Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

Görüntü


Görüntü,görüntüler…birbirinin içine geçmiş inceden sızan kesik ama güçlü görüntüler…birbirine aldırmaz ama bir o kadar da birbirinin tutku esiri görüntüler…tek bir kıpırtıda anlaşılacak kadar safça bir iyiliğe tutunmuş ama onunla ne yapacağını bilemeyen birinin görüntüsü…bu benim görüntüm mü ? yoksa bu sen misin ? ellerin mi şaşıyor şimdi hadi anlat biraz..gözlerin mi susuyor tüm bu gördüklerine hadi gör biraz…neden diye sorarsan sana sonunu söylerler…ah yakın bizi geceye..eski bir ritüel gibi kurban edin bizi geceye…şimdi mi diye sorarsan sana efsanelerden,masallardan bahsederler…hadi şimdi kandır aklını…boya geceye…pastel bir siyah geceye akışkan bir sıvı olarak ak…ben biliyorumlarla başlayan o kesif cümlelerin ve hiçbir sonuca bağlanamayacak ama  duyduğunda yine de içini birden kıpırdatacak kadar çocuksu ve o saf halleriyle gelecek olanlara şaşırırmış gibi yapanlara inat kurduğun cümlelerin…cümlelerinin sonu olmuyor …ah yine o sonu tatmamak içinse bu baştan yazılmış ve oynana oynana eskimiş taşlarına öykündüğün o sek-sek oyunu gibi…hani mermerden köşeleri yuvarlatılmış taşların vardı senin,sırf o sek-sek oyunu için yaptığın…evet evet köşeleri yuvarlatılmış…hayatı tıpkı o sek-sek taşına benzettiğinden olsa gerek ve hayatı tıpkı o yuvarlatılmış taş gibi naifçe yaşamayı isteyecek kadar özenle sakladığın sek-sek taşların…cümlelerin sonu yok ki…neyin olsun..istemiyoruz hayır bu değil ki…bak şimdi görüntüler sızıyor içeri…bilindik, yani tüm o aklın hepsini bildiği ve yine aklın, o çok akıllı aklın içinden süzüp sana kadar ulaştırdığı görüntüler…ama yok ki …bildik mi ki bu da bunun eseri olacak kadar…ve o burjuvazi ve de o aristokrasi müzelerinde gösterilecek kadar sanatsal bir değeri taşıyan tablolar gibi olursa bu görüntüler şaşırır kalır insanlar bize…bak diyorum ki senin görüntülerin pastoral bir öğleden sonrası resmi gibi…hani ortaçağ düşkünlükleri ve de kırmızı şarap tadı gibi bir şey olsaydı bu belki de içilecek kadar olurdu…ve de kana kana susuzluğumuzla içerken biz bu öğleden sonrası resmini, çokça heybetli ve de çokça karanlık bir resme de dönüşebilirdik…ve yine asılı kalırdık zamana…çünkü ölmüyor işte…ne yapsan ölmüyor..ölmüyoruz…çünkü inatla son yok diye bağırken sen, ben taa en tepende dikilirken sana tüm bunların aslında hiç yaşanmayan bir ansızlık önsezileri olduğunu ve tüm bunları zamanla unutabileceğimizi ve de sonun aslında tam da bunun içinde saklı olduğunu anlatabilirdim..sen,adına delirium dedikleri benimse adına senin,senden çıkması olarak algıladığım o anlarda bile bunu düşünmedim..çünkü öğretilenler asıl o son içindi..çünkü o görüntülerin adına halüsinasyon dediler..yok bir şey demişlerdi …sana uyu bile dediler…bak işte o efsaneler tüm bunların bildirisi gibi…yani olanla bitenle ve de onların arasındakilerle gelmişlerdi sana…ve de ellerinde sana deva olacak bitkiler…bitkiler ellerinde ve sessiz gölgene deva olacağını düşündükleri sanatsal çağrışımlar…yok bu da değil biliyorsun..çünkü sen hazzın o muhteşem gölgesine tek elle görülmeyen boyalar sürdüğünde bunların hepsini çizeceklerdi… siyah boyalarla kapatacakları yazılar gibi ve de o siyah boyalarla senin üstüne üstüne gelirken, senin eski bir oyuncağa sarılır gibi bana sarılacağını da tahmin edebilirlerdi..son, sadece eski bir tahta oyuncakta kalabilirmiş gibi…ama  sen inatla o oyuncağın en eski parçasından ,en eskimiş parçasından yeni yeni yüzler yaratırken ki heyecanını bilirler miydi..çokça kaotik bir bütünsel ve de tinsel bir varoluş açısı gibi bu…ve yüzüne çizdiğin o boyalar gibi şiirseldin sen…yoruluyor musun ki, anca senin yokluğunla anlaşılabilir bir yüz takındın kendine…çünkü çünkü çünkü biliyorlardı son yok dediğin her an kendilerinden geçeceklerdi …çünkü biliyorlardı sen her öğleden sonrası o gökyüzünü seyre daldığında bunun esrik bir anlamı olacaktı..korkuyorlardı biliyorsun..ama senin aldırmaz görüntünün ardındakileri görebilecek kadar senden çalmadılar…yoruluyor musun ..yoruyorlar mı seni..hadi söyle onlara…halüsinasyon de onlara rahatlasınlar ..tamamen tehlikeli aklın sarhoşluğu de onlara da  rahatlasınlar.. kendilerini iyi hissetsinlerki sonu görsünler…görüntülerin kaynağını araştırmak ve de derin uyku anında senin yüzünün aldığı her şekle binbir türlü anlamlar yükleyip yine o anlamlarla seni boğmak istedikleri günü hatırla…ama sadece bir kere hatırla ve unut…senden söz açmak istiyorum ben hala,unut…ki ben her öğleden sonrası senin o gökyüzüyle olan eşsiz dansını seyre dalarken,ve seni binbir hayranlıkla izlerken sana yakışan bir anı olmak istiyordum…çünkü tüm o şeytan uçurtmalarını sevdiğin gibi…ve de gökyüzünde onu yapan ne varsa ona hayranlığın gibi benim de sana olan hayranlığımın başka başka açıklamalarını arıyordum…tüm o görüntülerinin ardında seni sen yapan ya da senden hariç başka başka açıklamalarla senden söz açan her şeyde mümkün mertebe görmeye çalıştığım onca şekillerle benzetebilmek isteğimi kamçılayan sözcüklerine takılıyordum..çünkü kamçılıyordu beni…çünkü kamçılıyordun beni..ben fütursuzca ellerimi iki yana açıp o kutsal acıyla başım dönene kadar senin bana bunu yapmanı bekliyordum…ellerimi iki yana açıp senden doğacak o kutsal ışığı tüm vücudumda hissetmek istiyordum..hadi onlara sondan bahset de gidelim artık…geç olmadı mı geceye …geç olmadı mı artık…hadi onlara istedikleri bir son hazırla…çok iyi bir adamın tüm hayatı boyunca iyi bir insan olarak yaşadığı ve de iyi bir insan olarak öldüğü o hikayeyi anlat…kendilerini iyi hissetsinler…iyi sadece bu kadar yalıtılmışsa ve de insanlar inatla iyi iyi iyi diye sinirli sinirli haykırıyorlarsa şüphe duymazlar mı…biliyorsun sende, iyi sadece buna yarıyor işte…daha net görüntüler mi elde ettiler şimdi…daha çok iyi …daha çok iyi …ah unutturacaklar sana bak ben sana söylüyorum…çünkü beynin iki lobu da sürekli iyiye konuşlanmış…nedir bu iyi nedir hadi artık söz açma onlardan…senin o parlak görüntülerinin sırrını soracaklar sana ve de seni tüm çıplaklığıyla saran ışığın kaynağını arayacaklar ve de tüm arsızlıklarıyla soracaklar sana…hadi tüm bunlara tanrı de de  kurtulalım ..tüm bunlara tanrı de ki bıraksınlar bizi…çünkü son dediklerinin karşılığı olsa olsa tanrı olabilirmiş gibi onlara…ve de seni saran tüm o sözcükler olsa olsa tanrıdan çıkmış gibi…şaşırıyorlar değil mi hala…şaşırıyorum ben hala, ki ellerimde  senin boyaların dolaşır…iç içe geçmiş görüntülerin vücutta şekil bulmuş hali gibi ….elime çizdiğin tüm o şekillerin bendeki hali gibi…mağara duvarlarına çizilen tanrıların şekilleri gibi…

gitmeliyiz…hadi tüm bunların aslında olmadığını söyle … kurtulalım onlardan…şimdi sana küçük kırmızı haplar verecekler…kurtul onlardan..

 Görüntü,görüntüler…birbirinin içine geçmiş inceden sızan kesik ama güçlü görüntüler…birbirine aldırmaz ama bir o kadar da birbirinin tutku esiri görüntüler… görüntü,görüntüler bir mağara duvarında senin ellerime çizdiğin tanrının görüntüleri…








Dolunay kavgası



Bir şeylerin ruhunu kapatmasına izin verdin hep. Oysa hiç göründüğü gibi sert değildi duvarlar, içinden geçebiliyordun. Oysa hiç mükemmel değildi insanların döndürüp durduğu şu dolaplar, sen hep çizginin dışına taşmazsan üstüne gelmeyeceklerini düşündün. Sanki ardındaki binlerce cinayeti başkalarından gizliyor gibiydin. Ruhunun içini bir görseler her şey sona erecekti. O durmaksızın yükselttiğin duvarların seni hep koruduğuna inandın. Ama şimdi hepsi gözünün önünde tek tek yıkılıyor. Çırılçıplak kaldığını hissediyorsun. Bazen daha güzel geliyor değil mi insana… Yüklerinden kurtulan bir sandal gibi daha hızlı ama daha nazlı, dalgaları eteklerinde hissederek yürüyorsun.

Kırılan kalbini seviyorsun değil mi. Çünkü sen onu tek başına ağladığın gecelerin şahidi kıldın. Kendi ellerinle parçaladın onu. İlk darbeyi nasıl ellerinle vurduysan, son darbe de senden gelsin istiyorsun artık, bir başkasından değil.
Bu gece dolunay var… Bu kendi kendine konuşmaların sebebi bu değil mi? Bir de şu bitmek bilmeyen Ağustos… Bir de gelecek güzün eskisi gibi kalbini okşamayacağı korkusu. Hepsi üst üste geliyor. İnsanların yaralı gülüşleri seninkine karışıyor. Bir adam görüyorsun, gülüşü yüzünü yırtar gibi bakıyor sana. Onun yüzünü yırtan gülüş, seninkini bıçaklıyor.

Sonra, “ herkes aynı,” diyorsun. Herkese geçmişinden çıkardığın kirli bir anıyı pay biçip yüzüne en olmadık acınası gülüşü yakıştırıyorsun. Oysa sen geniş kahkahaları seversin.
Ne kadar da yalnızsın. Ne kadar da ıssız bir ormana dönmeye hazırsın. Çekip gidecek bir şehir hayal ettin hep. Sularında salındığın bir deniz sonra… Sanki seni hiç terk etmeyecek bir şeyler vardı onda…
Boş sızlanmalar bunlar. Bugün kilitli sandığından çıkardığın eski mektuplarının yakılma günü. Bugün küflü kalbindeki göz göz odaları boşaltıp içini ateşe verme günü. Bugün suya atılmış bir bıçak darbesi canını yakmadan yarına bakmayı becerebildiğin ilk günün. Bütün bunları sana ne hatırlattı? Telefonun diğer ucunda o vardı değil mi? Hastaydı biraz. Yorgundu. Yanında olmak istiyordun. Onun için daha çok şey yapabilmek. Ama senin tüm kaslarını eline geçirmiş o yıkılmışlığın izin elinin kimseye uzanmasına izin vermiyordu. İçine ay ışığı düşsün diye beklemekten başka çaren yok. Gerçek bir acın bile yok aslında. İç sıkıntılarının sahteliğiyle savaşırken bir yandan, durmaksızın içini kemiren şu kaçak hüzün peşini bir türlü bırakmıyor. İçini oyup duran ızdırabı sen bile kendine anlatamazken diğerlerini nasıl inandıracaksın? Geride duruyorsun o yüzden. Mutluluk ya da mutsuzluk üzerine düşünmeyen sessiz bir gölge gibi, çevrendekilerin hayatında yerli, yerine oturtulmuş bir eşya gibi kayıtsız kalarak varlık gösteriyorsun. Acın içinde patlıyor oysa. Telefonda ona haykırmak istiyorsun. Seni ne kadar sevdiğini apaçık etsin istiyorsun. Neden seni daha içten sevemiyor? Sen neden sahip olduğun hayatı daha içten sevemiyorsun? İçin neden bu kadar çorak? Çünkü kimi sevsen vadiyi çöle döndürdü değil mi. Sen de böylece vazgeçmek için hazır nedenler bulursun kendine.
Oysa oturup denize şiir yazardın eskiden. Birilerinin gözlerinin hayali için kendinden geçip başka bir aleme varırdın. Gidenleri beklerdin. Evet, hiçbir şey olmazdı sonunda, olmayacağını da bilirdin ama yaşadığını hissettirirdi bunlar sana. Şimdi karanlık gözlerinin üzerinde yorgun bir şilep gibi geziniyor bir acının taşıyıcıları.

