…beyazlara bürünmüş bir gerçeklik…


Murat Uyanık

Dostluk, Kendi Kendine Konuşmaktır(!)

Öğleden sonralarının sıkıntılı, o insana keder yükleyen halinden bir türlü kurtulamıyordum. Üstelik bugüne has bir şey de değildi bu. Yine de o asırlık çınarlarla gölgelenmiş kimsesiz parkın, kimsesiz bir yerine bırakabildim kendimi. Lacivert klasörümü dizlerimin üstüne koyarak kimsesizliğimle, kimsesizliğimizle İlgili bir şeyler yazmak istedim.
Kimsesizlik kime yazılabilirdi, bilmiyordum ama...
Temennilerle geçirilmiş bir hayatımız yoktu. Bilakis her anında bir ifadeyi vurgulayan eylemliliklerimizle doluydu. Her şeyi başarmak değildi gayemiz. Bir şeyi, evet sadece bir şeyi başarabilmek içindi tüm vakitlerimiz.
Önce bizler, yani kimsesizler,
Sonra diğer bizler, yani bizi kimsesizliğe mahkum edenler,
En sonra da ne bizlerden, ne diğer bizlerden olup üzerimizde sahiplik iddia edenler...
Çok uzun ve sanki hiç bitmeyesi bir ömür gibiydi; size sarılmanın, gözlerinizin içine bakmanın, dertlerinizi dinlemiş olmanın ve en azından sırtımı dönebilecek kadar güvenilir birileri olduğunuz gerçeğini büyütüp büyütüp layık olduğu yere koyabildiğim zaman...
Hiç de alışılmadık bir nefes alıp vermeydi bizimkisi.
Aslına dönmek isteyenlerin en onurlu, erdemli ve gerçekten olmaya doğru yürüdüklerini -yürüyeceklerini- bildiğimizde başlamıştı her şey. İçinde yaşadığımız şehirler, tüketmeyi alışkanlık haline getirdiğimiz hayat ve içimizde başkalarına ait ecnebi korkular ile bunca zaman elde etme uğraşımız sonucu kazandıklarımızı kaybetme endişemizden arta kalan hisler Öylesine hırpalıyordu ki bizleri, öylesine darbelerle çaresizliği yaşıyorduk ki, kabuslarımız gündüzlere inerek günlerimizi karartıyordu. Üstelik bürokrasi neden yola gelmiyor diye kahrolduğumuz da yoktu.
İşte bunlar neydi biliyor musunuz?
Bunlar, eşsiz bir dengenin kurulması için harcanan zamanların başlangıcı olan altın zamanlardı.
Dostu, dostluğu abarttıkça abarttığımız zamanlardı.
Bunlar neydi biliyor musunuz?
Bunlar uyumayan, uyumaya da hiç niyeti olmayan zamanlardı. Gönlünün sultanını gece yarılarında pencere önlerinde beklemeye yatırılmış ribasız zamanlardı.
Ve aynı zamanda güç zamanlardı bunlar, güç zamanlar. Gücümüzün arttığı güç zamanlar.
Avucumda adreslerinizin yazılı olduğu kağıdı sımsıkı tutmaktan avucum terliyor. Sanki o küçük kağıdı kaybedersem sizi ve sizinle birlikte kendimi de kaybedeceğim. Unutmamak için adınızı tekrarlıyor dilim.
Bakara, Kasas, Ankebut, İhlas, Fatır... Heceler birbirine karışıyor. Ceketimin rengini yeniden fark ediyorum.
Hem kahrolsunlu cümlelerimizi dikmişiz ayağa, hem de emretmişiz bedenimizin her bir hücresine "şahitlik edeceksiniz" diye.
Canım sıkılıyor. Düşünüyorum da onun hiçbir zaman aklı selim ile hareket eden, şu¬urlu ve oturaklı birisi olamadığına ilişkin yargılara varıyorum.
Aklım almıyor. Öfkeleniyorum. Gecenin bir vakti dışarı çıkıyorum. Zifiri karanlık. Elli metre ötede bir büfe var. Bir kibrit istiyorum içerdekinden. Öfkem sürüyor. İyi geceler bile demiyorum. Arkamı dönüp gidiyorum. Asfalt hafif ıslak. Gecekondular teslim olmuşlar karanlığa. Duvarlarda kız isimleri, futbol takımları... Doğru dürüst bir pankart bile yok. Öfkemi dindiremiyorum.
İşte böyle. Dünya öylesine kepaze bir yer ki, ne suların tadı var ne de hiç kıskançlık yapmayan güneşin. Bir sahicilik oyunudur gidiyor. Sahtekarlarsa amir kesilmişler başımıza. Sürekli saklıyoruz aslında asalet nöbetlerinin neferi olan yüreğimizi ve kirler oluşuyor özenle baktığımız ellerimizde. Öyleyse neden kepaze olmasın ki bu dünya?
Neden çekilmeyesi olmasın ki?
Yeni yeni taktikler icad ediliyor. Planlar uygulamaya konuluyor. Firavun'a kul oluyor Musa adayları. İktidar aranıyor bunca zulmetin, bunca eziyetin ve gözyaşının dönüp durduğu topraklarda fakat bulunamıyor. İllaki bir arada tutunma inadında aslında köprüden atılanın vereceği görüntüyü yakalama ve ona "deli" deme uğrunda güya savaşılıyor görünülüyor. Kitap okunup kitapsızlarla aynı gemide bulunabilmek için alın terleri heder ediliyor bilet kuyruklarında, Çırağan Palaslarda, rey sandıklarında, öyleyse neden kepaze olmasın ki bu dünya? Neden çekilmeyesi olmasın ki?
