Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

bizi dinleyen şarkılar ya da tom waits ya da yağmur köpekleri



bilenler bilir, bilmeyenler de bilsin diye yazayım : ) nietzsche' nin "müziksiz bir hayat hatadır" diye bir sözü vardır... hayat garip bir şekilde ilerliyor, bazen hiç şarkı dinlemeden geçirdiğimiz aylar oluyor, kimilerimiz senelerce unutuyor şarkıları, ama eninde sonunda bir an bir zaman geliyor ki yeniden onlarla buluşuyoruz ve kendi adıma ne zaman müziği içimde bu kadar güçlü duysam nietzsche' nin bu sözü geliyor aklıma... şimdi işte tom waits' den söz edeceğiz... müziksiz bir hayatın hata olduğunu bize yeniden hatırlatan o garip adamdan... tom waits' in çok fazla dinleyeninin ve seveninin olduğuna eminim ama şu ana dek onu dinlemememiş olanlar için de şunları söylemek gerek, bu adam gerçekten özel bir adam ve kolay bulunamayacak bir sesi var. ilk önce hangi şarkısıyla tanışmış olmanıza bağlı olarak ona karşı yakınlık ya da garip bir uzaklık duyabilirsiniz, evet garip bir yanı var ama bu gariplik de merak ettiren türden bir gariplik ki onu dinlemeye devam ediyor insan, dinledikçe de daha çok seviyor... tom waits çok çalışkandır : ) tom waits müzisyendir, şairdir, bestecidir ve oyuncudur... yazdığı şarkı sözleri gerçekten de şiir gibidir... yaptığı müzik türü nedir derseniz eğer blues, caz, rock karışımı ve daha fazlası... yaptığı müziğin bir tek türle açıklanabilmesi mümkün değil ve zaten tom waits amaç olarak da durmadan yaptığı müziği değiştirmeyi ve hem sesinde hem de müziğinde yeni denemeler yapmayı seçmiştir... bu konuyu kendi sözleri benden daha iyi açıklayacaktır sanırım:


"elleriniz köpekler gibidir, daha önce oldukları yerlere geri dönüp dururlar. bir enstrümanı çalarken aklınız devreden çıkıp parmaklarınız konuşmaya

 başladığında dikkatli olmalısınız. onları alışkanlıklarından vazgeçirmelisiniz, yoksa yeni şeyler keşfedemezsiniz; güvenli ve alışılmış olanı çalmaya devam  

 edersiniz. ben fagot gibi hakkında en ufak bir şey bile bilmediğim enstrümanları çalarak bu alışkanlıklarımı kırmaya çalışıyorum"

onun hakkında yazı yazmaya başlamadan önce onun hakkında onlarca kaynaktan onlarca yazı okudum, aslında tom waits' in hayatından söz etmek istiyordum birazcık da olsa öte yandan kaynak çokluğunu görünce hayatını anlatmak yerine okuduklarımdan ilginç bulduklarımı size aktarmaya karar verdim... örneğin tom waits piyano çalmayı komşusunun piyanosunda kendi kendisine öğreniyor, ilk gitarını gazete dağıtarak kazandığı parayı biriktirerek alıyor, çalıştığı bir hamburgecinin menüsünü göbeğine dövme yaptırıyor ve menü sorulduğunda müşterilere göbeğini gösteriyor, çocukluk yaşlarında elindeki bir deftere şiirler-sözler yazıyor ve çalıştığı mekanlardaki insanların konuşmalarını not ederek ilerleyen yaşlarında yazacağı şarkılarda orada edindiği gözlemlerinden ve öğrendiği hikayelerden de faydalanıyor... bol bol bob dylan dinliyor ve barlarda şov aralarında müzik yapmaya başlıyor ve bir gün çalıştığı mekanlardan birinde  frank zappa' nın da menajerliğini yapan adam tarafından keşfediliyor... fark ettiğiniz gibi tom waits genellikle sigara dumanı ve içkiyle tütsülenmiş ortamlarda büyüyor, buralarda yaşayan insanların içinde yetişiyor ve müziği de bu yönde gelişiyor, bizim dilimizce söylemek gerekirse tom waits arka sokakların yahut yeraltı diyebileceğimiz bir dünyanın öykülerini toplayıp bunları anlatıyor bize daha çok...

