Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

TRİER: RUHUMUZA ÇARPAN BİR GEZEGEN





“Dünya kötü bir yer, onun için üzülmemeliyiz…”

            Böyle diyor Justine, dünyanın son gününde, yok olacakları için gözyaşı döken kız kardeşine. Bunu söylerken gözünü bile kırpmıyor. O an geldiğinde gözünü inatla gittikçe büyüyen beyaz ışığa dikerken de gözlerinde aynı bakış var. Varlığımızdan çürümenin kokusu geliyorken yokluğumuz için üzülebilir miyiz? Yani en kötüsü olsa bile… Mesela bir gezegen hızla dünyaya yaklaşıyor olsa…Dogma akımının en önemli temsilcilerinden Lars Von Trier,  son başyapıtı Melancholia'da bu soru üzerinden varlıkla yokluk arasındaki ince çizgide yürüyor.
Yaşarken kanımızı donduran, ruhumuzu sarsan ve sersemletici bir köşe kapmaca oyunuyla aklımızı alan her şey, aslında sadece gerçektir ve gerçek, tüm yaşananların karşılığı değildir; sadece bizi çürütür. Trier’in Melancholia’sı çürümenin filmi aslında. Oyunun dışında, çemberin uzağında, bu dünyanın üzerinde kaybolmuş bir gezegen gibi dolaşanlarınız bunu gayet iyi anlar.
Filmin güzel gelini Justine etrafına saçtığı zoraki gülümsemelerin ardında dünyanın hüznünü yaşatıyor bize. İnsanların bir araya geldiklerinde başlattığı trajikomik yaşamsal uğraşlar, taktıkları maskeler, zorla büründükleri roller karşısında onlar gibi olamayan, aslında onlardan olmayı hiç istememiş gelin Justine, yaşamın büyük acısı içinde kıvranıyor. Yani hepimiz gibi… Her ne kadar kabullenmek istemesek de üzerimize yapışan toplumsal rollerimizi oynarken kıvranıyoruz. Justine dünyanın sonunun felaket mi yoksa kurtuluş mu olduğu konusunda sorular sorduruyor izleyenlerine. Psikolojik felaket türüne kendi bakış açısını ustalıkla getiriyor Trier. Bu da onun alametifarikası olsa gerek.
Varoluşçu sancılar, bazen ne söze ne de sese dökemediğimiz ve insanı içten içe kemiren acı Krstine Dunst’ın oynadığı Justine karakteriyle bizi hiç yormadan, büyük laflara gerek kalmadan öylece sere serpe önümüzde uzanıveriyor. Diğer yandan Justin’in kız kardeşi Claire, insanlığın can havliyle tutunduğu zavallı nafile umudu son sahneye kadar canlı ve diri tutuyor. Bunu yaparken sergilediği olağanüstü gerçekçi oyunculuk da gözlerden kaçmıyor. Dünyanın trajik sahnesinde ne işi olduğunu sorgulayanlar ve bu trajedinin içinde ruhunu kurtarmak için amansızca çırpınanlar filmdeki iki kız kardeşin ölümlü gözlerinde ölümsüzleşiyor.


Trier, son harikası Melancholia’da simgeler, dini öğeler ve sürrealist imgelerle o lanet olası gerçeği öyle güzel bezemiş ki filmin başında ekrana gelen görüntülerin yarattığı büyülenme hali, filmin sonunda sadece ekrana değil, ruhumuza da çarpmakta olan bir gezegenle fikriyatımızı yerle bir ediyor ve elbette filmde en göze çarpıcı unsur her zamanki gibi Trier’in kadınları.

Filmin açılış görüntüleri ve ona eşlik eden Wagner’le birlikte kendimizi Trier’in muazzam ayininde insan olmanın acıklı tiradını dinlerken buluyoruz. Üstelik burada tek bir kelimeye bile ihtiyacımız yok. Çığlığını geceye uzatan bir beyaz at, beklenen sonumuzu müjdeleyen yıldız şöleni, körü körüne inandığımız masumiyetin simgesi bir çocuk, dünyanın görkemli, soğuk arka bahçesi, tüm bunları gören bir kadın ve büyük çarpışmaya yaklaşan iki gezegenin hayranlığa şayan ölümcül dansı… Trier filmin ilk saniyesinde aklımızı almaya cüret ediyor.
            