Beni hep uzak şehirlerin son duraklarında bekleyen o gölge bakışlı adama sesleniyorum bazen. Onu en son içinden nehirler geçen bir şehrin en sakin su kıyısında gördüm. Birlikte kâğıt gemiler yüzdürecektik. Birlikte başka hikâyelerin güzel yanlarına inanacaktık. Benim elimde kırık bir Şarlo heykeli olacaktı. Şarlo’nun bilgiç gülümsemesini yüzümüze yakıştırıp, bu dünyanın tüm acılarına aynı anda gülecektik. Nehir bize bir şarkı söyleyecekti, oturup dinleyecektik. Ellerimize bakıp sevinecektik. Üzerindeki çizgilerle gurur duyacaktık. Geçtiğimiz tüm yollarda gördüklerimize değecek bir anı yakalayıp ondan şehirler kuracaktık. Ellerimizi de düşlerimiz gibi sevecektik. Heykelin kırık parçasını suya bırakacaktık. Dünyadan henüz umudunu kesmemiş sürgün göçebeler izimizi bulacaktı böylece. Yağmurlar tüm kentlere eskisi gibi yağacaktı. Yaşadığımız birçok şey eskisi gibi güzel olacaktı.
Yemin ederim olacaktı, az kalmıştı, çok yakınındaydık. Bütün bunlar ayak seslerimizi dinliyordu. Derken birileri su kıyısını zihninin haritasından sildi. Şehrin gerisinden gelen ışıklar yıldızları sildi. Her şey bir toz bulutunun altında ziyan olurken, ellerimdeki dikenleri fark ettim bu gece. İşin kötüsü Tanrı artık benimle konuşmuyor. Tanrı harflerimi çaldı ve geri vermiyor. Yıldızlar uykularımı böldü, sesini çıkartmıyor Oysa ben güzelliğe teslim olmayı seven biriyim. Sadece sorularım var. Aklımı kurcalayan bir sürü ayrıntı, kalbimi her gece kundaklayan bir sancı. Beklemekten yorgun düşmüş gözlerimin altında henüz birileri gelip yağmalamadan inanmak için beklediğim bir sürü mum yanığı… Anlatamıyorum. Sesim çıkmıyor. Sesim yorgun bir balıkçının ellerindeki nasır kadar gerçek değil artık. Bir yerlerimi kessem kanım bile akmayacak belki.
Dolunaya bakıyorum. Biri gelip içimi açıp baksın istiyorum. İçimden eski kral mezarları, yıldız tozları, atlas burçları, batık şehirler çıkacak. İçimden belki de mucizelerin en güzeli çıkacak Dolunay, neden bana aşılmaz sarı ışıklarınla içimi yontar gibi bakıyorsun? Soru sorduysam cevap ver, ya da bir şarkı söyle, ya da bas küfrü ve sillesi sağlam ellerini görelim. İstiyorsan kahrolası bir şişe cin için kavga edelim seninle. Kafamız gözümüz yarılırken yıldızlar senin arkandan tezahürat yapsınlar. Benim arkamdan o adamlar, o yolunu kaybettikleri için yatağıma düşen adamlar küfre dursunlar. Yeter ki benden çaldıklarını geri versin tanrın. Yeter ki insanlar senin hakkındaki asılsız hurafeleri değil benim içimden çıkan yıldız tozlarını kullanarak geçirsinler bundan sonraki cinnetlerini. Yeter ki o sıcacık bir gülüş emanet etsin bana. Rüzgâr o su kıyısını eski haline getirsin. Silinen ışıklar yerine dönsün, kayan çizgiler yerine otursun tekrar. İçimden bu kadar uzak bir yerde haritasız yaşlanmaktan başka bir şeylerde versin hayat bana.

Benim ona verdiklerimin yanında nedir ki?

bilinçli bilinçsizlik, bilincin bilinçsizliği ya da godspeed you! black emperor




kişisel bir müzik yazısı olacak bu ama şunları yazmadan önce anladım ki daha geniş bir yazı olacak bu da doğal aslında çünkü müzikten bahsediyoruz... şarkılarını dinleyeceğimiz grubun adı godspeed you! black emperor ama yazı boyunca her seferinde bu uzun ismi anmamak için bir kısaltma kullanacağım ve grubumuza gy!be diyeceğim... bu arada grubun adının çok uzun olduğunu düşünenler için belirteyim gy!be' nin şarkıları adlarından çok çok daha çok uzundur : ) şimdi yazının başında anahtarlarımızı veriyorum ki sonra yazı okundukça aramızda bir anlaşılamama sorunu olmasın... aslında grup hakkında yazı yazmak için tüm şarkılarını dinlemek istiyordum yani bir konu hakkında söz söyleme etiği biraz buna bağlıdır gibi geliyor bana, öte yandan şöyle düşündüm ki bir tek şarkının bile hatta bir şarkının bir notasının, bir tek cümlesinin bile milyar tane hikayesi yazılabilir böyle düşününce de elimde gerekenden daha fazlası olduğunu düşündüm ve yazmaya başladım böylelikle... elimde gy!be ' ye ait dokuz şarkı var ( sleep - static - storm - east hastings - moya - providence - antennas to heaven - rockets fall on rocket falls - blaise bailey finnegan III ) ve grup elemanlarının o güzelim fotoğrafları ve yarım bir ingilizcem de var ama grubumuzu dinlerken ya da onlar hakkında duyumsadıklarımı size dile getirirken bu yarım ingilizceyi göz ardı edeceğim, ya da baktınız ki çok gerekti ben sizin için bir parantez açıp orda bu yarım ingilizcemle size yardımcı olmaya çalışacağım, böylelikle "ingilizce bilmiyorum ben bu grubun adının anlamını bilemedim şarkılarını dinlesem hiç bir şey anlamam" gibi agresifliklerin de önünü kesmiş olayım çünkü şu anda ben de ingilizce bilmiyorum... ee şimdi o zaman aynı dilde konuşabiliriz...


kara büyücü
hani hatrınız gereği önce gy!bemiz hakkında biraz -benim de başka kaynaklardan edindiğim- teknik bilgiler vereyim 1976 yılında Mitsuo Yanagimachi isimli bir japon sinemacımız, the black emperos olarak bilinen motorsiklet çetesini anlatan siyah beyaz belgesel bir film çekiyor. filmin orijinal adı da goddo supiido yuu burakku emparaa ve filmin adı sonuç olarak ingilizceye godspeed you! black emperor olarak çevriliyor ve bu belgesel filmin adı da kanadalı grubumuza ilham kaynağı oluyor. burda, bu belgeselin grubumuza neden ilham kaynağı olduğunun anlaşılmasını sağlayacak bir de ayrıntı vereyim mitsuo yanagimachi 'nin bu siyah beyaz belgesel filmini merak edip izleyenler görecekler ki bu filmde japon rock şarkılarından da örnekler bulunuyor. buradan gy!be dinlerken neden bazen donacak kadar üşüdüğümüzü de anlayabiliriz çünkü grubumuz kanadalı ayrıca şu sonucu da edinebiliriz buradan gy!bemiz de bizim gibi filmleri ve rock müziği seviyor : ) belki de bu yüzden film gibi müzikler yapıyor... burda bir ayrıntı daha vereyim gy!be' nin bizim listemizde bulunan şarkılarından birinin east hastings, 28 days later filmine de ilham kaynağı olmuş ve filmde de bu şarkının bir parçası kullanılmıştır, yani öyleymiş... ilham doğurucu gy!bemiz bizim...
şimdi teknik bilgilerimize devam edelim.... grubumuz 1994 yılında üç kişi tarafından doğuyor ve grubumuza godspeed you! black emperor (yolun açık olsun! kara imparator) adı veriliyor. şimdi, dikkatinizi çektiyse grubumuzun adında bir de ünlem işareti var. Meraklıları için bu ünlem işaretine dair de küçük bir ayrıntı vereyim, bu ünlem işareti daha önce grup adının sonunda yer alıyormuş yani şöyleymiş godspeed you black emperor! bu ünlem işareti daha sonra ortaya alınmış, okuduklarımdan anladığım kadarıyla da grubun sadece son albümü ünlemin yer değiştirdiği yeni adıyla çıkıyor... yani ünlem işareti üç albümden sonra değiştirilmiş ama "yolun açık olsun"a vurgu yapılmasından sonra sadece bir albüm yola çıkabilmiş... nerde kalmıştık, evet grubumuz kanada'nın montreal kentinde kuruldu, grup kuruluyor ama ilk albüme kadar grupta eleman değişikleri yaşanıyor, sürekli değişen ve artan grup elemanı sayısı bir defasında yirmi kişiye bile ulaşıyor ve son olarak da dokuz kişiyle yollarına devam ediyorlar. ilk albümleri 1994 yılında kaset olarak çıkıyor ve bu kaset sadece 33 adet basılıyor... işin ilginç yani grup bu ilk demoyu tekrar yayınlamıyor, yani yeryüzünde bu 33 şanslı kişinin dışında bu ilk demoyu dinleyen ya da dinleyebilecek olan kimse yok... şimdi, albüm konusuna gelebildiğimize göre grubumuzun albüm listesini aşağıya kopyala yapıştır yapacak olursam albümlerinin adları ve çıkış tarihleri sırasıyla şöyle:
1) All Lights f**ked On The Hairy Amp Drooling - Demo [1994]
2) 'F#A#oo' [1997 - 1998]
3) Slow Riot For New Zero Canada - E. P. [1999]
4) Lift Your Skinny Fists Like Antennas To Heaven [2000]
5) Yanqui U. X. O. [2002]
tabi bu kadar uzun olan grubumuz sadece albüm çıkarmakla kalmıyor ve birçok yan çalışma da yapıyor ben bunlardan en önemlilerden ikisini vereyim fly pan am, a silver mt. zion. diğer projelerini burada vermiyorum ve merak edecek olan arkadaşlarımızın merak seviyesine bırakıyorum ya da şimdi burada bir nefes alalım, bende bir açıklama yapayım, bu yazıda albümlerin sadece isimlerini vereceğim, ama gy!be' nin ilgili albümleriyle ve grup elemanlarıyla ilgili daha ayrıntılı bir başka yazı daha yazmak istiyorum, ve bu ayrıntıları bu öteki yazıya bırakıyorum...

21. yüzyılın korkulu rüyası
şimdi birazdan geleceğim gy!be' nin nasıl dinlenildiğine ama gy!be' den doğrudan söz etmeden önce onların yaptığı müziğin anlaşılabilmesi açısından seneler önce olmuş bir olayı anlatacağım size... seneler önce bir arkadaşım psikiyatriste gidiyor, psikiyatristi de bu arkadaşımıza rüyalarını ertesi gün uyandığında bir günceye kaydetmesini ve kendisine getirmesini istiyor... arkadaş bana bunu söylediğinde ben şöyle bir ürpermiştim, çünkü kendi üzerime alınmıştım, şimdi ben bir gece rüya görsem ve ertesi gün oturup bunları yazmaya çalışsam ne hissederim diye düşünmüştüm... dondurucu soğuklukta bir suda saatlarce çırılçıplak beklemek gibi ( gy!be' nin şarkılarını dinlemek gibi ) yapabilir miydim, yok yapamazdım, o zaman bu kadar sıcakkanlı değildim henüz, üstelik suya girsem gitmek istediğim derinlik boyumu aşardı bunun da farkındaydım, şöyle ki çok bir derinlik gerektiren bir eylemdi bu ve ben henüz kısacıktım, soğuk sulara yazlıklarımdan göz süzüyordum öyle... her neyse şimdi bu olaydan söz etme nedenime gelelim, rüyalar dedik rüyalarımız diyeceğim şimdi de, rüyalarımız bizim bilinçaltımızın kağıt gemileri yani böyle bakalım onlar kağıt gemiler ve onların üzerinde bizim aklımızdan doğan bir sürü karalama işareti var ama o işaretlere, karalamalara baktığımızda, o yazıları okumaya çalıştığımızda hiçbir anlamları yok ya da aslında bize öyle geliyor yani anlamları var aslında ama biz onları görmemeyi, okuyamamayı seçiyoruz yani reddediyoruz... ertesi gün uyandığımızda net bir şekilde hatırladığımız rüyalar o karalamalarımızdan okuyabildiklerimiz ( okumak istediklerimiz ) oluyor, okuyamadığımız öteki gemiler sularda öyle belirsiz ve sır vermez devam ediyor yol almaya ama hala bizdeler, aklımızın içinde bir yerdeler başka bir deyişle bilinçaltımızdalar...
rüyalarımızın bilinçaltımızdan doğduklarını söyleyebiliriz... bunun dışında uyumadığımız zamanları düşünelim yani diyelim sabahleyin uyanıyoruz geceyarısına kadar ayaktayız hani işte o uyanık olduğumuz zaman parçalarında da bilincimizin yanında bir de bilinçaltımız var yaşayan ve bilinçaltımız genellikle karanlıktır, bulanıktır, aslında karanlıkta bırakılır, bulanık bırakılır demek daha doğru olur... peki bilinçaltımızı neden karanlıkta bırakıyoruz ve kafamızın içinde durmadan bir bulanıklık taşımamıza rağmen neden bu bulanıklığı netleştirmeye çalışmıyor ya da o karanlığı aydınlatmaya çalışmıyoruz da onları olduğu gibi kabullenmeyi seçiyoruz... bunun nedeni sınırlarla ve netliklerle örülü kesin çizgileri olan bir dünyada yaşıyor olmamız, şu yazdıklarım ve birazdan yazacaklarım bu yüzden sizi rahatsız da edecek tıpkı gy!be' nin yapmak istediği gibi ve hazırsanız okumaya ve dinlemeye devam edin yoksa başka bir zaman okumanızı ya da dinlemenizi öneriyorum bünyeniz hazır değilse diyerek bilinçaltımızın kapılarını açıyorum...



gy!be bizim için uykuya yatmış ve rüya görüyor, bizim için bir bilinç yaratmış ve o bilinçaltını görüyor, ben ilk kez "sleep" ismindeki şarkılarını dinledim ve "sleep" uyku demek ya, dedim ki bu nasıl huzursuz bir uyku böyle... sonra dinlemeye devam ettikçe "hımm" dedim bu şarkı rüya gibi, rüyalarımız gibi, şarkının adı o yüzden "sleep" sanırım... şimdi grup elemanlarının fotoğraflarına bakıyorum yani bu kadar çok güzel insanlar niye diyorum böyle çok rahatsız ( ama öte yandan da böyle çok yaratıcı ve çok mükemmel ) bir uykuya yatmış... parantez içinde sebebi de söylemiş oldum aslında... gybe genel olarak sözsüz bir müzik yapıyor ama bazı şarkılar içinde filmlerden alınmış monologlarla veya diyaloglarla karşılaşıyoruz ( bir sokak rahibinin kıyametle ilgili verdiği vaaz, rhode island'da bir benzin istasyonundaki anons ve fransızca şarkı söyleyen bir grup çocuğun sesleri) ve bu sözler müzikle öyle iç içe geçmiş ki birbirinden ayıramıyorsunuz, sanki ruhani bir atmosfer yaratıyor, bu da insanı daha deli eden bir şey, gy!be diyor ki, akıllığından uzaklaş biraz şöyle delir ki aklın başına gelsin... genel olarak sözsüz müzik yapıyorlar deyince aklıma albümlerinden birinin içinde ( slow riot for new zero kanada - ep' de) yer alan sözleri geldi onu da paylaşayım sizlerle:
"arkadaşlar! sessiz ordular kuralım ve onların cam gökdelenlerini yıkalım "


karanlık ayna, güçlü yüzler

şimdi diğer şarkıları neler söylüyor biraz da onları hikayeleştirmeye çalışayım, söyleyeceklerimi ben söylüyorum ama üzerime de alınmayacağım yargılayan olursa çünkü gy!be bana bunları söylüyor ben de size onları aktaracağım, o zaman başlasın hikayeler diyerek biraz gy!be' nin bizden istediği gibi bilinçaltlarımızı açalım artık diyorum, hazırsak eğer... ve static şarkısına geçiyorum, şimdi, bilinçaltlarımızda neler var ve kendi bilinçaltımıza baktığımızda ya da bir başkasının bilinçaltındakilerle karşılaştığımızda ya da biri bizi bilinçaltımızla yüzleştirmeye ittiğinde ya da tam tersi biz birine bunu yaptığımızda, bu neden çoğunlukla ürkütücü geliyor yani "çok rahatsız hissettim yahut çok rahatsız oldum ya da çok rahatsız ettim" diyoruz genellikle böyle zamanlarda ve genellikle neden uzaklaşma isteği duyuyoruz öyle insanlardan ya da uzaklaşılıyor işte bizden. bilinçaltımızda bizim irademiz dışında üreyen hayallerimiz ( fantezi demek daha doğru olur aslında ), katillerimiz, psikopatlarımız, sapıklarımız, işte ne bileyim bilumum toplumdan saklayıp sakındığımız yaratıklarımız yaşıyor.