“bir taksi tutarsın ve onu istediği yere gitmesi için serbest bırakırsın. sonra gördüklerini not etmeye başlarsın: kuru temizleyiciler, terziler, elektrik tesisatçıları, 
 simsarlar, satıcılar, emlakçılar… sadece gördüklerinin listesini yaparsın. ve bu sana kendine ait bir yön verir. şöyle dersin; ‘bir şarkı yazacağım ve bu
 şarkının içinde tüm bu kelimeleri kullanacağım.”

çoğu şarkısında dinleyiciyle konuşur gibidir, bu da onun ne kadar etkileyici bir anlatıcı olduğunu gösteriyor... müziğinde nota kullanmaz, kimi şarkılarında müzik aleti olarak araba parçalarını kullanmıştır... müzik konusunda "ben organize gürültü yapıyorum" diyesidir... albümleri kendi ülkesi dışındaki ülkelerde daha çok ticari başarı elde etmiş, şarkıları kendisiyle değil daha çok onun şarkılarını seslendiren diğer müzisyenler aracılığıyla tanınmıştır, bir çok filmin film müziğini yapan tom waits, yaptığı işlerde kar amacı gütmemiş, reklamlardan da hiç hazzetmemiştir, sesinin, yüzünün ya da müziğinin reklam filmlerinde kullanılmasına izin vermemiş vaktiyle bu yüzden kimi şirketlerin canını da yakmıştır... bunun dışında birçok filmde de oyuncu olarak görüyoruz onu... tom waits' in albüm sayısı ve rol aldığı ve müziklerini hazırladığı film sayısı çok fazla olduğu için ben burda çalışmalarının ayrıntılarını vermiyorum ama merak edip araştıranlar şaşıracakları filmlerde onun rol almış olduğunu ya da yine şaşıracakları filmlerin müziklerini onun hazırlamış olduğunu görecekler... bu kadar üretken bir insan az bulunur diye düşünüyorum hele ki ürettiklerinin bu kadar güzel olması bu üretkenliği daha da anlamlı kılıyor...

"piyano kafayı çekiyordu, boyunbağım ise uyukluyordu"


tom waits bazen sokakta ateş yakar geceyarısı işte, istanbul' da diyelim ki denize bakan bir yerde, bir balıkçı teknesinin yanında diyelim ki, ateş yakmış soğukta ve onun gibi ısınmaya ihtiyacı olan insanları bekliyor o gece, o gece hangi geceyse her gün de olabiliyor o gece, tom waits' i bazen her gün de dinleyebiliyorsunuz çünkü, aslında viskiyi andırıyor elindeki ve dilindeki acı tatlılık, keskin bir yakıcılığı var içtiklerinin ve içirdiklerinin ama şarap da içiyor ve içiriyor viskisi olmadığında, şarkılarına lezzet katmak için kimisine küçük damlalar halinde kimisine bolca eklemiş bunlardan... ya da hani kovboy filmlerinde tahta evler vardır, kapısı zor açılır bu evlerin, içerde bir ocak yanar, ocağın üzerinde kahve yapılmaktadır, ocağın karşısındaki koltukta dizlerinde battaniye bir adam oturur göğsünün üzerinde bir kitap uyuyakalmıştır öyle, koltuğunun yanında bir gitar durur ve kapı vurulur, kapıyı vuran sizsinizdir, ellerinizi ovalayıp üzerinizdeki karları silkeleyerek içeri girersiniz ve tom waits size teneke bir kupada ya sıcak bir şarap ya da odun ateşinde pişmiş lezzetli bir kahve ikram eder... ya da yine bir kovboy filmindesiniz bu kez tabelası eğik yıllanmış bir bara giriyorsunuz tom waits şapkasını başından çıkarmış tezgahın üzerine bırakmış, viskisini yudumluyor, siz hışımla içeri giriyorsunuz, size dönüp bakıyor hışmınızı duyunca ve siz bara doğru yaklaşırken gülümsüyor size ve bu tuhaf bir gülümseme, ona yaklaştıkça azalıyor öfkeniz, niye bilmiyorsunuz ama azalıyor, birazdan size hikayeler anlatacak hem istanbul' da o deniz kenarında, hem o tahta evin içinde kendi koltuğuna oturtmuş sizi, siz ısınırken ateşin başında ve yudumlarken kahvenizi ya da şarabınızı hem de o barda, tanımadığınız ama aslında tanıdığınızı anlayacağınız biri omzunuza dokunacak ve o acılarına gülebilen adam en geçmeyecek sandığınız acılarınızın geçmesine neden olacak, karşınızdakinin kendiniz mi yoksa tom waits mi olduğunu karıştıracaksınız biraz sonra, o kadar içinizde olan şarkılar ki o sadece uyandıracak onları ve şarkılar sizi dinleyecek siz şarkıları dinlediğinizi sanırken...