           Durmaksızın yıldızları gözleyen güzeller güzeli bir gelinin görkemli düğünüyle başlayan film, dünyanın son gününü anlatarak biterken burada gördüğümüz ne başarılı bir dram ne de başarılı bir kıyamet senaryosu aslında. Bu film damarlarımızda durmaksızın dolaşan acıya ve bizi hayatta tutan ölümcül yaşama sancısına dair epik bir güzelleme. Trier akıp giden rutin hayatlarımızın içinde kaybolduğumuzu, ruhumuzun ölmek üzere olduğunu bizi sarsarak hatırlatmak istemiş. Yaşam koşulları, kanunlar, dinler, töreler, çağdaş yaşamın getirileri, yasalar ve bize söylenmiş daha pek çok büyük yalanın içinde git gide ölüme terk edildiğimizi ve bunların bizi ecelimizden çok daha önce öldüreceğini dünyaya çarpan bir gezegen imgesini kullanarak anlatmak istemiş. Yoksa filme adını veren bu kurmaca gezegenin adı neden Melancholia olsun ki?
           
“Melancholia denen menem dünyanın sonu mudur gerçekten yoksa dinmek bilmeyen kederin aslında ta kendisi midir?” Bu soru sizi kemirirken, filmin son sahnesinde içinizdeki ikinci insanı keşfedeceksiniz. Bu filme dair son cümle elbette Trier’in kendisinden gelmeli: “Daha fazla mutlu son yok.”







BİR İSKEMLEYE OTURMANIN 3 YOLU


Bir iskemle bulup oturursunuz

Oturduğunuz iskemleden etrafı seyredersiniz. Seyretmek hataların en kerizcesidir. Bir şeye ihtiyacı olan insanlar seyreder, benim gibilerse işine bakar. Yemeğini geniş alan yanılsaması yaratmak üzerine kurulu ayna kaplı duvarlara bakmaksızın yedikten sonra büfeden çıkıp gideceği yere yol alır. Oturduğunuz iskemleden etrafı seyrederken ayakta kalmış bir kız görürsünüz. Bakire olduğu düşünülen kadınlara halk dilinde kız denir. Kız lise üniforması giyiyordur fakat bunda bir sorun yoktur, zira siz de lisedesinizdir. Hatta işi belirginleştirelim, kantindesinizdir. Hiçbir lise kantininden istikrarlı bir sevgi doğmamıştır, yine de özel olduğunuza inanırsınız. Kıravatınızı gevşetip ayağa kalkarak ona yer verirsiniz. Gözlerinin içindeki gülümsemeyi daha o gülümsemeden farkedersiniz. İskemle rahatsızdır ve bu yüzden vicdan azabına yol açmamak için uzaklaşırsınız. İki ders sonra adınızı, bir sonraki öğle molasında sınıfınızı bulur. Ailenizden habersiz eve davetler başlar. Altı ay içinde hamile olduğunu öğrenirsiniz. Bir aile büyüğünden borç alarak yasadışı kürtaj yapması için bir klinikle anlaşırsınız. İşlem normalde beş yüz liradır. Kayıt tutulmayacağı için sekiz yüz ödersiniz. Artık tam anlamıyla kadınlığın tadına varmış olan kızdan o yaz ayrılsanız da, üniversite boyunca çekeceğiniz aylık bursun bir kısmını hiç dokunmaksızın bir adama, artık sizin hakkınızda çok şey bilen ve sizi taşaklarınızdan kavramış bulunan ve bu da yetmezmiş gibi, evinize ve ailenize erişim hakkı olan bir adama ödemek zorunda kalırsınız. Bu da, her ayın 7'sini doğmadan ölen bir "şey"in, on altı yaşınızda sizi neredeyse baba yapacak olan bir "şalala"nın depresif anısına adanmış özel bir gün yapar. En boktan kısım ise, doğum gününüz de bir ayın yedisindedir.

Bir iskemle bulup kendinizi öylece üstüne bırakıverirsiniz.