kesin kuralları olan bir toplumda yaşadığımız için bilinçaltlarını gün ışığına çıkarıp bunlardan memnun bir şekilde yaşayanlar (somut anlamda kullanacağım) deli ya da sapık ya da katil ya da psikopat ve türevleriyle adlandırılıyor ve cezalandırılıyor... şimdi burada bir sağlıksızlık var demek ki, sorun sadece bilinçaltını ortaya çıkarmak mı yoksa bilinçaltında neler olduğunu bilip onu gün ışığıyla bilinçle barıştırabilmek mi... şarkının burasında yine diyaloglar giriyor ve fonda o hüzünlü keman sesi... tamamen bilinçaltıyla yaşanamaz, öyle olduğunda az önce sözünü ettiğim sağlıksızlık hali doğacaktır yoksa ve bu da kişinin kendisinden öte çevresindekilere de zarar vermesine neden olacaktır... o yüzden bilinçaltını görüp onu kabullenip bilincin katsayısını özgür bırakmak ve arttırmaktan yana olduğumu söyleyeyim tıpkı gy!be gibi... düşmanımızı iyi tanırsak onunla nasıl savaşacağımızı da biliriz... deliliklerimizi bilirsek onları sevebileceğimiz delilere dönüştürebiliriz... yani çöplerimiz var ya da karalamalarımız var diyelim ama onları dönüştüreceğiz evirip çevireceğiz ve mükemmel bir şeye dönüşecek sonra o çöpler ya da karalamalar, tıpkı gy!be' nin yaptığı gibi yapacağız tamam mı
: ) yani hem rahatsız ediyorsunuz hem de rahatsız etmiş olmaktan da rahatsızsınız, bir de hayatın boynuna keman sesi üflüyorsunuz bu yüzden...

şimdi okudunuz ya yazdıklarımı kimse üstlenmiyor mu içinde katillerin, sapıkların, psikopatların, faşistlerin ya da türevi hastalıklı ruhların olduğuna, gy!be dinlemelisiniz öyleyse, dinlemelisiniz ki size yüzyılların tarihini, psikolojisini anlatsın, dinlemelisiniz ki o büyük yalanlara edilen o büyük küfrü duyasınız, gy!be savaşların, cinayetlerin, kurbanların, psikopatların, sokakların, ülkelerin, dünyanın aklınıza gelebilecek ve hatta bilinçaltınıza sakladığınız için aklınıza gelmesine izin verilmeyecek nice hazin hikayesini anlatacak size... gy!be gerçeğin, o korkunç gerçeğin destanını sunuyor bizlere ve -blidness (körlük) filmini izleyenler daha iyi anlayacaktır şu söyleyeceğimi- her yeri öyle aydınlatıyor ki müzikleri, kafanızın içini ve dünyadaki diğer insanların kafalarının içini öyle net görüyorsunuz ki, her şeyin ve herkesin içinde taşıdığı o yalanı öyle derinden duyuyor ve anlıyorsunuz ki, tekrar kör olmak istiyorsunuz, tüm o tanımlar, kalıplar, kurallar ve duvarlar yerle bir oluyor ve bununla da kalmıyor. yaptıkları müzik çok uzun çünkü, çok çok uzun ve devam ediyor söylemeye, "kendinle yüzleştin diyor, biliyorum her şeyi yıktığımı sanıyorsun şu anda ama daha söylüyorum bak" diyor, "daha söyleyeceklerim var" diyor... yaptıkları müzik önce bu yıkım duygusunu yaşatıyor bize çünkü, insanoğlunun aslında ne kadar korkunç bir gücü taşıdığının farkındalar, insanın istediği zaman nasıl korkunç bir katil, nasıl korkunç bir düzenbaz, nasıl korkunç bir yalancı, nasıl korkunç bir yaratık olabileceğini görmüş ve bu gücün yaratıcılığının tüm bu korkunç şeylere değil de güzel korkunç şeylere neden olabileceğini anlamışlar...


bilinçaltı rahatsızlık örnekleri, paranoyak psikoloji



şimdi listedeki diğer şarkıları dinlemeye başlıyorum sırayla ve burda bir açıklama yapayım gy!be' nin şarkı süreleri 20 dakika ve üzeri zaman aralığında olduğu için ben biraz genel yaklaşımlardan söz etmek istiyorum, yani düşünün 20 dakika boyunca ne kadar çok birbirinden farklı duygu ve düşünce üretilebilir bu yüzden bana da yazık olmaması açısından : ) yazının geri kalanında yoğunlaştırılmış ve bilinen durumlardan bir sözcük seçkisi yapacağım gy!be' ye yaklaşabilmek için... geçiyorum şimdi bu rüya konusuna, rüyalarda aşk da var doğal olarak ve aşk bir yadsımadır ( ve tabi daha bir sürü şeydir tabi ama konumuz o değil şimdi ), evet elimize bir aşk olgusu alıyoruz şimdi ve bir insanın zihnine koyuyoruz onun yansımasını, şimdi bu olguya apaçık bakalım, ay gibi düşünün yani sadece aydınlık olan yüzünü değil de karanlık olan yüzünü de göreceğiz, rahat ettirdiği değil de rahatsız ettiği yanıyla da bakacağız yani.. hem herkesin de çok sevdiği bir kelimeyi seçtim örnek vermek için : )

şimdi diyelim ki bir sevgiliniz var ya da evlisiniz, öte yandan bir büyük kalabalığın içinde yaşıyorsunuz ve bu sırada bir sürü güzel insanla daha karşılaşıyorsunuz, öte taraftan bir inanç geliştirmişsiniz diyelim ki ben ona sadık kalacağım, sadık olacağım diyorsunuz ya da bunu kendiniz de demiyorsunuz da içinde yaşadığımız toplumsal yapı size bunu söyletiyor ya da bunların hiçbiri bir durum yok ortada siz hiç sadakat filan düşünmeden bir birliktelik yaşıyorsunuz bir insanla yani bunlardan herhangi biri bir durum var diyelim ki ve diyelim ki çok çok güzel bir şeyle karşılaşıldı -ve müzik azalıyor burada ve sonra yavaşça yeniden başlıyor sesler- o güzellik bir çekim yarattı bilinçaltınızda, şimdi burda bir bilinçsizlik durumu oluştu yani istemdışı bir rüya gelişti, bunu fark ettiniz ve yukarda söylediğim durumlardan herhangi birinin içinde olduğunuz için hemen ittiniz bu rüyayı kafanızdan, yasakladınız kendinize o rüyayı görmeyi, ya da bastırdınız o duyguyu diyelim, şimdi burda bir yalancılık söz konusu, o anı, o rüyayı gördünüz ama üç maymunu oynadınız kendinize, hani diyelim ki sevgiliniz de biraz ötenizde bulunuyor ve o anı o da farketti, o da üç maymunu oynadı, sizin bu yalan söyleme(me) olayını çok uzattığınızı düşünelim ve sevgiliniz de sizin oyununuza katılmaktan vazgeçti ve isyan ediyor ve size sizin yerinize bilinçaltınızda oluşan o anı fark ettiğini söylüyor, rahatsız olacaksınız, çünkü sizin görmek istemediğiniz bir şeyi getirip sizin gözünüze sokacak, yani yakalandınız. işte gy!be ' nin yaptığı tam olarak bu, bütün yalanlarınızı getirip kulağınıza sokuyor.

şimdi aynı örnekten devam edeyim yine o tür bir an yaşadınız ama sevgiliniz bu kez biraz ötenizde bulunmuyor yani sizi kimse seyretmiyor, ve fark ettiniz yine kafanızdaki düşmanı diyelim, burda bir sürü seçenek var, yine reddedebilirsiniz çünkü sizi bekleyen biri var biliyorsunuz, sahiplenebilirsiniz rüyanızı karşınızdakinin de o rüyaya katılma ihtimali olabilir, ama böyle olduğunda birini aldatmış olacaksınız ve kendinizden doğandan daha büyük bir yalan söyleme durumu çıkacak ortaya, gülüp geçebilirsiniz, düşünecek başka bir konu bulabilirsiniz ne bileyim kalkıp uzaklaşırsınız oradan ya da daha bir sürü şey, şimdi burda da doğru davrandığınızı sanıyorsunuz ama yine olmadı, çünkü gy!be vardı orada ve sizi izliyor, dinliyordu, haberiniz yoktu...

o rüyayı hemen görmek isteyenler, görmenin ötesini düşünemeyenler "aldatma" dediğimiz durumu yaşıyorlar, o rüyayı reddedenler, başka bir konu düşüneyim birazdan unuturum nasılsa diyenler büyük bir yalanın başlamasına neden oluyorlar, bastırılmış her duygu düşünce ürünü eninde sonunda başka bir şekilde kendini su yüzüne çıkartacak ve sonunda o küçük an kendinizi anlamak için ayırmadığınız o düşünme süresinden çok daha fazlasını alıp götürecek sizden, çünkü kendinizle yüzleşmeden bir reddetme durumu yaşıyorsunuz, bu da gerçek bir davranış olmamış oluyor... ve gy!be dinlerseniz bir gün siz de ilk örnektekiler kadar acı çekeceksiniz önce...

şimdi son duruma geçeyim, o rüyayı sadece görmekle kalmayıp onunla barışarak bilinçüstüne yükseltebilenler gy!beyi çok rahat dinliyorlar yani tamam ben bir rüya görüyorum ama uzun sürmeyecek bunun bilincindeyim, birazdan da sabah olacak, sabah olduğunda da yanında uyanmak istediğim kişiyle uyanmak istiyorum diyebilenler ne kendilerini ne de sevgililerini "aldatmamış" oluyorlar... burada müzik yeniden duyulmaya başladı, sanki türkçe bir şarkının müziğine benziyor, burda bilinçli bir rüya oluştu yani hem görürüm hem de uyanırım durumu... burada bir huzur var ve şarkının tonu aynı düzeyde sürüyor bir süre... bu yüzden bence, bilinçaltlarımız rahatsızlık verse de hatta bize çok acı verse de -burada artıp azalıyor müziğin tonu- onlara eğilip onları anlayıp onlarla yüzleşip -burada müziğin tonu çok yükseldi- onlarla barışıp daha sonra da mutlaka uykudan uyanmak gerekiyor, rüya seçilirse o rüya görülmeye devam eder ya da tamamen uyanırsınız bir başka rüya sürer, ama bunun bir bilinci olmuş olur, yani güzel olur, değilse bilinçli hale getirilmemiş hiçbir güzelliğin öteki sabaha güzellik olarak yol alabileceğini sanmıyorum, zaten bütün güzelliklerin hepsine birden sahip olmak isteyenler çirkinleşecektir ve o güzellikleri de çirkinleştirecektir gibi geliyor... bazen, "sen böyle güzelsin sen böyle kal" demeyi bilmek gerekiyor etrafımızdaki güzelliklere... bir de sen hiç gy!be dinledin mi diye sormalı : ) artık...