birazcık yağmur kimseyi incitmez. kimseyi incitmez birazcık yağmur”

tom waits' in hırpalanmış bir sesi var ve o kadar uzak bir yoldan geliyor ki bu ses, geçtiği yollar boyunca, her sokağı, her köşeyi o kadar duyarak o kadar anlayarak geçmiş ki, her yerde kendisinden bir parça bıraktığını anlıyorsunuz, ona kalan yıpranmış, kimi zaman iç acıtacak derecede yakıcı bir ses, hüznü duyuyorsunuz, acıyı duyuyorsunuz ama tüm bu sesler içlerinde anlamış bir gülümseme taşıyor... alaycı değil anlamış bir gülümseme, yolların tozu şarkıların yanaklarında ışıldıyor... demiştim ya farklı bir sesi var tom waits' in, günde üç paket sigara ve çok fazla içki içmenin sonucu olsa gerek koyu bir sesi var, ve sesine dair tom waits in sesinde otoyolları asfaltlamaya yetecek kadar katran vardır” diyen rolling stones için, tom waitseğer bir konsere binlerce kişi gidiyorsa, orada kaliteli müzik yoktur, çünkü asla o kadar kaliteli dinleyiciyi bir araya getiremezsiniz” demiştir..

"ama yağmur tüm kokuları silip götürdüğünden yağmurda köpekler farklıdır
 birinin yanına gittiğinizde nasıl mahzun, korkak ve yalnız bir halde olduğunu hemen fark edersiniz
 işte bu yüzden yağmur köpekleri başkadır
 hele birbirlerini o geçici 'körlüklerine' rağmen bulmaya görsünler
 nasıl da dans ederler birbirlerinin çevresinde koklaşıp dururlar"

yağmurun dinmesini bekliyor tom waits, şarkılarının başında da kendisininki gibi bir fötr şapka, üzerinde yıpranmış gri bir palto, sular damlıyor şapkanın ve paltonun kenarlarından, ağırlaşmış giysiler içinde giderek incelen bir adam giderek incelen şarkılar, yağmurun dinmesini bekliyor tom waits, elektrik direklerinin olmayan korumasına sığınmaya çalışmış ıslak köpeklerin başlarını okşayabilmek için, yerdeki ıslak bir gazete parçasını alıp okumaya çalışabilmek için şapkasından sular sızmazken artık, bir deniz kenarında yapayalnız düşünceli bir kadına yaklaşıp en güzel şiirlerini okumak için gecenin karanlığında, kavgalarına yağmur nedeniyle ara vermiş adamların devam edecek kavgalarını izleyebilmek için, bir istasyon bulabilmek için hiç binmeyeceği trenlerin biletlerini biriktirirken ceplerinde, bir tren penceresi hayali kurabilmek için, omzunda bir bar fahişesinin başı dinlendirirken onu yahut o çok sevdiği yıllandıkça daha çok sevdiği kadınların aşklarını uyuturken göğsünde... hep bir yolculuk hayalinde ama hep bir gürültülü sessizlikle gidememeyi de öğrenmiş geçtiği tüm yollardan sonra, yaşadığı her şeyi bir tuhaf eskici hüneriyle toplamış, garip bir hurdacı gibi topladıklarıyla garip sesler çıkarmayı öğrenmiş ve bir koleksiyoncu gibi özenle taşımış tüm görüp yaşadıklarını sesinde...