Uzak bir yazlıkta, ölü bir tatil sezonuna denk gelen bir hafta sonunda etrafta kimse gözükmezken, boş bir havuzun etrafına saçılmış iskemlelerden birini seçip kendinizi onun üstüne bırakırsınız. Rutin turlarını atarken ardarda size rastlayan yazlık bekçisiyle muhabbetinizi ilerletmeye karar verirsiniz. Günler geçtikçe bu muhabbete yazlıktan başka orta yaşlı adamlar da dahil olur ve bir Pazar akşamı toplu halde arabayla yola çıkılır. Size "sürpriz bir gezi" olarak sunulan seyahat Merkez'de orospu motellerinin bulunduğu bir bölgede çakıl taşlarıyla kaplı bir park yerinde neticelenir. Kadın olduğu kesinleşmiş kızlara halk dilinde orospu denir. Motelin girişinde fedailerce sert bakışlar yedikten sonra içeride oturtulduğunuz barın karşısındaki sedir döşenmiş şark köşesi benzeri turist kapanına bakakalırsınız. Etrafta Amerikalı turistler yerine elleri ceplerinde esmer adamların cirit atıyor oluşu, bu şark köşesini fuhuş sektöründen bağımsız, kendine ait bir hüzne kavuşturmaktadır. Kadehi otuz liradan (yazılı olmayan kurallar dahilinde) cebren bir kadeh viskiden sonra, sıra halinde, haute couture'ün oldukça uzağına düşen lateks elbiseli kadınlar şark köşesine kurulur. Sırayla esmer adamlar garsonu çağırarak kulağına fısıldar, bazen de eliyle işaret ederek aralarından birisini gösterirler. Sıra size geldiğinde zaman geçmiştir ve hemen yanınızda oturan yazlık bekçisi elindeki rakı kadehini yuvarlayıp garsonu çağırarak sizin için seçtiği orospuyu gösterir. Garson, "Buyrun," diyerek sizi ve kadını bir odaya götürür ve arkanızdan kapıyı kapatmadan önce sizden seksen euro alır. Bu tatilinizin geri kalanında harcamayı düşündüğünüz ve yarım saat öncesine kadar bu şekilde harcayacağınızı söyleseler ihtimal vermeyeceğiniz, ancak talihin kötücül güçleri özgür iradenizi elinizden almaya kalkıştığında direnmeye yeltenmediğiniz için az önce garsonluk yapan bir pezevengin, ya da daha kötüsü, pezevenklik yapan bir garsonun elinde yitirdiğiniz miktardır.
Duştan çıkan kadın yatağa uzanarak adının Anya, ya da ona benzer bir başka isim olduğunu söyler. Hızlı bir samimiyet ihtiyacı ortaya çıktığında yalnızca isminizi söyleyip susmanız yeterli bir başlangıçtır. Fuhuş sektöründe acil tanışıklıklar bu yolla karşılanır. 'Merhaba, ben Arzu. Bu da Kara Delik.' Bir kadına arzu üretiminin isim yoluyla gerçekleşmediğini, bir bağ kurabilmek için daha fazla veriye ihtiyaç duyduğunuzu yirmi dakika sonra boşaltmanız gereken bir motel odasında açıklamak zordur, orospuluk yapan bir kadına ise imkansız. Bu yüzden -odayı da, sizi de- çabuk boşaltabilmek adına genellikle sizi tahrik edeceğini düşündükleri isimleri o anda uydururlar. İnşaat işçisine benziyorsanız Çiğdem iş görür, fazla Batılı, fazla kentsoylu; becerilmeyi hak ediyor. Daha derin zevklere hitap etmek için 'Roksana' veya 'Badenaz' gibi asalet çağrıştıran isimler yeğlenir. 900'lü hatlara hırslanan bir köylüyseniz sadece 'Hasret' demesi yeterlidir. Tuttuğu an elinde kalırsınız. Etik değerlerinizi sorgulamak ile soyunmuş bir kadın arasında geçen on beş dakikalık bir bocalamadan sonra kumaşınızın buna uygun olmadığına karar verip pes edersiniz. Gitmeden önce bir duş daha alıp ("Sevişmedik?" "Stresimi atmaya yarıyor.") çıkarken Estonya'da ya da Letonya'da yaşayan sizin yaşınızda bir oğlu olduğunu söyler. On dakika sonra aşağıdaki barda bekçinin ve diğer yazlıkçının dışarı çıkmasını beklerken mideye iki kadeh daha indirirsiniz.

Bir iskemleye oturmadan önce saatinize bakarsınız.