karanlık aynanın sırrı

şimdi ben genel bir konuyu anlatmak için bir rüyayı bir durumu örnek verdim, yani her şeyi ayrı ayrı konu etmek yerine birçok konuyu anlatmak için aralarından bir tek örnek seçtim, bu örneği sevmeyenler içine aşk koyduğum o bilincin-bilinçsizliğin yerine bir cinayeti ya da tecavüzü de koyabilirler ya da daha başka herhangi bir olguyu, yani gy!be' nin şarkıları niye mi uzun diyorum çünkü diyorum rüya boyunca hissedilebilecek tüm iç ritimleri tüm bilinçaltı hisleri bir arada verebilmek istiyor öte yandan insan ömrünün bir altmış yetmiş yıl olduğu düşünülürse bir şarkı ne kadar uzun olursa olsun bütün bir ömrün bilincini anlatmaya yetemeyeceğinden gy!be yoğunlaştırılmış koyu kıvamda bir müzikle çıkıyor karşımıza ve şunu da söylemek gerekirse yapabileceğinin en iyisini yapıyor...
şimdi konuyu anlatırken cümleleri biraz uzun tuttuğum için kısa cümlelerle bir özet yapalım. yazımızın başlığından da anlayacağınız gibi gy!be bilinçli bir bilinçsizliği ya da bilincin bilinçsizliğini getiriyor bize... yoğunlaştırılmış, koyu kıvamda bir müzik yapıyor... şarkılarının içinde aklınıza gelebilecek tüm insani duygu ve duygusuzlukları taşıyor... katilleri, kurbanları, psikopatları, tecavüzü, işkenceyi, ölümü, ölümsüzlüğü, serserileri, aşıkları, sokakları, evleri, savaşları, barışları, uykuları, uykusuzlukları, ne bileyim daha böyle bir sürü şeyi bir sürü korkunç ve korkunç derecede güzel şeyi bir arada duyuruyor ve bu yüzden gy!beyi ancak bu tür şarkıları dinleyebilecek güce sahipseniz dinleyebiliyorsunuz... unutmadan söyleyeyim, gy!be' nin yaptığı müzik hiçbir tanıma sığdırılamadığı için bir sürü tanım yapmaya çalışmışlar en çok kabullenilen yaklaşım gy!be'nin post-rock icra ettiği yönünde, ben de kendimce biraz da olsa gy!be' ye yaklaştığım için bir tanımlama yapmaya çalışırsam, gy!be rock'un postunu yere sermiş ve o postun üzerinde ayakta uykuya yatmış bir gruptur diyebilirim..
bu yazıda size bir sürü sır verdim, işte gy!be' de bunu yapıyor, müzik yazısı, gy!be yazısı dedim ya, gy!be yukarda söylediklerimin tümünü ve çok çok daha fazlasını söylüyor bize... o yüzden müziklerinde çok çok büyük huzursuzlukların yanında çok çok büyük bir huzuru da hissediyoruz, çok çok büyük katliamların yanında çok çok güzel canlılar arasında da dolaşıyoruz, bu yüzden o çok güzel yüzlü insanlardan böyle çok rahatsız edici duygular da yayılabiliyor, bu yüzden sanat diye bir şey var, bu yüzden deliler var, akıllılar biraz daha rüyalarının ya da kabuslarının nedenini anlasın diye onlar deliriyor ama anlayan yok o başka, nasıl delirmişsin gy!be, iyi ki delirmişsin, seviyorum seni böyle, her zaman dinleyemesem de baktım ki bilinçaltımdan kaçmaya başladım yine dışarısı yüzünden, baktım ki gene dolaşmışım tellere, yalanlara, dönüp seni dinleyeceğim ki hatırlat bana gerçeği... gy!be dinlemenizi ama özellikle böyle zamanlarınızda dinlemenizi öneriyorum.. ve akıllı biri şöyle bir söz etmiş bir zamanlar s. m. power diye bir adam bu ve "rüyaları gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır" demiş... ben de şunu ilave edeyim ki baktınız ki gereğinden fazla süre uyanık kaldınız, gereğinden fazla süre uyanık bırakıldınız, bol bol uyuyup rüya görün ama uyanma evresinde de gy!be dinleyin ki tekrar uyanabilesiniz... işte, ben de öyle diyorum... hazırsanız uyanın diyor gy!be ama eğer gerçekten hazırsanız, bu uzun korkunç gerçek uykuya, bu uzun korkunç gerçek üşümeye ve bu uzun korkunç güzel güçlenmeye de hazır olun çünkü gerçekten uyanmak için bu uzun korkunç gerçek uykuya ihtiyacınız var... çünkü uzun korkunç gerçek güzellikler ancak böyle uzun korkunç gerçek uykulardan doğacak diyor... ve daha neler diyor neler ama bu gece benden bu kadar... bir dahaki sabaha kadar iyi sleepler ve bol bol east hastingsler diliyorum size...

zebercet bandosu ya da beirut ya da ooff of!




bu kez söze nereden başlayacağımı gerçekten şaşırdığım bir yazıyla baş başayım, elimden geldiği kadar nedenini anlatayım bunun size ki yazı boyunca aklınız çok karışmasın istiyorum... beirut zach condon' un öncülüğünde oluşturulmuş bir müzik grubu... yazıyı yazma amacım da size onların müziğinden söz etmek, şimdi burada bir sorun oluştu; çünkü grubumuzun adı beirut, böyle olunca benim aklıma bir sürü "beirut" geliyor bunun da ötesinde şöyle de bir konu var ki bunlar sadece benim aklıma gelen beirutlar, düşünün ki oraya dair izlemediğim nice film, dinlemediğim nice müzik var... bunu söylememin sebebi de şu, ben birazdan bazı şarkılardan ve filmlerden kısa kısa söz edeceğim ya da en azından bu şarkıların, filmlerin, müziklerin ve hatta kitapların adlarını vereceğim ve belki sizin de kendi beirutlarınız olacak aklınızda dolaşan ve bu yüzden yazının en başından bu yazının beirutlarının mutlaka ki eksik kalacağını söylemek istedim... şimdi burada bir süreliğine müziğin sesini kısalım ve beirut' un bizi dolaştırdığı sokaklara bakalım önce... ezginin günlüğü' nün bir şarkısı var hatırlıyor musunuz "ey şehir sen yoksun" diyen o mis şarkı... hatırlamanız gerek ya da nolur biri hatırlasın : ) çünkü bu şarkının adı da beyrut ve sözlerini de mırıldanalım ki günlerdir sokaklarda dolaşan bu yolcu yazı da başlasın yazılmaya artık : )

bu yol bir şehre giderdi
güneşin tutuştuğu
denize batmış güle

mavi ıslak gecelerde
ne sevgiler açardı
dünya menekşe bahçesinde
alev alev

ey şehir!
sen yoksun

uyudun uyandın
büyü bozuldu
bir kapı kapandı geçmişe

toprak yok artık,
su yok!
sevinç telaş yok!

ey şehir sen yoksun!

bu kıyıda bir ağaç yeşerdi
sedefin toprağında
diz çöktüm aya

bir masal vardı bu şehre dair
sütü bal koyuluğunda
gözleri kara

uyudun uyandın
büyü bozuldu
bir kapı kapandı geçmişe
ey şehir!
sen yoksun

bu şehir hangi şehir... işte ikinci beirutumuz... şarkılara ve şiirlere ve filmlere ve kitaplara ilham kaynağı olan bu hazin mutlu şehir, lübnan'ın başkenti olan ve günleri bombaların beşiğinde ninnilenen beirut... hani bazı şehirler, bazı özel yerler vardır ki buraları akıl almaz acıların ve akıl almaz masalların annesi gibidir, tıpkı babil'in asma bahçeleri gibi yahut alamut kalesi gibi... içinde efsaneler taşır bazı şehirler, bazı özel yerler ve efsaneleriyle anılırlar buralar, izli bir tarih, gizemli, sihirli bir masal dolaşır havasında ve kısacık yaşamlarımız sonlanmadan önce, oraları görebilmek için delice hevesler duyarız, işte beirut böyle bir şehir... babil'in asma bahçeleri dedim, alamut kalesi dedim, okuyanlar anladı mı -ne diyorum?- bilmiyorum ama sözü "semerkant" ve "doğunun limanları" gibi eşsiz kitapları yazmış olan amin maalouf' a getireceğim, söz buraya geliyor çünkü amin maalouf da lübnan'ın beirutun 'da doğmuş bir yazar ve doğu'nun limanlarından biridir beirut, yine ömer hayyam' ın ve hasan sabbah' ın ve alamut kalesinin içinde dolaştığı kitap da semerkant' tır...
1970’lerde doğunun paris' i olarak anılan beirut, çoğumuzun hayalinde o büyülü yıkıntılarıyla yer bulurken, kimimizde de tuhaf bir merak duygusuna sebep olan tarihsel olaylara ev sahipliği yapmış bir şehirdir... bitmek bilmeyen savaşlar yüzünden durmadan yakılıp yıkılan ama hala yaşayan bir şehir... düşünün ki sabahları bomba sesleriyle uyanıyorsunuz; evinizde, ailenizde sizden başka sağ kalan olmayabiliyor, sevdiğiniz, sevmediğiniz nice insan kanı akıyor her doğan güne, bütün anılarınız, tüm kişisel tarihiniz, çocukluğunuzun, gençliğinizin geçtiği sokaklar, evler bombaların arasında yerle bir oluyor ve giderek kanıksıyorsunuz bu manzarayı; kanıksamak zorunda kalıyorsunuz hayatta kalabilmişseniz eğer ve diğer canlı kalabilenlerle biraraya gelmek zorundasınız sonrasında; yıkıntılar arasında, belki altı yaşında çocuksunuz, diğer altı yaşındaki çocukları, onların ellerini arıyorsunuz ve bulabilirseniz bir benzerinizi, onunla el ele tutuşmuş hayret ve korkudan dümdüz ve dimdik yürüyorsunuz yıkılmış bir şehrin ortasında... ağlayamıyor ya da çığlık atamıyorsunuz çünkü biliyorsunuz kimse gelmeyecek, kimse istese de gelemeyecek sizi avutmak ya da susturmak için donup kalmışsınız kanların ortasında ama elleriniz tutunmak zorunda, ayaklarınız yürümek zorunda ve artık altı değil altmış altı yaşındasınız bir anda...
diğer beyrutumuz da yine lübnanlı ve yine büyülü bir sese sahip olan feyruz'un "le beirut" isimli şarkısı... "le beirut" yani "beirut'um" diyor o güzel feyruz, lübnan'ın başka bir şehrinde doğan ama sonrasında ailesiyle beirut' a taşınan ve orada yaşamaya başlayan feyruz, 1975 - 1990 lübnan iç savaşı sırasında da ülkesini terketmemiş ve çalışmalarına burada devam etmiştir... sözleri rodrigo' nun gitar konçertosu üzerine yazılan "le beirut" şarkısı da lübnan iç savaşına hitaben söylenmiş, israil'in lübnan'a girmesinden sonra da lübnan'ın tüm radyolarında bu şarkı (ağıt-marş) çalınmıştır:
selam sana yüreğimin derinliklerinden
ey beyrut!
kabul edin bu selamımı, ey denizler, evler
ve eski denizlerin yeni yüzü çöller...
o ki
benim halkımın hamurundan yoğrulmuştur,
ekmeğim, içkim, yaseminim...
ateşin ve dumanın tadı nasıl oldu?
beyrut! seni terk eden delidir,
ey beyrut!
el üstünde tutulacak şehirsin sen
ey beyrut!
kapısını kapattı beyrut;
kendisini sabah akşam el üstünde tutacak
ve güzel günlere taşıyacak insanlara
sonra bir başına kaldı sabah akşam
ve gecelerde...
benimsin sen ey beyrut!
benimsin
halkımın kanayan yarası,
analarımın akan gözyaşısın.
benimsin sen ey beyrut!
benimsin...
benim beirutlarım bu kadar, bunun dışında kaynakları okurken iki önemli filme rastladım ve izlemem gereken filmler listesine ekledim... onları da yazayım size, ilki tarantino'nun kamera asistanlığını ziad doueri'nin yönetmenliğini yaptığı lübnan' da iç savaşı konu alan 1997 lübnan-almanya ortak yapımı batı beyrut (west beyrouth) isimli film... ikinci filmse sevindirici doğrusu çünkü türkiye' den bir yönetmenin didem şahin' in hazırladığı bir belgesel film bu ve ismi de “beyrut'a gittiğimi anneme söylemeyin” ve bu belgeselin gerçekten çok güzel bir çekilme hikayesi var ama yazımızın asıl konusu dağılmasın diye anlatmayacağım bu hikayeyi hayır ama bence bu filmler izlenmeli mutlaka bu kadarını söyleyeyim : )
rakamlara vuralım konuyu biraz, düşünün milyarlarca insan, dünyanın her köşesinden milyarlarca insan aynı anda ellerindeki beyaz güvercinleri gökyüzüne bıraksın, hayal edin nasıl bir beyazlık saracak göğü, nasıl beyaz bir barış kanadı ki çırpınacak içinizde, bütün o kapkara savaş kanatlarını silip götürecek; yüzyıllardır süregelen savaşların ve tüm o dinmeyen acıların toprağından fışkıran ana sütü gibi... unutmadan, unutamadan geçmiş acıları, geleceğe hayat vermek... insanlar gelecekte aynı kara sütle beslenmesin diye aynı anda göğe doğru uçurmak tüm beyaz güvercinlerini yüreklerimizin... bir gün olur mu böyle inanılmaz bir zaman hala bilmiyorum ama bu hayal, bunun gibi hayaller bugün işte, bunca insanın bunca güzel müzikler, bunca güzel filmler, bunca güzel kitaplar üretebilmesini sağlıyorsa -buna neden oluyorsa- hala umut var demektir, hala "barış" denilebilir...
artık heyecanlanabiliriz, tuhaf bir hüzünle keyiflenebilir döne döne dönebiliriz, sanki ellerimizden tutmuş bir büyük annemiz, bir büyük babamız, bir büyük sevgilimiz bir büyük sevdiğimiz, bir büyük sevenimiz, bir büyük oyun arkadaşımız; döne döne dönerken, etrafımızdaki dünyanın nasıl başka türlü göründüğüne şaşırabiliriz, en mutluyken, en güzel duyguluyken birdenbire gözyaşlarına boğulabilir, sevinçten ağlayabiliriz... o mutluluğu elde edene dek çekilen acılar yorgun gözlerimizden, gülümseyen dudaklarımıza düşer şimdi, beirut'u dinlemek döne döne dönmek gibi, dünyanın merkezinde dönerken döne döne seyretmek gibi tüm dünyayı ve bilgiden kaynaklı bir baş dönmesi sezilirse bu yazıda yahut olur ya sizin başınız dönerse duyduklarınızdan, bilinsin ki bu beirut 'un şarkılarının kabahati...
şimdi ben bu yazıya başlamadan önce birkaç günümü yoğun olarak beirut dinleyerek ve beirut hakkında yazılan yazıları okuyarak geçirdim ve bu kadar yoğunlaşınca, şarkılarla aranızda çeşitli diyaloglar oluşabiliyor : ) grubumuz bana durmadan "hadi dışarı çık" dediği için ben de şarkılarının sözünü dinledim ve dışarı çıktım ve dolaştım sokaklarda günlerce, bu yüzden bu yazı tahmin ettiğim zamanda yazılamadı ama şu anda yazılması da daha anlamlı olacak diye düşünüyorum... hani beş altı yaşlarında tombul yanaklarıyla bir çocuk yaşından büyük ve sizi hayrete düşüren cümleler kurar ya da yaşça büyük bir insan, beklemediğiniz çocuklukta bir ifade geliştirir de yanaklarını koparasınız gelir, içinize öyle değişik bir sıcaklık yayılmasına neden olur bu erken bilmişlik ya da bu geç sevinmiş içtenlik... beirut şarkıları böyle bir his bırakıyor insanda ve bu şirret şirin ve bu insanı kendi evinden neşeyle kovan güzelim şarkılar henüz yirmili yaşlarını süren grubumuzun kalp solisti zach condon' un marifeti...