"çünkü ben de bir yağmur köpeğiyim" 


KARTPOSTAL


Hayatı öğütürken, bir yandan biriktirmekten bahsediyorlar. Oysa tuzlu bir serinlikte boğulmak ve büyürken bize ezberletilmiş kelimelerle baş edebilmekten ötesi iz bırakmıyor. Sonra gözlerimde bana ait olmayan ve etrafıma dağıtmak zorunda olduğum gülüşlerin sancısıyla dönüp dolaşıp geldiğim şehrin kaldırımlarına söylenmemiş sözcükler düşürüyorum. En sonunda bir yere dönmek gerekiyor, çünkü. En sonunda sokaklar, derinindeki çukurun içinde biriktirdiği pisliğe isyan edip onu üzerimize kusmak zorunda kalıyor. “Güzellikler” diyorum… En sonunda bitiyorlar ve bunu onlara kim öğretti bilmiyoruz. Bu yarım ve yaralı şarkı, bu birdenbire bastıran soğuk, bu içime nereden çöreklendiğini bilmediğim kederli haller…Belki  uzatıyorum bir şeyleri. Yaşayıp alışmak var hayatın kalbine yakın damarında. Uğruna yangınlar çıkarabildiğim, sözcüklerle değil de ancak kasırgalarla anlatabildiğim tüm o hikâyelere alıştım örneğin. Yaşadıklarının dışına savrulduğunda durup izlemeye başladım hepsini. Hepsi uçları kıvrılmış bir kartpostaldan bana bakıyordu.


O kadınlar... Durmadan gülüp hikâyeler anlatan, kafası karışık, gözleri, bulutlu, artık neye üzüldüğünü bile kestiremeyen kadınlar… O kadınlar işte, erken yaşında çok kırılmış ve avuçlarında sıkı sıkı tutmaya niyetlendiği her şey elinden kayıp giderken buna ağlayacağı yerde oturup teknelere âşık olan, dağılan kadınlar… Yürürken şarkılar söyleyen, eşyalarını sürekli kaybeden, insanların çok içine baktığından olsa gerek,   pazar sabahları içlerinde akşama kadar büyüyen bir boşlukla uyanan ve içindeki boşluğun ne yaparsa yapsın dolmayacağını artık adı kadar iyi bilen o kadınlar… ,

O kadınlardan biri ben olmamalıydım.

Gözleri uzak bulutlara, hevesleri gelgeç hikâyelere takılı kalmış o adamlar… Kulakları durmaksızın yeraltından gelen seslere dikili ve yarının boşluğu kalbini ağırlaştırmış adamlar. Durmadan bir başka kadının, bir başka gecenin, bir başka sahnenin peşinde ilerleyen o adamlar… Yüzleri kırık, düşleri kırık, oyuncakları bir vakitler kırılmış adamlar… Yakınken uzak, uzakken kayıp gibi duran ve hiçbir zaman içinden geçeni yüzüne yakıştıramayan, yakıştırmadıkça bir şeyleri kendine, tutup bir martıyı inciten, bir yağmuru ağlatan, karanlığı içine çekeceği yerde aldatılmışlığını, kutsallığını yitiren ayinlere dönüştüren adamlar…

O adamlardan biri sen olmamalıydın, ama olduk işte…

Eyvah bile diyemeden ve sırayla o adam ve o kadın olduk. Bir başkası ve bir başkası sonra... Kendimiz olmazsak kaçabileceğimiz bir dünyanın kapılarını aralamayı vaat etti bize dünyanın gri eli. Çünkü nezaketi silah, suçluluk duygusu içinde yumaktı şimdiye kadar gördüklerimizin. Üst perdeden konuşur, istediklerini almak için her yolu denerlerdi.