Pekala siz, bunca iyicilik ve merhametçilik oynarken ve sizin gibi biri bir daha gelmez diye temiz kalpçilik ve sahte mazeretçilik ilmihallerinde satır satır gezerken ve yine siz her-şeyden biraz alıp hiçbir şey olamamanın hiçbir şeyliğinde boğulup gitmişken sormadan edemeyeceğim:
Yalnızlık korkunuz mu sizi bir yerlere bağlayan?
Bir mecburiyet hissine dayanan triplerin oluşturduğu davranış bütünleri mi yaptıkları-nız?
Yoksa size biçilmiş rolleri mi oynuyorsunuz?
Zaman zaman da olsa bizi hiç tanıyamadığınızı ve tanıyabilmek için çabalamanız gerektiğini düşünmüyor musunuz?
Hiç sizden fazla birileri olabileceğini, onların boyunu, kilosunu, tenlerinin rengini ve ayrıca yılların telâfisi mümkün olmayan ihanetlerinin yorgunluğunun izleri olabileceğini aklınıza getirmiyor musunuz?
Sevgi de, saygı da lekeli ve bu dünyanın kirli, kural olmuş tuzaklarından uzak ve ayrı olamazlar değil mi? Dostluk tamamen bir plân ve taktikler bütünüdür öyle mi?
Çoğu kez kaybetme korkusunun verdiği ucuz endişeler batırıyor dürüstlük salını, bu samimiyetsizlikler okyanusunda. Boşluğa düşmemek için insanlar delicesine sevdiklerini söyledikleri zamanlar dahi bir yanlarını korumaya alıyorlar. Çok fedakar olduklarının süslü balonları ile süslenmiş hayat kokteyllerinde kadeh kaldırırlarken, adanmışlıkların katledilişlerini kutluyor olabiliyorlar. Ağaç lafta, yaprak lafta, çekirdek lafta bile değil, Kudüs hafızadan silinmiş, Yemeğin tuzu kadar dahi önemi yoktur başörtüsünün. Arslandan kaçan yaban eşeklerinin ahırlarında yaşamak bir onurluluk-tur.
Söylesenize sizin de kelimeleriniz böyle dizilebilirler mi? Harflerinizi hiç böyle bizim gibi sıraya koyabilir misiniz?
Biz ki bu dünyanın çıkarcı mantığına bin-bir güçlükle direnen çocuksuluğumuzla ve size olan hislerimizi en önce kendi kendimize ispatlamak için önce kimselerle paylaşmadığımız kelimelerimizi, sonra da kimsenin cesaret edemeyeceği özgürlüklerimizin tamamını size vermek, sizinle paylaşmak noktasında ne kadar samimi ve içten durduğumuzun salih amellerini çağırdık.
Hatta sizin için çeşit çeşit ölümlerin satıldığı markete girdiğimizde dahi nefsimizi düşünmüş olmak gayretkeşliğinden sıyırdık kendimizi. Orada bile bize yabancı durmak namussuzluğunu koydular önünüze, siz de sevgi beslediniz buna. Teninizin diriliğini yitirdiniz. Sanki çok bilimsel birileriymişsiniz gibi, dostluğun gerçekten coğrafi ve bilimsel tanımları varmış gibi davrandınız. Oysa töreydi tüm yaptığınız ve taptığınız. Yetmiş yıllık kirleri süsleyip hakikat, tevhidi gerçeklen de kirletip masal yaptınız?"
Ezan okunmaya başlayınca ikindi olduğunu anladım. Dizlerim uyuşmuştu. Etraf çoluk çocuk dolmuştu. Önümüz yaz olmasına rağmen ince bir serinliğin kemiklerimi üşüttüğünü anladım. Klasörü kapattım. Kıbleye döndüm. Namazı bitirdiğimde iyice terlediğimi hissettim. Her zaman böyle olmazdı fakat ne olduğunu da anlayamamıştım açıkçası. Çocukların, önünde oynadıkları çeşmeye giderek elimi yüzümü yıkadım. Su soğuktu. Tekrar yerime döndüm. Şöyle geriye doğru yaslandım. Güneş ağaçların arasından gözüme değip değip kaçıyordu.
İnsan olan, çektiği tüm acılar, gözyaşları ve kederler yaşadığı bütün korkularla, o geçmişte kaldığını bildiği, fakat kesinlikle eskimeyecek pırıl pırıl samimiyeti ve masumluğu ile bir gün mutlaka kavuşacağını umduğu o ilk özlemleri ile sevmeli. İlk olanı sevmeyen sonu sevebilir mi?
Katlanarak, tahammül ederek, ayıpları örterek, arkadan konuşmayarak ve bunları yaparken eksildiğini -aslında enayi olduğunu- söyleseler de arttıkça artarak sevmeli insan.
Uyanmak yetmiyor ki; uyanıp yatağı terk edebilmektir aslolan.
Erken aşk ölümlerinin yüreğine bıraktığı çaresiz yaralar da olsa adalet ve doğruluk bakımından tastamam olanı sevmeli. Hesapsız sevmeli, tuzaksız sevmeli.
Fakat ne kadar uğraşsak boş değil mi? Hesapsız ve çıkarsız olmayı başaramayız değil mi?
İlla ki varmayı umduğumuz bir makam ve mevkimiz olduğunu zannediyorsunuz değil mi? Sizi tanıyabilmiş miyiz? Biz var olduğumuz müddetçe siz olacaksınız. O kadar da aptal değilmişiz değil mi?
Hem siz de bilirsiniz ya (!) Dostluk, kendi kendine konuşmaktır değil mi?