dedesi bir caz müzisyeni olan ve çocukluğundan beri emir custurica filmleri ( ve tabi goran bregoviç müzikleri ) hayranı olan zach condon 1986'da new mexico'nun santa fe'sinde doğuyor... müzikle uğraşmaya çok küçük yaşlarda, rufus wainwright, tom waits, magnetic fields gibi sevdiği isimlerin şarkılarını çalarak başlıyor ( ki yaşça hala küçük : ) ve hatta 15 yaşına geldiğinde real people isminde bir grupla -hakkında çok fazla şey bilinmeyen- bir albüm çıkarıyor. 16 yaşında okuldan atılıyor ve avrupa seyahatine çıkıyor... amsterdam' da kaldığı apartmandaki sırbistan göçmeni üst komşusu aracılığıyla balkan müzikleriyle tanışıyor ve dinlediklerinden çok etkileniyor... avrupa' ya yaptığı bu seyahat boyunca vaktini daha çok fransa' da özellikle de paris' te geçiren zach condon, zannedildiğinin aksine hiç bir balkan ülkesinde bulunmamış ama kendisi gibi farklı kültürleri merak eden öğrencilerle ve doğu avrupalı göçmenlerle tanışmış ve evine ukelele, akerdeon gibi daha önce kullanmadığı müzik aletleri eşliğinde dönmüş... müzik zevki değişen-gelişen zach, evine döndükten sonra gulag orkestar'ı hazırlamaya karar veriyor ve yazılanlara bakılırsa, bu albümdeki enstrümanların tamamını zach cordon’ un kendisi çalıyor... kemanlar, çellolar, ukuleleler, piyanolar, mandolinler, davullar, kongolar, klarnetler, akordiyonlar... ve yine yazılanlara bakılırsa, albümün kayıtlarının tamamı zach cordon tarafından kendi evinde yapılıyor... albümünü dört ay gibi bir zamanda tamamlıyor ama albüm 2006'ya kadar yayınlanmıyor... grubun ilk kaydı jeremy barnes ( neutral milk hotel ) ve heather trost ( a hack and a hacksaw )' un katılımıyla gerçekleşiyor... ve böylece beirutumuz doğmuş bulunuyor... grubumuzda -bandomuzda- kim hangi müzik aletini çalıyormuş, burada bunları da verelim ki iyice bilinsin beirutumuz :

• zach condon - vocals, ukulele, french horn, trumpet, flugelhorn
• owen pallett - violin, organ, backup vocals
• jon natchez - clarinet, flute, melodica
• kendrick strauch - piano
• perrin cloutier - accordion, upright bass, backup vocals
• nick petree - percussion, backup vocals
• kristin ferebee - backup vocals
• jason poranski - guitar, mandolin
• paul collins - bouzouki

beirut' un yaptığı müzikleri tanımlamak için de diğer çok çalışkan müzisyenlerde ve müzik gruplarında olduğu gibi birden fazla tanım kullanılmış, grup için kimileri, organik balkan soundunu destekleyen armonik bir grup demiş... kimileri grubun folk, indie(bağımsız) rock ve daha bir sürü müzik türünü balkan ya da latin amerika ezgileriyle harmandıklarını söylemiş, biz zach cordon' a sorarsak o kendi müziğini 'göçebe yahudiler' olarak adlandırıyor... zach condon' un ana enstrümanları trompet ve ukulele imiş ve gitarsız kurulan grup, mandolin, ukulele, saxophone, keman ve glockenspiel gibi enstrümanlardan oluşan bir orkestrayla müziğini şekillendiriyor imiş : ) zach condon'un kendi müziği ve grubuyla ilgili yorumu ise şöyle imiş:

"paris' den bir trompet, bir farfisa org ( bir çeşit elektronik org ), akordeon, piano, ukelele ( gitarın daha küçük ve 4 telli versiyonu ), mandolin, glockenspiel ( küçük zil sesi veren kanun şeklinde vurmalı bir alet ), keman, çello, tef, 12. sokakta aldığım bir hava-kaynaklı org, komşularım tarafından hediye edilen bir kongo davulu... new mexico üniversitesi'nden çaldığım bir bozuk mikrofon..."
ve gelelim grubumuzun albümlerine... önce albümlerin adını vereyim sonra da bu inanılmaz albümlerden ve şarkılardan biraz daha ayrıntılı söz edelim diyorum...

gulag orkestar ( 2006 )
the flying club cup ( 2007 )
ep'ler:
lon gisland ( 2007 )
pompeii ep ( 2007 )
elephant gun ep ( 2007 )
march of the zapotec ( 2009 )

beirut' un ilk albümünün adı gulag orkestar, ben burda gulag kelimesi üzerine de birkaç şey söyleyeyim, gulag sovyetler birliği' nin stalin döneminde oluşturulan çalışma kamplarına verilmiş bir isimmiş... burdan şöyle bir sonuç çıkarıyorum, zach condon şarkılarını bir yol şarkısı olarak düşünürsek, o yürüyor, gördüklerini topluyor ve yolun sonunda da tüm görüp yaşadıklarını birleştirerek bütünsel bir yol günlüğü oluşturuyor... ve yolları yürürken sokaklarında dolaştığı ülkelerin, kentlerin, eyaletlerin önemli tarihi olaylarını, yurt özlemlerini, aşklarını, mutluluklarını, hayallerini, kederlerini yani insana ait ne varsa işte hepsini, her şeyi topluyor ve bunu yaparken yalnızca bugünü değil geçmişi de seyrederek yürüyor ve yaşına göre oldukça ağır sayılabilecek büyüklükte evrensel duygu ve düşüncelerin sahipleniciliğini üstleniyor... gulag orkester albümündeki şarkıların adlarına dikkat edecek olursanız çoğu, almanya'ya ait eyaletlerin, kentlerin isimlerini taşıyor, ki bu tür isimler taşımayan öteki şarkıları bile derin bir hüzün ve derin bir hayalkırıklığının izlerini taşıyor... güzel olan şu ki bu bir ordu içerisindeki bir askerin disiplinli yürüyüşü değil henüz yirmili yaşlarında, ellerini kollarını neşeyle sallayarak dünyayı dolaşan bir gencin ve onun yol arkadaşlarının müziği... ve zach cordon kendisi hiç istemese de kendisine asla izin verilmese de hayaller kuracağı ve yine kendisi hiç istemese de kendisine asla izin verilmese de umutlu olacağı kadar çok genç ki duyguları, düşünceleri, içinden geçtiği onca acılı tarihin içinden kara bir neşeli ışıkla sızıyor her şarkısından dışarı... ve bu arada beirut gulag orkestar albümü çıktıktan sonra bir turneye de çıkmış ve hatta 2007 yılında türkiye' ye de gelmiş, radar live festivalinde de sahne almış, haberimiz olmamış : )

beirut' a amatör bir grup diyebiliriz sanırım, çünkü oldukça neşeliler : ) oldukça alçakgönüllüler ve samimiler... izlediğim çoğu videosu da sokakta amatör kayıtlarla çekilmiş videolar... elephant gun adlı şarkının zach' un şirin bir bıyık taktığı hoş bir klibi var, sanırım ep'lerinden birinin daha bir klibi varmış başka da profesyonel olarak çekilen videoları var mı bilemiyorum... bir bakıma etnik müzik yaptıklarını söyleyebiliriz ama etnik dersek hangi etnik diye sormak gerekecek, müziklerinde yoğun olarak balkanların etkisi görülse de daha daha bir etnik beirut' un müziği, o yüzden bence "dünya" müziği yapıyorlar demek daha doğru olur, çünkü zuch condan somut olarak da yollara düşmeye ve dünyayı gezmeye devam ediyor, yaşını da göz önüne alırsak dünyanın her yerini dolaşmasına yetecek kadar zamanı da var, gittiği her yerden o yerlerin müzik aletleri ve müzik kültürüyle döndüğünü de düşünecek olursak yani işte biz beirut için "dünya müziği" yapıyor diyelim, öyle olsun... bu albümdeki şarkıların her biri birbirinden güzel, zaten gulag orkestar bir ilk albüm olmasına rağmen çoğu ülkede oldukça hayranlıkla karşılanan bir albüm olmuş, benim özellikle sevdiğim şarkılar var ama herkesin özellikle sevdiği şarkılar kendisine diyelim (diyemedim rhineland (heartland) ) the gulag orkestar ve postcards from italy' inin de çok sevildiğini biliyorum ki bilmeseydim de okuduklarım bildirirdiler : ) o yüzden onları sevdiğimi ayrıca belirtmiyorum ve hiç yazı uzayacak filan diye düşünmeden albümlerindeki şarkıların isimlerini de tek tek vermek istiyorum, hepsi tek tek öğrenilesi, dinlenilesi şarkılar çünkü:

the gulag orkestar – 4:38
prenzlauerberg – 3:46
brandenburg – 3:38
postcards from Italy – 4:17
mount wroclai ( idle days ) – 3:15
rhineland ( heartland ) – 3:58
scenic world – 2:08
bratislava – 3:17
the bunker – 3:13
the canals of our city – 2:21
after the curtain – 2:54

ikinci albümleri the flying club cup. albümün adına bakar mısınız ne denir ki bunun üzerine daha : ) insanın içinden ıslık çalıp elleri ceplerinde sokak sokak dolaşmak geliyor. sanki o koca dünya bir oyuncak yuvarlağa dönüşmüş, her adımda bir ülkeye varıyorsunuz o kadar küçülmüş dünya şarkıların arasında bir düşünün... bu güzel albümümüzde de benim her keyifsizliğimde açıp dinlediğim bir cliquotim var yine benim de çok sevenlerine dahil olduğum nantes' li bir nostaljimiz; büyük büyük atalarımızdan kalmış sapsarı güzpgüzel aile fotoğraflarımız, mutlu anılar anımsayışları hüzünlerimiz var... hani bilirsiniz anımsamak mutlu da olsa hüzünlüdür çünkü o günleri tekrar yaşama olanağınız ya da olasılığınız yoktur. yalnızca fotoğraflarda ya da videolarda ya da en önemlisi hafızanızın bir köşesinde kalmıştır o anlar ve yalnızca hatırlama biletiniz vardır elinizde... bundan başka albümümüzde tatil günlerini deniz kenarında geçiren bir sunday smile' ımız var... kumsalda oynayan çoçuklarımız bir beirut kalesi yapıyor bu kez o küçük kovalarıyla... ondan başka bir nefis in the mausoleumiz var ama böyle şarkıları tek tek saydığıma bakmayın yine her biri birbirinden harika, inanılmaz şarkılar, dinlediyseniz siz de bilirsiniz ya da dinleyince ne demek istediğimi anlayacağınızı sanıyorum... bir de albümün genelinde bir fransız etkisinin hissedildiği yazılmış bir yerlerde, albümde kullanılan müzik aletlerinde, albümdeki şarkı isimlerinde de bu etki görülüyor ve yine şarkıların içinde de fransızca konuşmalar yer alıyor ve zaten zach cordon bu albümleri için “1900lerde, 1920lerde paris’te bir uçan balon festivali’ ndeymiş gibi bir benzetme de yapmış... dinledikçe bıkmıyorsunuz beirut' tan, dinledikçe hayran kalıyorsunuz dinlediklerinize ve dinledikçe daha bir anlıyorsunuz zach cordon' un büyüklüğünü... kumsalda kayalıklar arasında oturmuş denize karşı elinde kendi boyundan büyük devasa bir zebercet taşı vuruyor bir başka değerli taşa onu sesler yayıyor evrene ve çok sürmüyor bando arkadaşları da katılıyor ona ve yolların boynunda böyle değerli böyle ışıl ışıl bir dünya kolyesine dönüşüyor zebercet bandomuz... müzik böyle yapılır solist böyle olunur bando dediğin budur diyor ve onların bu hüzünlü neşeli yürüyüşüne katılmaya çağırıyorum sizleri de... ve niye, sokaklar keyiflesin dünya biraz daha güzelleşsin diye...

a call to arms - 0:18
nantes - 3:50
a sunday smile - 3:35
guyamas sonora - 3:31
la banlieue - 1:57
cliquot ( zach condon, owen pallett ) - 3:51
the penalty - 2:22
forks and knives (la fête) - 3:33
in the mausoleum - 3:10
un dernier verre (pour la route) (zach condon, kendrick strauch) - 2:51
cherbourg - 3:33
st. apollonia - 2:58
the flying club cup - 3:05


heyecanlanamıyorsanız blonde redhead tehlikesi kırmızısı baştan sarışın



hani biliyoruz, çocuklar doğarken, ebeveynler neler hissediyor, aile nasıl bir kurumdur ve her anne baba kendi çocuğunu nasıl “özel” görür... peki her anne baba böyle görüyor da hani kendi çocuğunu öte yanda şöyle atasözlerimiz de var “kargaya ya da kuzguna yavrusu şahan ya da şahin görünürmüş” ya da ne bileyim “kirpi yavrusunu pamuğum diye severmiş”

şimdi bu konuyu biraz daha açalım sonra da hemen sözü çok uzatmadan blondered head hakkında söyleyeceklerimize geçebiliriz... şimdi karga ya da kuzgun niye böyle görünüyor ve görünen doğru mu onu biraz karıştıralım... böyle görünüyor çünkü insan insanın parçasıdır, yakınınızda olanlar daha hayati parçalarınızdır o yüzden yakınlar daha güzel gelir ama hala aslında uzaklar da güzeldir siz bakmasanız ya da bakmayı unutsanız da orası da güzel ve her ebeveyn için kendi çocuğu “özel” dir dedik ya hani, çünkü gerçekten doğan her çocuk “özel” dir...
bunu niye söyledim çünkü sanat biraz budur, tüketime karşı üretilen her türlü üretim özel ve güzel ve değerlidir... birileri bir yerlerde yaşamı tüketirken durmadan, siz biraz müzisyen, biraz yazan, biraz okuyan, biraz sorgulayansanız (ki çoğaltılabilir bu böyle gidebilir) ; bu hayata bir şey doğuransanız, gerçekten de özel ve güzelsiniz demektir... bütün çekirdekler ayçiçeği olma niteliğini taşır ama çocukların içinde yetiştiği koşullara göre o çekirdek ayçiçeği değil de karbuz olabilir ya da patates olabilir ya da kabak olabilir ya da biber ya da ne bileyim olması umulandan başka bir evlat yetişiverir bazen... bakmışsınız yirmi yaşına gelmiş mesela diyelim ki... sizin onu doğurduğunuzda onu sandığınızdan ya da ondan umduğunuzdan bambaşka bir ürün olmuş çocuk, siz de şoka girmişsiniz mesela, niye ama hayretler içinde kalıyorsunuz ki, olabilir evet, çekirdeği siz dışarınıza yetiştirdiniz ama o da bi kendisi çekirdekti kendi çekirdeğiydi sizin çekirdeğiniz olmasının yanında...