Bense gırtlağımdaki kesiklerle baş edebilmek için denizi izlemiştim yıllarca. Daha iyisini yapamayacağımdan değil de, yapılacak daha gerçek bir şey olmadığından. “Biz sessiziz, bilmediğimizden mi sanıyorsun, çünkü gördük,” demişti biri bana. Gördüklerimiz durmaksızın kalbe yara…
Geçtiğim yollarda suskunluğu anlatan kuyular gördüm ve üstelik su veriyorlardı hiç tanımadıkları bir yabancıya… Durup baktım o kuyulara, upuzun bir vadinin ortasında öylece duruyor olmalarının bir sebebi vardı. Sadece söyleyip geçtim ve biliyorum sen de… Söyleyip geçtiklerimizin bize bıraktığı izlerden kocaman bir kule yaptık. Öyle büyük ki… öyle geri dönülmesi zor yolların üzerinde beliriveriyorlar ki üstelik, görsen şaşarsın. Dilim tutuluyor orada… Yok diyorum; dille anlatılamayan bir sözcüğün ilk harfi herkesin bildiği gibi olamaz. Anlamakla anlatmak arasında milyonlarca yalan boğulurken ve durmaksızın kayıp yürekler doğururken insanın üşüyen yanı, bundan başka bir şey yapmalıyım. Toprağın üstünde öylece duran bir kuyudan mı öğreneceğim bunu, yoksa senden mi; sorumuz bu. Bir kuyu dilsizliğiyle bakarken gözlerine, o ilk harfi benden önce bulabilecek misin? Sözcüklerine değil, göğsümün ortasına bastırdığın elinin bıraktığı ize güvenebilecek misin?

Ya da dur, sorular sormayalım artık.

Çünkü avuçlarımda kartpostallar var. Çoğunun uçları tırtıklı, bazılarının üzerinde artık silinmeye yüz tutmuş notlar yazılı ve belli ki sahibine ulaşacağı yerde boşluğa ayak uydurmuş söylenemeden kalanlar. Kartpostallar üzerinde hiç gitmediğimiz şehirlerin eski görüntüleri. O kadar uzak bir anıyı çağırıyorlar ki bana… “Beni tutup oralara götür” diyorum, sesim karanlığa gömülen bir sualtı mezarında tahtını yitirmiş kralların birçok şeyi anlamış gözleri için şarkılar söylüyor. Sen olsan, ah sen bir olsan seveceksin o şarkıları, her notayı parlatıp tek tek güzelleştirene kadar. Ne var ki ellerimin nerede kaybolduğunu bilmiyorsun.


Çünkü bugün beni durmaksızın üşüten rüzgârların günü. Akşam olacak ve bir şeylerini kaybetmiş herkesin eve dönüş yolunda kibritçi kız görünecek. Biz bu gece onunla birlikte uzak şehirlerin yakın düşlerinde yitirdiğimiz ve bulmayı umduğumuz tek bir kişi için son kibrit çöpümüzü yakacağız. Yemin ediyorum yapacağız bunu. Masallara inanmayı unutmuş yüzleriyle ve çatlaklarından su sızdıran kalpleriyle gülüp geçecekler bize ve buna sevineceğiz.