sanırım anlatabildim demek istediğimi, her doğan insan yavrusu aslında ne bileyim bir kahraman tohumudur ve gerçekten çok özeldir ama özel tohumlar özel koşullarda güzel yetiştirilemiyorsa ya da yetiştirilmesine izin verilmiyorsa, tarla ayçiçeği yetiştireceği yerde çalıdikeniyle ya da yabani otlarla doladabilir... tarlamıza bakmazsak o otları ayıklamazsak, seçmezsek, güneşi ne kadar, suyu ne kadar, ne bileyim toprağımız nefes alacak ne kadar, her şey olabilir, her şeyin olmasını değil de bir şeyin olmasını istiyorsak bu bizim elimizde, şarkılarımız kaç yıllık olursa olsun hala o tarla duruyor her şey aynı yerinde duruyor hiç bir şey bir yere kaybolmuş filan değil baktığınız anda her şeyi bulabiliriz...
bütün bunların bir müzik yazısında ne işi olabilir şaşkınlığı için hemen açıklamamı da yapayım, grubumuz ebeveynlerini dehşete düşürebilecek dehşet güzelliğinde melankoli ve acı tohumu serpen bir grup ve onları dinlerken kalbinizi sökebileceklerini unutmayın... eğer kalp sandığınız organın yerinde bir ayrık otu varsa mesela ya da tarlanızdaki ürünlerinize dadanan herhangi bir böcek ya da yararsız bir ot varsa işte duyan yanlarınızda, blonde redhead’ın şarkıları onların hepsini sizin yerinize sökecek ve onlar şarkılarıyla kalbinize ya da kulaklarınıza bu işlemi yaparken, duyularınızı yerlerinden tamamen çekip almalarını istemiyorsanız, şarkıları dinlemeye başlamadan önce kendinize biraz gelmeniz gerektini, kendimize biraz gelmemiz gerektiğini hatırlatmak istedim...
grubumuz 70’ li yılların sonlarına doğru ilk olarak dört kişi tarafından kurulmuş ve ilk albümleri de bu dört kişi tarafından hazırlanmış, ama grubun solistlerinden biri (maki takahashi) daha sonra grubumuzdan ayrılmış, grubumuzun daha sonraki halini oluşturan üç kişimiz kimdir diyecek olursak grubun bayan solisti (grubun yarısı) japonya’ dan kazu makino ve italyan ikiz kardeşler simone pace ve amedeo pace
listeme blonde redhead’ den altı şarkı atıyorum öncelikle... sonra başka şarkılarını da dinleyeceğim ama en çok bu altı şarkı üzerinde durayım şimdilik, bir de bu şarkılar da yetmez, blonde redhead’ı anlatsan anlatsan bitemez... ben burda azıcık değineyim biraz; siz de ben de yazıdan sonra da grubumuzu dinlemeye devam edelim sonra nasılsa...

ilk olarak “sw” şarkısıyla tanıştığım grubumuz, yüksek duygular için geliştirilmiş bir grup gibi, yani hani yükseldiğinizde, sizinle aynı yükseklikte bir şarkı dinlerseniz bu size ne kadar nerede olduğunuzu hatırlatıyor, bilinciniz yerine geliyor... insan da böylece “hımm ben çok yükselmişim tamam biraz aşağıya, hadi birazcık” filan diyebilmiş oluyor yani denge sağlayıcı şarkılar yapıyor blonde redhead, harika şarkılar yapıyor : )
ikinci şarkımız “falling man” ben bu şarkıya aşığım, ki dinlerseniz belki siz de olursunuz : ) ne bileyim sahiden çok güzel söylemiş solist... çok güzel başka ne diyeyim çok güzel olunca insan aşk duyuyor yani öyle oluyor şarkıya karşı... “bana aşık olabilirsin” şarkısı gibi “ben düşüyor görünürüm ama seni düşürürüm ateşe” diyor sanki hınzırlık var gibi
“misery is a butterfly” misery ne demekti bakıyoruz hemen, sefil demekmiş hay allah, neyse işte, missery is a butterfly yani ne diyor bize bu şarkıda harika sesli solistimiz (sahi kazu’nun sesi ayrı bir güzel en güzel onun sesi grupta bence; acımsı bir tonu var ama acayip hülyalı bir ses aynı zamanda) sefil bir kelebek ne derse bu şarkı da onu söylüyordur sanırım ama dediğim gibi kelebeğin kendisine sefil diyebilmesi gerçekçiliği var ortada bu da ne demek şu demek ki gerçek daima güzeldir, ne kadar kötü bir hali varsa olsun gerçek güzeldir.
“bipolar” isimli şarkıları adını bir duygudurumdan alıyor, bipolar latincede çift kutuplu anlamına gelen bir kelime yine bu kelimenin hastalık diye anılan bir de bipolar bozukluğu var insanları bozmuşlar yine doktorlarımız, neyse işte, bipolar da blonde redhead’ ın diğer parçalarında olduğu gibi heyecan oranı yüksek bir şarkı, koparıyor, tutuyor, sıkıyor, derbeder ediyor... güzel güzel sesleriyle bir güzel olduğumuz halleri bizlere belli edip; bölünmüşlüklerimizi anlamamızı sağlayarak kendi gerçeklerimize ve bütünlüklerimize doğru uğurluyor bizi bu güçlü şarkımız da...
hımm geçiyoruz nefret duygumuza da bir adet şarkı yapmışlar blonde redhead lar... neydi bu şarkımızın uzun adı “hated because of great qualities”, “öfkelisin ama şu şu yüzden sen böyle böylesin” şarkısı sanırım bu şarkı ve grubumuzun çok sevdiğim şarkılarından bu şarkı da ve elbette yine solistimizin o muhteşem sesi ne diyor mutlaka dinleyelim

altıncı şarkımı boş bırakmıştım şimdi de onu seçelim dinlediğimiz diğer şarkılardan... hım şöyle yapıyorum altıncı parçamı elimde kalan blonde redhead parçalarının tümü olarak kabul edip bu şarkıların adlarını sayıyorum ve yazıyorum buraya: 23-- astroboy -- for the demaged -- melody -- pink love-- maddening cloud--elephant women -- dr. strangeluv -- a cure -- doll is mine
yaptıkları müziğin portishead’ i anımsattığını söyleyenler olmuş ki bu doğrudur, ayrıca ben şarkılarını dinlemek için listeye attığımda blonde redhead’e artı olarak radiohead’ in “let down” şarkısını da hediye ettim kendime ve dikkat ettiyseniz bu üç grubun da bir başı var yani kafasız değiller... web siteleri de gerçekten çok güzel ve değişik reklamını da yapmış olayım www. http://www.blonde-redhead.com/ bu arada yazıları hazırlarken halkın sözlüğü sandığımız ekşi sözlüğü kullanıyoruz, oradan birileri okur belki bu yazıyı artık reklam almasanız ne kadar güzel olur diye düşünüyorum, hani zaten onca güzel sözlük yazarınızla zaten ne kadar zenginsiniz, para da kazanmayıverseniz olmaz mı yani reklam filan içimiz soğudu... neyse bir de burada grubumuzun albüm adlarını da verelim,

1993 blonde redhead
1995 la mia vita violenta
1997 fake can be just as good
1998 in an expression of the inexpressible
2000 melody of certain damaged lemons
2000 melodie citronique (ep)
2002 fake can be just as good (japonya bonus parçaları)
2004 elephant woman (single)
2004 misery is a butterfly
2004 equus (single)
2005 the secret society of butterflies (ep)
2007 23

şimdilik bu kadar olsun, bir de belirteyim şarkılarda sevgi sıralaması yapmadım, zaten dinleyenler grubumuzun işte tüm şarkılarının ne kadar birbirinden heyecanlı ve güzel olduklarını biliyordur, grubu henüz bilmeyenler ve ilk kez dinleyecek olanlar için de ben şunu da söylemiş olayım, yüksek sesle dinlerseniz bazen kalbinizin sıkışması filan mümkün onun için hani birden baktınız ki çok daraldınız şarkıyı pat diye kapatın birden, bir uyarı olarak bu da burda dursun... karşımızda gerçekten çok sağlam yalan söyleyen bir grup var... şarkı adları neyse o adın genetiğini bozuyor grubumuz, zaten grup, adını d.n.a isimli bir başka müzik grubunun bir şarkısından almış... mesela “pink love” şarkısı diyelim ki böyle “oo pembe aşk ne kadar hoş” filan diyor ya dinleyince o pembe aşk nasıl bir pembe kız aşkı anlıyorsunuz, dinlersek anlayabiliriz evet : )


kanat kuşları




“kuşlarım kanatlarım” dedin
ben bir teller ormanında dizüstü çökmüş
ateş yakıyordum, yakmaya çalışıyordum

"kuşlarım geceleri de uçacaklar” dedin
“görebilecek misin,," ateşi yakmalıydım
sonra karanlığa çekilecektim

pürler topladım uzaklığından gecenin
ormanı yanlışlıkla tutuşturmamak için
taşlar dizdim ateşin etrafına

sen bir gök kırığından bana bakıyordun
gülümsüyordun kalbimin şaşkın işçiliğine
ateşi yakıp uzandım sadelenmenin otlarına
o sonsuz sevgili karanlığına baktım
o sonsuz sevgili gecelerin

bir yıldız kanatlarına tünedi senin
kuşların, benim güzelliğim

matt elliott ya da kuş dili ya da özgün müzik ya da yalnız adam ya da lacivert perdeler




hani çocukluğumuzda çoğumuzun konuşmaya çalıştığı bir dil vardı, kuş dili derdik ona ve kişiden kişiye farklı türevleri de vardı bu dilin yani dile getireceğimiz kelimelerin içine kendi seçtiğimiz bir harfi eklerdik ve anlaşılamayacağımızı sanırdık : ) başkaları tarafından... ve eklenen bu harf değişiyordu kişiden kişiye göre ama kurulan dillerin mantığı aynıydı, kelimelerin arasına eklenen gizli -sanılan- özel bir harf... bu yazıda matt elliott' la tanışacağız ve yine kişisel bir müzik yazısı olduğu için teknik bilgilerden ziyade onun müziğinin bize yaşattığı hislerden söz edeceğim sıkça ve evet, matt elliott gizli -sandığı- notalarıyla yaramaz bir çocuk gibi en özgün kuş diliyle konuşacak bizimle... ve onun yarattığı bir başka dünya var, o yüzden müzik listesine onun şarkılarını eklediğimizde, dışarıda yağan yağmuru, dışarıda esen rüzgarı, kargaşayı, kavgaları, bütün iyi ve kötü ve bütün var olma halleriyle bütün o dışarısıyı dışarıda bırakacağız; çünkü matt elliott kendi yağmurlarını, kendi rüzgarlarını hazırlamış bize ve onun dünyasında gezinebilmek için onun dünyasına yoğunlaşmamız gerekiyor, ama gerçekten yoğunlaşmamız gerekiyor... ve tüm pencereleri kapattım bu yüzden internet dünyasının o soyut pencerelerini öncelikle ve odamın somut pencerelerini sonra... ve ne zor bir yazı oldu bu, bilseniz... bizim için özel anlamlar taşıyan kişilerden, müziklerden, filmlerden, kitaplardan ve işte diğer konulardan söz ederken daha mı çok zorlanıyoruz, ne söylesek eksik kalacak sanki ve bu bilinçle yazmak ürpertiyor insanın içini ama yine de işte yollar çağırdıkça durulmuyor, susulamıyor ve zor da olsa çıkıyoruz o özel ve güzel yollara...

yazıya başlamadan önce, internette onun hakkında araştırma yapacaktım ama tahmin ediyordum matt elliott hakkında çok şey bulamayacağımı çünkü yerinin bulunmasını çok da istemeyen bir adam ve bir müzik bu... tıpkı o kuş dilindeki kelimelerin arasına eklenen gizli -sanılan- o özel harf gibi ve beni matt elliott' la tanıştıran the kübler ross model' i ilk dinlediğimde o kadar heyecanlanmıştım ki, duyabileceğini düşündüğüm insanlara hemen yollamak istemiştim o şarkıyı, aşk gibi demiştim heyecanla, aşk gibi... sonra "o kadar mı yani, sen abartıyor olmayasın" gibi tepkiler dahi aldım ve o yüzden ataol behramoğlu' nun şiirini hatırlattım kendime ve hatırlattım böyle diyenlere : ) de:

yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

insan saatlerce bakabilir gökyüzüne
denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
kopmaz kökler salmaktır oraya

kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

insan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
insan balıklama dalmalı içine hayatın
bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana


ve şarkıyı dağıtımımdan bir gün sonra dedim ki kendi kendime -belki de duyduğum sözün kırılmışlığıyla işte- ben paylaşmak istemiyorum bu şarkıyı kimseyle, ben dinleyeyim onu sadece, kimse bilmesin bu şarkıyı ve ancak çok çok çok önemli durumlarda bilinsin bu şarkılar, işte böyle bencilce hislere neden olduğu için internette araştırma yaptığımda matt elliott' un hakkında çok bilgiye ulaşamayacağımı da biliyordum... ama aradığım bilgi kulaklarımda ışıldıyordu zaten bir acayip küpe gibi kulaklarımdan büyük... bu bilgi, müziklerinde matt elliott' un ve onun hakkında çok daha fazlasını bilmenin çok da gereği de yok aslında ama ben size yine de onu az da olsa tanıtmak için birkaç teknik bilgi vereceğim... ve ama ve elbette hayır, bencillik yapamıyoruz, yayılsın istiyoruz o güzel ne bulmuşsak, bulabilmişsek en fazla bir gün sürebiliyor bencilliklerimiz... ve dönüyor gülümsemelerimiz duygularımıza...

bir şarkıyı dinlerken, bir şiiri okurken daha kısacası sanatsal ürünlerle ilişki içindeyken nasılız, ya da yaşarken işte, nasılız... gerçekten yoğunlaşarak mı yapıyoruz yaptığımız şeyleri yoksa yaptığımız her şey baştan savma mı aslında... ruhumuzu, bedenimizi tamamen vererek yaptığımız hangi işten alnımızın akıyla çıkamadık şimdiye kadar, bir düşünelim... bu noktada, biraz sanatsal üretimlerde bulunanlar ve ortaya çıkan sanat ürünleri üzerine konuşalım mesela... sanatçıyı bir gören ve görülen; bir soyan ve soyulan; bir izleyen ve izlenilen; bir rahatsız eden ve rahatsız eden olarak düşünecek olursak bu noktada; ihtirasla açılmış ağızlar ve tacizkar coşkular içindeki bakışların önünde şımarık bir kendini beğenmişlik ve bilmişlikle her yanını her zaman her ağıza ve bakışa sunan bir soyunma meraklısıyla; yeri geldikçe, gönlü istedikçe soyunan, canı isterse şuh notalar, canı isterse keskin lavlar, canı isterse de seyirci yuvalarına sessiz yumurtalar ya da huzursuz edici ruhlar bırakan bir sanatçının arasında önemli bir fark yok mudur... matt elliott' un fotoğraflarına bakın, videolarını izleyin, o kadar kendi halindeki o; ne coşkulu bir sevgiyle ne de kötücül bakışlarla taciz edebilirsiniz onun müziğini... o sadece çalıyor, o sadece söylüyor ve çalarken ve söylerken sizle değil zaten o ve sizden hiçbir karşılık almasa da alamasa da ya da siz hiç orda olmasanız da aslında o çalmaya ve söylemeye devam ediyor...