Rüzgârlar sert esmeye başlıyor buralarda… “Sen” diyorum, bir saniye sonra elimden kayıp gidecek bir hikâye oluyorsun. Sen, geçmiş günün avuntusu demek oluyor izlerine bakınca… Sen diyorum, anı olmaya hazır gözlerinle karşıma dikiliyorsun. Şehrini bir kartpostal gibi avucuma oturtuyorum, o kartpostalın içinde görünüyorsun; küçücük kalmışsın. Kalabalığın orta yerinde kar kesmiş bir kulenin önündesin, koşarcasına, telaşlı adımlarla bir yere yetişiyorsun. Kabanının yakasını kaldırmışsın üstelik üşüyor gibisin. –içimi sadece bu titretiyor- seni, çok yaralayan bir hikâyenin peşindesin. O hikâye seni çok çağırdı diye koşuyorsun peşinden, o hikâye nerede ve ne kadarsa üstelik şehrin soğuğunu yırtarcasına kendisine koşuyor olmanın güzelliğini göremiyor. Çünkü içinde sadece kendisi, sana duyduğu öfkeli ihtiyacın ağrısı ve bu ağrıyla nasıl baş edebileceğinin hesapları var. Aslında seni değil, sana bakan gözlerini görüyor, gözyaşı bundan. Öyle çok inciniyor ki içim, buna da alışabileceğimi fark edip bir kez daha… Her şeyin zamanla geçtiğini fakat kayıplarımızın hiç kaybolmayan izler bıraktığını hatırlayıp bir kez daha… Ne kadar yazık oluyor bizlere deyince, en çok ama en çok da buna… İnciniyor içim. Öyle sessiz ve ince ki… Gece olacak yine biliyorum. Gece bastırana kadar o kartpostalın manzarasından seni çekip çıkaramayacağımı düşünüp yürüdüğüm yoldan uzaklaşıyorum. Uzaklık ve yakınlık bir kez daha öğretiyor kendini bana. Bu şehrin en iyi bildiği şey bunu ölçmek, görüyorum. Belki sadece bu yüzden, soru sormayalım artık, cevaplar kirletiyor eteklerimizi.

Durup üşüyen ellerime bakıyorum uzun uzun. Ellerim kaç kez daha çölleşebilir yaşadıklarımdan? “Ellerimi bir suya yatırsam, üzerinden kervan yolları geçse” diyorum. Biri gelip biraz daha renkli bir masal bulsa ve hep istediğimiz o yepyeni dilin ilk sözcüklerini... Biri durmaksızın kâbus üreten uykuların içine sızıp şalteri indirse. Kırmızı düğmeye bassak ve tüm hesapları sıfırlasak içimizde... Birbirimizle alıp veremediklerimizin değil, uzanıp yetişmeyi becerebildiklerimizin defterlerini tutsak. Üstelik yıllardır özlemini çektiğimiz o yeni dille ve ilk kelimeyi köklerinden usanmış bir havarinin ağzından duyarak… Tanrılarımızı öldüreceğiz sonra. İçimizde ferah bir vadi rüzgârı büyütünceye kadar, tüm tanrıları…Saf istenç olana kadar, tarihin üzerimize yıktığı bunca hurafeyi unutana kadar, onların da damarlarından kan akıncaya kadar öldüreceğiz onları. Onların yarattığı dünyaların içinden yepyeni dünyalar ayıklayarak karşılıklı duracağız seninle. Bizim için karşılıklı duruşumuzdan başka bir varlık sebebi kalmayacak. Öylece durup hiç kullanılmamış bir iklimin toprağında köksüz ağaçlar olacağız. Masal olacağız, anlatıcımız bizi unutacak. Anlatıcımız bile bize inanmayacak üstelik, çünkü burada artık bir masalı en iyi anlatan değil, masalın dehşeti konuşulacak.

Fakat sen hâlâ o eski kartpostalın içindesin ve kartpostalın kıvrılan ucu seni yutmak üzere. Bunu görmüyorsun. Bu dünyanın soyundan değiliz ki biz, aynı yağmuru sevince ölelim… Bunu görmek istersen yüzümü değil, su kuyularını izle. Hatırla, Yusuf’u boğan kuyu, bir yandan sevip sakladı da onu. Onun o güzel yüzüne yansıyan her şeyi… O kuyu ki daha önce görmemişti Yusuf gibisini.

“Çok soğuk oldu burası” diyorum. Bugün sorular sormayalım ve bir cevap gelecekse eğer, bu rüzgârdan gelmesin diyorum. Durup üşüyen ellerime bakıyorum uzun uzun… Sen diyorum…
Sesim soğuğu katlıyor… Önümde uzun uzadıya anlatılmayı bekleyen bir şehir… Çatlaklarından sevdiğin şarkılar sızan ellerim senin olduğun o kartpostalı sıkı sıkı tutuyor. Rüzgâr git gide daha… daha da kuvvetlenerek büyüyor ama  ben bugün üşüyen ellerimi ısıtmak için o kartpostalı yakmayacağım.









çok uzun bir gece

İki sene sonra yan yana geldiğimizde o an ayaklarımızı bastığımız kaldırım taşları geçmişi hatırlıyordu çünkü aynı yerde buluşmuştuk ilkinde birde o daha duygulu hatırlıyordu yüzünde ekşi yeşil erik yemiş ifadesiyle çünkü o kırılmıştı kıran girmişti bedenine benim soktuğum bilerek yapmayıp sinsice kaybolduğum hayatına bende ilk bu rahatsızlığını hissetmiştim hatırlamıştı tüm bunları yanağım yanağına değerken tenlerimizin de bir o kadar inceliğinden olsa gerek kendine has olan uyumundandı en başından tatminimiz tamdı aslında o gecelerde de ve bu iki sene sonra ilk merhabanın en kısa tasviriydi  yani sadece buydu İstanbul’un göbeğinde ilk sıcaklığımızın…

Birbirimizi o kadar iyi tanıdığımıza inanmışlığımızdan olsa gerek ilk atılan otuz adımda otuz senelik evli bir çift havasına büründük önümüzde bebek arabası eksikliği vardı ve zordu İstiklal’in göbeğinde Pazar kalabalığında bebek gezdirmek. İlk nasılsınlar gene aynı kırgınlık ifadelerini aynı tatminsizlikleri aynı sevgisizlikleri aynı yalnızlık ve mutsuzlukları yansıtıyordu tonlamalardaki gerçeklik melodisi iki sene öncesinden daha kuvvetliydi çünkü ikimizde koşullara daha alışmış görünüyorduk bunun adına da olgunluk deniyordu bir başka dilde.

Omuzlarımızı git gide yan yana getirmeye çalışıyordu kalabalıkta aslında bu benim korkum değildi o benden daha çok korkardı dışarıdan etlerimizin üstündeki tekstil ürünleri birbirine değerken güven duygusu yaratıyormuş hissi yaratmak ona özgüydü bu benim övüncüm değildi onun da zayıflığı sadece böyleydik ilk otuz adımdan sonra otuz birinci adımdan ve itibaren devam eden.

Küçük şakalarla neşelenmeye ve neşelendirmeye çalışırken ikimizi elindeki afaki erik torbasından üç alıp  iki geri atıyordum da sanki aradaki birde neşeleniyorduk o ekşimiş ifadeyi tam anlamıyla kıramıyor çabam bir noktada anlamsız kılınıyor çektiği setleri sarsıyor ama tam anlamıyla içindeki duygusal gerçeğini değiştiremiyordum.

İki yıl sonra bir araya gelme sebebimizin sadece aradığımızı bulamama gerçeği olduğuna inancım tamken kadınsal sokuşturmaların göbeğinde bulduğum kendimi savunma gereği dahi hissetmiyor yüzüne bakıp sadece gülüyor ve bahane uydurmuyordum sinemaların dükkanların insanların ve kuantumun göbeğinden geçerken…

Anlatıldı konuşuldu ve yaşandı uzunca ve kısa sürdü o gece…