matt elliott, ingiltere'nin bristol' ünden bir müzisyen olarak geçiyor kaynakta... ve "karanlık folk" ya da "melankolik folk" müzik yapan bir gitarist : ) olarak tanımlanmış... yazının en zor kısmı bu oldu çünkü ingilizcem yeterli değil ve bu yüzden ingilizce bilen arkadaşlarıma danıştım ama yine de yabancı dilde çok fazla kaynağa ulaşmadım... ve yine bu yüzden size aktaracağım bilginin kendinden emin olabilmesi açısından sadece net olan konulardan bahsetmeye çalışacağım ve ben de matt elliott' u dinlemeye ve öğrenmeye devam edeceğim elbette ki onun için yabancı dil öğrenmek problem değil ama on güne her şey birden sığmıyor ne yazık ki... facebookta matt elliot / the third eye foundation (üçüncü göz vakfı) isminde hayran sayısının -belki de doğal olarak- az olduğu bir grubumuz var... benim anladığım kadarıyla -ki yanlış anladığımı öğrenirsem ileride düzeltmesini mutlaka yaparım- matt elliott 2003 yılına kadar, the third eye foundation adıyla oluşturduğu bir grupla ya da oluşumla diyelim başka müzisyen ve müzik gruplarının müziklerinin remixlerini (hem yayın hem de kayıt işlerini) yapıyor, bu gruplar ve müzisyenler kimlerdir diye sorduğumuzda da yann tiersen, mogwai, ulver, tarwater, the pastels, navigator, urchin, suncoil sect, remote viewer, thurston moore gibi tanıdığımız isimlerle karşılaşıyoruz... 2001 yılında kendi remixlerinden oluşan "i poo poo on your juju" adıyla derleme bir albüm hazırlıyor... bu albüm de yine hood, yann tiersen, tarwater, urchin, the remote viewer, chris morris, blonde redhead, faultline ve glanta gibi kimilerini tanıdığımız kimileriyle ise henüz tanışmadığımız müziklerin remixlerinden oluşmuş... anladığım kadarıyla vaktiyle massive attack ve daha sonradan yine massive attack' e katılacak olan tricky ile de çalışmış... kısacası, matt elliott 2003 yılına kadar oldukça bilinen isimlerle ortak çalışmalar yapmış ve 2003 yılında çıkardığı "the mess we made" isimli albümüyle ilk kez kendi kendisiyle çalışmaya başlamış : ) ve sonrasında da albümleri yine kendi çalışmalarıyla devam etmiş... burada matt elliott'un albüm isimlerini ve albümlerdeki şarkı isimlerini tek tek vermek istiyorum, albümlerin ve şarkıların adları benim size onun hakkında söyleyebileceklerimden çok daha fazlasını söyleyecektir sanırım... bu bilgileri uzun uzun ve hiç sıkılmadan veriyorum ki matt elliott keşfedilsin, bilinsin, gerçekten hak ettiği şekilde çok daha fazla kişi tarafından dinlenilsin...

semtex (1996)
1. sleep
2. still life
3. dreams on his fingers
4. once when i was an indian
5. next of kin
6. rain

ghost (1997)
1. what to do but cry
2. corpses as bedmates
3. the star's gone out
4. the out sound from way in
5. i' ve seen the light and it's dark
6. ghosts...
7. donald crowhurst

you guys kill me (1998)

1. a galaxy of scars
2. for all the brothers & sisters
3. there' s a fight at the end of the tunnel
4. an even harder shade of dark
5. lions writing the bible
6. no dove no covenant
7. i'm sick & tired of being sick & tired
8. that would be exhibiting the same weak traits
9. in bristol with a pistol

little lost soul (2000)
1. i' ve lost that loving feline
2. what is it with you
3. stone cold said so
4. half a tiger
5. lost
6. are you still a cliché?
7. goddammit you' ve got to be kind


the mess we made (2003)
1. let us break
2. also ran
3. the dog beneath the skin
4. the mess we made
5. cotard's syndrome
6. the sinking ship song
7. end
8. forty days

drinking songs (2005)
1. c.f. bundy
2. trying to explain
3. the guilty party
4. what' s wrong
5. the kursk
6. what the fuck am I doing on this battlefield?
7. a waste of blood
8. the maid we messed

howling songs (2008)
1. the kübler-ross model
2. something about ghosts
3. how much in blood?
4. a broken flamenco
5. berlin & bisenthal
6. i name this ship 'the tragedy' bless her & all who sail with her
7. the howling song
8. song for a failed relationship
9. bomb the stock exchange

bir yazının bu kadar mı aklı karışır, bir yazı bu kadar mı heyecanlanır, eğer sizin için gerçekten önemli olan bir müzisyenden ve onun müziğinden söz edecekseniz evet, o kadar karışıyor o akıl, yazıyı yazmaya başladığınızda elektrikler kesilebiliyor mesela, flash diski çakmak yerine kullanmaya çalışabiliyorsunuz karanlıkta, o kadar çekiyor yoğunluğuna müziğin duygusu ki alıp götürdüğü o başka yerdesiniz artık, dünyadan kopmuşsunuz o anda, elektrik mi kesilmişti oluyorsunuz, karanlıkta mıyım şu anda oluyorsunuz, bir mum bulunur böyle anlarda, yazı kaçmasın isteniyorsa akıldan, bir kağıt ve kalem bulunur filan olabiliyorsunuz eğer geri dönebilirseniz müziğin etkisinden : ) hatta bu yazının yazılma süresi o kadar uzadı ki kendi kendime gel gel yazı çok sıcak filan dedim... bu yazı başlı yazı dedim, bu yazı taşlı yazı dedim, şimdi düşünüyorum da matt elliott küstü sanki bana çünkü yazının yazılması boyunca sık sık onun müziğinin dışına çıktım ve başka güzel şarkılar dinledim... ama sonunda geri dönebildim işte ona ve onun müziğine ve sanırım beni affetti ki bu yazı şu anda yazılabiliyor artık : ) matt ellliot'un benim listemdeki şarkıları şunlar:

planting seeds
good pawn
the kübler - ross model
the failing song
c. f. bundy
the seance
the kursk
broken bones
what the fuck am i doing on this battlefield
trying to explain
something about ghosts

ben şarkı listeme bir de yann tiersen' ın "la valse d'amélie" şarkısını da ekledim fazladan, zaten matt elliott dinleyince yann tiersen' la aralarındaki akrabalığı hissedeceksiniz siz de... ve matt elliott' umuzu keyiflendirmek için böyle muziplikler yapabilirsiniz ona belki siz de benim gibi, çünkü gerçekten güzel oluyor... listemizdeki şarkıları dinlemeye başlıyoruz şimdi... şöyle mi söylenilmiş yalnızlık için ya da söylenmemiş de söylenilmiş; çay mı içiyorsun, masa örtüsüne çay mı döküldü, çay kaşıklarını çıkarıp çıkarıp çay tabağına doldurdun da kalmadı mı temiz kaşık, çok mu sigara içtin kül tablası mı doldu, çok mu karalama yaptın, canın sıkılıp sıkılıp buruşturdun da kağıtları odanın her köşesine dağıttın mı, saçların mı dağıldı taranmamışlıktan, yüzün mü unutuldu aynasızlıktan, ellerin neyi yapacağını şaşırıp soruyor mu durmadan, nerden başlasam? önce devrilen çay bardağını kaldırıyorsunuz masanın üzerinden, masanın üzerini boşaltıp alıyorsunuz masa örtüsünü ve yıkayacaksınız onu, çay bardağını ve kaşıklarını ve tabaklarını alıp hadi bakalım mutfak, günlerdir birikmiş tüm o bulaşıklar yıkanacak, kül tablası boşaltılacak ki yeni izmaritlere yer açılsın değil mi, o kağıtlar toplanacak ortalığından odanın; kimisi açılıp yeniden okunacak, kimisinden tamamen kesilmiş umut, sevilmemiş yazılanlar ya yakılacak onlar yahut çöp kutusu az ötede... bir tarak alınıp özür dilenecek saçlardan ve bir ayna belki avuç içi kadarı öncesi bir alıştırma, yavaşça alışılacak unutulmuş o yüze... peki ama bunları kim yapacak... bunları yalnızlık yapacak, kirlettiklerinizi yine siz temizleyeceksiniz, dağıttıklarınızı yine siz toplayacaksınız, kimse sizin için sabahları perdeleri açmayacak, kimse kahvaltınızı hazırlayıp size günaydın demeyecek, kimse olmayacak güne sizden önce başlayan, kimse sizin yerinize çöplerinizi toplamayacak ortalıktan...


planting seeds

yalnızlığın iki türlüsü var sanki hani biri yukarda bahsettiğim yalnızlık... içinde garip bir yakınmayla erine erine yerinden kalkan ve çoğu zaman sinir bozan bir bıkkınlıkla her şeyi ağırdan yapmanıza neden olan yalnızlık... bir de matt elliott' un getirdiği yalnızlık var, onu dinlerken tüm kapıları pencereleri sıkı sıkı kapatmak istiyorsunuz çoğu zaman... o müziği o anda sizden başka kimse duymasın, yaşamasın istiyorsunuz öyle bir bencil sevda getiriyor müziğin anlayışsızlığı, anlayışsız bir müzik çünkü, her şeyi terk et ve tamamen bana yoğunlaş diyor, her notamı iyice anla ve yaşa... işte, ikinci yalnızlığımız, kendi seçtiğimiz ve sevdiğimiz ve her anından türlü keyifler, anlamlar aldığımız yalnızlık, kimse tarafından içine bırakılmadığımız hayır, kendimizi içine tamamen mutlulukla kapattığımız yalnızlığımız... yalnız kalma isteğimizin, seçimimizin yalnız bıraktıkları; yalnız kalma isteklerinin, seçimlerinin bizi yalnız bıraktıkları... neden inciniyoruz yalnızlık denince, hani bahsi geçince onun neden inciniyoruz çoğu zaman... hepimiz bilmiyor muyuz ki yalnız da kalmak isteyeceğiz, tıpkı bir başkasının yalnız kalmayı isteyebileceği gibi... bu bir gereklilik, yalnız kalacağız ki matt elliott dinleyebilelim : ) yalnız kalacağız ki, yazma yeteneğimizi kaybetmeyelim : ) onun için kızmasın kimse kimseye, şimdi ben bu yazıyı yazıyorum diye yalnız bıraktığım ey sevdiklerim, ey benim ilgimi bekleyen zaman parçaları, ey güzel bir öteki anlamlar, bekleyin, nasılsa çıkılacak o perdesi lacivert odalardan bir gün yine, o kapı açılacak yine, günaydınlar yürüyecek koridorlarda, dönecek sabahları soğuk suları yüze çarpa çarpa yıkama iştahı, belki de yalnız kalınabildiği için dönecek hem, yalnız kalınmasa belki boğulacak birbirinde herkes olmaz mı diyorsunuz, oluyor çünkü...



broken bones ve good pawn

taşı atmak mı daha zor yoksa o taşı anlamak mı... bir kez aldınız o taşı elinize artık, belki yerlere eğilmeniz bile gerekti onu alabilmek için; küçükmüş, büyükmüş, rengi nasılmış ne önemi var şimdi, aldınız ya elinize bir kez onu, en önemlisi o... karşınızda da bir insan var diyelim ki ve ona çok kızgınsınız mesela, şöyle atşam şu taşı onun bir yanına içim nasıl ferahlar kim bilir filan öyle psikopatça hayaller kuruyorsunuz... öyle, o taş taş ama yaralayacak kadar sert ama karşınızdakinin bu psikopatça hayaldeki yeri ne o zaman; o taşı ele alan siz değil misiniz, onun ağırlığını taşıyan, hisseden siz değil misiniz aslında ve gerçekte böyle bakınca karşıdakinin o taşla ilgisi sizin onunla kurduğunuz ilgi kadar... onu elden çıkarmayı ya da birinin bir yanına fırlatmayı isteyen o vazgeçmişlik ya da kızgınlık sizin değil mi gerçekte... yapmayalım, budayalım ağaçlarımızın dallarını, bir başka ağacın nefesini daralttıkça dallarımız, birbirinden ayrı yerlere ve aralarda boşluklar bırakarak dikelim ağaç fidanlarımızı ve tohumlarımızı da aynı bilinçli anlayışla serpelim tarlalarımıza ki kimse kimsenin suyunu çalmasın isteyerek ya da istemeyerek, kimsenin dalının budağı kimsenin yemişinin gözüne batıp da mahvetmesin onu... bunu nazım' dan daha güzel anlatabilmiş kimse var mı ne demişti bize ve neye "davet" etmişti bizi işte, unuttuk mu:

dörtnala gelip uzak asya' dan
akdeniz' e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim!
bilekler kan içinde, dişler kenetli
ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak
bu cehennem, bu cennet bizim!
kapansın el kapıları bir daha açılmasın
yok edin insanın insana kulluğunu
bu davet bizim!
yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine
bu hasret bizim!


the kübler - ross model

matt elliot'un ilk dinlediğim ve aylarca etkisinden çıkamadığım şarkısı the kübler - ross model, bazı şarkıları ilk dinlediğiniz anda, onun yol alacağınız seneler boyunca bazı önemli anlarda hayatınızın fon müziği olacağınızı anlarsınız, hani o kadar etkilendim ki bu şarkıdan, videosunu da izledikten sonra keşke bu şarkıyı çalabilsem diye düşündüm, çok istedim bunu ki bilirsiniz; bilmediğiniz bir dilde söylenmiş bir şarkıya eşlik etme ya da çalamadığınız bir müzik aletini bir anda çalmak isteme heyecanı nasıldır... o dili bilmiyorsunuz ama yok inat ediyor içinizdeki heyecan; mutlaka kıpırdayacak dudaklarınız ve saçma sapan sesler de çıksa dudaklarınızdan, o şarkının güzelliğine duyduğunuz sevincin borcunu bu şekilde ödemiş olacaksınız sanki... ille katılmak isteği o duygu yoğunluğuna, ille seni anladım bak göğsüm nasıl çarpıyor heyecandan duygusu; bunu karşıdakiyle anlatabildiğimiz kadarıyla : ) paylaşabilme isteği... the kübler - ross model, yazdığım kimi şiirlerin ardında fon müziği olan bir şarkı oldu o yüzden minnetle her notasını onurlandırmam gerek sanki... bu şarkı ağaçlarla dansı yalnızlığın, köklerin hareket kazandığı; insan bedeninin, ruhunun yapraklandığı, dallanıp budaklandığı vals... kocaman bir el gökten mi uzanıyor; yoksa yeryüzü, yoksa dünya o elin kendisi mi... bir ele, kocaman bir ele dönüşüyor her şey ve soruyor size "benimle dans eder misin"... her notasında etki kelimesi, bu kelime ne kadar anlatır bu şarkıyı bilmiyorum ama her anında etkileniyorsunuz; o kadar şeffaflaşıyorsunuz ki her notası sızıyor içinize ve dokunuyor her notanıza... bu şarkı benim için bu kadar özel olunca hakkında daha fazla şey öğrenmek istedim, ve burada, öğrendiklerimi size de anlatayım kısaca... ölüm, ölmekte olan kişilerle ilişkiler, yas ve yas tutma konuları hakkında araştırmalar ve çalışmalar yapan 1926 - 2004 yılları arasında yaşamış bulunan isviçre' li yazar - pskiyatrist elisabeth kubler ross, psikayatride "kubler ross modeli" ismiyle bir model geliştiriyor... peki, kübler ross modeli nedir... insanlar büyük bir acı yaşadığında, çok değer verdikleri şeyleri yitirdiklerinde ve ölüme yaklaştıklarında ya da bir matemle karşı karşıya geldiklerinde beş aşama yaşıyor ve bu beş aşama da kübler ross modeli oluşturuyor... bu aşamalar her zaman aynı sırada yaşanmayadabiliyormuş ve adımları şunlarmış:
. inkar etme.
. kızgınlık.
. pazarlık.
. hüzünlenme.
. kabullenme . .

anladığım kadarıyla elisabeth kübler ross' un türkçeye de çevrilmiş iki kitabı var ve facing death adlı kitabı isveçli yönetmen stefan haupt tarafından filme de çekilmiş ve isveç amerikan film festivali' nde gösterime de girmiş. ben ayrıca şarkının klibini, videosunu ararken kübler ross model ismini taşıyan ve matt elliott' la hiç ilgisi olmayan : ) çok güzel bir kısa film-müzikle de karşılaşmıştım... ilgilenenler, ilgilenecek olanlar için bunları da yazmış olayım... ama şimdi sakın! diyorum, psikiyatriden ve ölümden ve matemden söz ettik diye hiç karamsarlığa ve karanlığa kapılmıyoruz... ve ölüme yalnız somut ve bedensel bir olgu olarak değil; bize, yaşadığımız olaylara ve üretimlerimize nokta koymayı da öğreten bir olgu olarak bakıyoruz ve hemen yeniden doğuşlarımızı ve tazelenişlerimizi düşünmeye başlıyoruz...


the failing song

ve hiç vakit kaybetmeden bizi yaşamla dans etmeye çağıran ve benim çok sevdiğim bir başka şarkımıza 'the failing song' umuza geçiyoruz... sanki bir dans salonundasınız ve hep bir ağızdan dans ediyorsunuz, herkes aynı anda anlaşabilir, heyecanlanabilir ya da neşelenebilir mi, bu şarkıda oluyor işte, öyle delicesine değil huzurlucusuna heyecanlı ve neşeli, dans edelim mi ama değişik bir dans olsun mu bu, ellerin birleşmesi yetsin o dansı dans edebilmek için mesela ya da sadece birbirimize doğru yürüyor olmamız yetsin dans etmeye başlayabilmemiz için ya da hiçbir kıpırtı ya da hareket olmasın da yalnızca bir defalığına buluşsun insan gözlerimiz ve başlasın hissettiklerimizin o sıcak yakınlığı...


c. f. bundy

bazı yörelerde, köylerde isli tencerelerin ve kazanların ve bilimum metal bulaşıkların tabanı çamurla yıkanır, yıkamak için kullanılan şey çamurdur ama, tencerelerin maddesi o yıkamadan sonra ışıl ışıl olur, bunun gibi işte bize bazen isli gelen; bize bazen kapkara gelen; bize bazen of ne kadar pis gelen bulaşık etkenlerinin geçirisi, bizde "çamur at izi kalsın" ya da "çamura yatmak" deyimlerine neden olmuş o çamurla temizlenir yine ve ışıl ışıl olur bulaşıkların madeni ya da maddesi... bazı ışıltılar böyle doğar, üstelik karışımda da bir güzellik var aslında, toprak ve su, gökyüzü ve yeryüzü gibi, ay ve yıldızlar gibi gibi gibi gibi...

the seance

peki, diyorum neşeliydim ama hüzünlendim senin için böyle diyorum matt elliott' a, the seance çalıyor çünkü... orman var önünüzde uzanıyor... karanlıkta da var o aydınlıkta da; karanlıkta anlamı başka, aydınlıkta başka... üzerinizde rengi atmış siyah bir kazak; belki onun üzerinde de koyu griye varmış bir hırka, bir kadın gibi -ersiniz belki ama yine de bir kadın inceliği, iki yanından kavrayıp birleştiriyor hırkanın önünü siz ürperdikçe ve orman önünüzde ve yalnızsınız yine... yalnız değilseniz bile yalnızlığınızı istiyor matt elliott, bana doğru gel, ormana doğru yürü, sadece serinliğe alışma, bana doğru gel, ormana doğru yürü, karanlıksa daha çok büyüyecek üşümen, ürperişin, korkuyorsun biliyorum ama yürürsen bana doğru, korkmamayı öğreneceksin, aydınlıksa daha bir başka, çocukluk günlerinin o film karelerini getireceğim sana, gülümseyeceksin o zaman çocukluğuna... aydınlık da olsa karanlık da olsa, yürü bana doğru; her halükarda sana bir şey diyorum, dudaklarına bir gülümseme diyorum...

what the fuck am i doing on this battlefield

burda din yok, bana tapınacaksın diyor matt elliott... camin varsa sana kiliseleri getireceğim... what the fuck am i doing on this battlefield çalıyor çünkü şimdi... kilise çanını çalacak zangoç ama önce, daha güne başlamamış kasabasına bakıyor, o kasabanın ıssız göğüne bakıyor, o ıssız kilise yoluna bakıyor... henüz çalmadan o çanı, çanı çaldığında oluşacak görüntü geliyor gözlerinin önüne, eli varıyor çekeceği ipe; bu kez kendi göğüne, kendi yollarına bakıyor; o ıssız yollarına ve canlanıyor gözünde çanı çalmadan öncesi ve sonrası arasındaki fark fotoğrafı... aklını karıştırıyor bu görüntü ve bir çanın daha sesine kavuşmadan nasıl böyle birbirine bu kadar zıt duyguyu bir arada yaşatabileceği hayretine varıyor...çan çalıyor... ip çekiliyor... çan ileri çan geri... paslı ya da yepyeni, verdiği ses her şeyden ötesi anlam... her şeyden ötesi bir inanç ve inan....

trying to explain

parmak uçlarınızı istiyor bu şarkı sizden... el parmak uçlarınız, ayak parmak uçlarınız, akıl parmak uçlarınız, yürek parmak uçlarınız yani tüm uçlarınızı istiyor kalemiyle en güzel ritimlerinizi yazabilmek için kağıtlarına ya da siz en sınır uçlarınıza gidebilin diye size cesaret verebilmek için... önce bir güzel dağıtıyor sizi trying to explain, müziğin etkisinden ayrıldığınızda ki ayrılabilmek isteyebilirseniz eğer, dağıtırken sizi aslında nasıl da topladığını anlıyorsunuz... matt elliott' un şarkıları sizi bulmuyor, ancak ararsanız siz onu bulabiliyorsunuz...

something about ghosts

yazarken oldukça yorgunluk yaşamaya başladığım için bu hiç bitmeyebilecek olan yazının sonuna doğru yaklaşalım diyorum artık ve something about ghosts isimli şarkıyı dinlemeye başlıyorum şimdi ve dinlendiriyor bu şarkı beni ve yavaş yavaş hazırlıyor yazının başlığında bulunan o lacivert perdeleri açmaya... iki ayrıntıdan daha söz etmek istiyorum son olarak...bunlardan biri

the kursk

the kursk şarkısını dinlerken (şu an bana neden öyle geldi hala bilmiyorum ama) bu şarkının tanıdık geldiğini hissettim ve şarkının adını aradım internette ve yaşanan olayı hatırlar gibi oldum ki şimdi size de hatırlatacağım bunu... kursk bir denizaltının adı ve yaşanan olay, yazılanlarda kursk faciası olarak geçiyor... putin döneminde, kursk denizaltısı teknik bir problem yüzünden batıyor ve dile getirilenlere göre rusya bu nükleer denizaltında sırları bulunması sebebiyle diğer ülkelerden gelebilecek yardımları reddettiği için tüm mürettebat (yüz on sekiz kişi) the kursk' te can veriyor... denizden, sonradan çıkarılan, denizcilerin ölmek üzereyken ailelerine yazdıkları mektuplar, olayı dünyaya aktaran tek gerçek kaynak olmuşlar... ve bu olay hakkında hala farklı farklı rivayetler de bulunuyormuş...

bir de matt elliott' un albümlerinden birinin adı semtex hani... semtex ise kokusuz ve çok uzun ömürlü olması nedeniyle sıklıkla kullanılan çok güçlü bir plastik patlayıcısına verilen bir isimmiş....


kediyi öldüren merakmış / ben her dakka ölüyorum
ben burda can yücel' i de anmak istiyorum... hani bazı sözleri sık sık yineleriz hatırlar ve hatırlatmak isteriz ama bu tekrarlar başkaları için ya da onların üzerinde çok etkili olalım diye değil; kendi çarelerimiz ve kendi etkinliğimiz bu sözlere bağlı olduğu içindir... ya da bir başkasının belki bir yarasına kabuk olur yahut da güzel bir yanına dokunur belki diyedir.. ve burda şu da unutulmamalı hayat devam ediyor ama biz öğrendiklerimizi hala taşıyoruz ve bu devam eden hayat içinde tüm öğrendiklerimizi unutuyor olsak, bu hayat devam ediyor değil her seferinde yeniden, sıfırdan başlıyor olurdu... bu, işte öyle hatırlayışlı bir yineleme olacak ve can yücel demişti ya hani "kediyi öldüren merakmış / ben her dakka ölüyorum" diye... diyeceğim buydu, ne zaman bir yazıya başlasam bu hissi duyuyorum ben... siz de görüyorsunuz ki, her sır içine başka bir sırrın ip ucunu, ip izini bırakıyor sizde ve kendinizi o iplerin uçlarına ya da izlerine kaptırsanız o heyecanla, gerçekten de anlıyorsunuz ki belki de yetmeyecek ömrünüz merak ettiğiniz her şeyi öğrenmeye ya da anlatmaya; o yüzden daha mı çok çalışmalı ya da bazen sadece merak etmeye ara mı vermeli zaman zaman, bilemiyorum... evet bir süre merak etmeye ara vereceğim için ve müzik yazılarına ara vereceğim için çok gecikmiş teşekkürlerimden de söz edeyim burada... bu yazılar benim tarafımdan yazıldılar ama, hayatımdaki her insandan, okuduğum her yazıdan ve yazanından ve dinlediğim her müzikten ve müzisyeninden çok çok etkilendim... ve bilerek ya da bilmeyerek bana nice hisler armağan eden herkese teşekkür ediyorum... ama özellikle, dinlediğim ve sizlere anlattığım müzikleri bana yollama heyecanıyla beni de bu yazılara heyecanlandıran murat' a ve onun, yazıların yazılma süreci boyunca bana gösterdiği sabrına teşekkür ediyorum ve matt elliott hakkındaki ingilizce metinlerin çevirisi konusunda yanımda olan o güzel özlemin de ellerine ve gözlerine sağlık diyorum... ve tüm şu sözlerden sonra şöyle demeli belki de tüm bu ifadeler tam da bu sebeplerden hepimizin ifadesidir aslında... ve alınır o ifade...

teşekkürlerimizden sonra, yazımızı yine matt elliott' la bitirelim diyorum; bazı şarkıları için "tersten çalma" ve "kırık orkestra" gibi çok doğru tabirler kullanılmış.... ben yine de kendi tanımımı da eklemek istiyorum... bizde bilinen "özgün müzik" tanımından bağımsız olarak matt elliott' un bana göre "özgün müzik" yaptığını söyleyebilirim, çünkü yazının başında da söylediğim gibi bu bir kuş dili ve matt elliott kendi notasını çok güzel bir şekilde saklamış müziğinin içine ve birlikte çalıştığı onca önemli müzisyenle yolculuğundan sonra özgün bir dil geliştirmiş... bütün şarkıları sadece söz olsun isteği uyandırıyor sanki; onun sesini dinlemek için şarkıların müziksiz olmasını bile isteyebiliyorsunuz bazen... o lacivert perdeli odalarda, insanı kendisine en çok yaklaştırabilen müzikleri yapıyor o ve bunu yaparken o kadar kendi halinde ki perdeleri açtığınızda, sizin için yalnız kalmış bu adamı yalnız bırakacağınız için gerçekten çok üzülebiliyorsunuz... ama anlaşıldı... dinledik ve anladık, onun bizim için yarattığı dünyada yaşadık ve şimdi kendi dünyalarımıza döneceğiz... her seferinde ona geri döneceğimizi bilerek bir gidiş bu... tıpkı gel-git gibi... her gidiş gelişimizde, nice hazineleriyle sulara batmış gemilerin o kayıp hazineleri vuracak kıyılara yeniden ve o hazineler tükense dahi bitmeyecek bu gelişlerin ve gidişlerin hüneri... batıklarında hiç bir ışıltısı kalmasa onun; bu defa da denizin kendisi, kendi koca ellerini batırıp kendi içine, nice keşfedilmemiş yakamozlar getirecek o hür ışıltıları inatla bekleyen sahillerimize...