Her şey potansiyel ve gerçeğin iç içe geçmiş görünümünden ibarettir. Kendinizi olasılıklarla, diğerlerini oldukları haliyle değerlendirirsiniz. Diğerleri iskemlede oturan size baktıklarında aklınızdan geçenleri okuyamaz, yalnızca sizi görürler: Geçmişten kalan çiçek bozuğu bir cildi, kemerli burnunuzu, sıkıntıyla birbirine dolanmış ayak bileklerinizi ve -aklınızı okuyabilmeleriyle ilgili tek istisna budur- güvensizliğinizi. Terkedildiğinizde "yirmi birinci yüzyılın umut vaadeden genç yönetmeni" terkedilmemiştir, annesiyle birlikte yaşayan ve ödünç kamerayla kotarılmış tüm kısa filmleri, bayık bir metroda kendi kendine yabancılaşan ne idüğü belirsiz figürler hakkında olan bir adam terkedilmiştir. Her şey olasılıklarla doludur, yanınızda oturan iş arkadaşınız on gün içinde şehrin ilk seri katili olmaya adaydır belki, fakat aynı anda her şey yalındır - dolmakalemi dişlemekte ve pörtföy hazırlamaktadır. Bir işe başlamadan önce etrafınıza bakar ve orada kaç yıl geçireceğinizi hesaplarsınız. Bazı işler altı aylıktır, bazı borçları kapatmak için girersiniz. Bazıları özgeçmişte en az üç yılınızı hakediyordur. Bir sonraki büyük lokma için yem olacak bir referanstır. Sözgelimi Serdar Turgut'un köşe yazıları aslında oldukça yalnız ve dışlanmıştır. Kendisi varolmayan bir okura hitap etmekten çekinmez, okuruna -her nerede ikamet ediyorsa (?)- Los Angeles'ta "evinden" çıkıp şehri dolaşmadan önce okuması gerektiğini düşündüğü kitapları sıralar. İronik olan ise bunu HT gazetesinde İngilizce dışında bir dille yapıyor olmasıdır. Bu bakımdan Turgut'un eksen kayması, onun o zeki görünmek isteyen aşağılayıcı üslubunun altındaki saf Anadolu mimarisinde aranmalıdır. Aydın olmak ister, fakat bunu okey masasında talep eder. Doğal olarak masadaki herkes tarafından taşlanır.Her bokta kendisine danıştığımız üzere, "Freud diyor ki", medeniyet denilen organizma, başlı başına cinsel güdülerimizin bastırılarak farklı alanlara kanalize edilişinden doğar. Çiftleşmek adına ben bir dans sergilerim, yahut karşımdaki kadın için ufak bir peçeteye bir gül resmi çizerim. Bir başkası gelip Tenten & Düpont-Düpond'un maceralarını çizer -hem kadınla birlikte olur, hem de yeteneğini bir sonraki kuşağa aktarma fırsatı bulur. Ben ona kibritten bir çiftlik maketi yaparım, bir diğeri iktidarını simgeleştirmek adına Dubai kulesi inşa eder. Ben pörtlek gözlü bir Japon balığı armağan ederim, o kadına dalgıçlık kursuna birlikte yazılmayı teklif eder. Neticede rekabetten bir şehir, endüstri, sanat ve daha keskin yeteneklerle donatılmış gelecek nesiller doğar. Büyüme çağındaki çocuklar tuhaf sorular sorar. Genelde tam bir Oblomovluk sergileyerek sizi çileden çıkartırlar. Sebebiyse hayatın asıl dinamiklerinin çocuk mantığıyla çözülebilecek denli basit oluşu, fakat adına şehir hayatı dediğimiz nanenin bizi aşırı inceltilmiş algıya mecbur kılmasıdır. Bir çocuğa sahip olmanın tek faydalı yanı, suç işlediğinizde üstüne atabilecek olmanızdır.
İskemlenin potansiyeli önemlidir, kırk beş dakika için sırtında banka reklamı taşıyan bir bank fazla rahatsız, beş dakikalık bir mola için sallanan koltuk fazla tembelleştiricidir. İlişkilerin potansiyelini içinde yaşandığı evlerin mobilyasına bakarak görmek mümkündür - orada uzun süre kalacağına kesin gözüyle bakan bir çift IKEA koltuk takımını seçer. Dönemlik ilişkilerde açılıp kapanan sehpalar, yer yatakları ve köpük-dolgulu fermuarlı puflar vazgeçilmez önem taşır. İhtiyaçtan doğan ve ne kadının cezbedici, ne de erkeğin çekici görünüme sahip olduğu ilişkilerde, uyumsuz koltuk takımları, iş görsün diye alınmış ve kendi içinde mutsuzluk salgılayan perdeler ön plana çıkar.

İSA OLSA NE YAPARDI?

İsa olsa o iskemleyi alıp ikiyüzlü Ferisilerin ortasında kaldırımda parçalardı. Kondomsuz sevişir, doğan çocukları geri tabiata salardı. Genelevleri yıkar, tek göz hanelere hapsolmuş TOKİ ailelerini özgür bırakırdı.

BEN NE YAPMAKTAYIM?

Bu yazıyı yazarken düşündüğüm bir son vardı, onu bağlayamadım. An itibarıyla ona üzülmekteyim.

Televizyon izlerken televizyon reklamı çıktığında tahrik olan herkesi sevgiyle kucaklıyorum.





(Resim: Hans Baluschek, "Montagmorgen")

Pazar sabahı


karga bokunu yemeden uyanmak, mantarlı soslu yumurta ve geri kalan bütün kahvaltı detaylarını hazırlamak, çay demlemeye üşenip portakal suyu almak, ev arkadaşlarının uyanması ve birlikte yapılan kahvaltı, muhabbetin herkesce derinleştiği bir anda, teknedeki bulaşıklarda biriken suyun tavanda yansıması - ışık kırılmaları, tam olarak kapanmayan çeşmeden düşen her damlanın tavanda yarattığı kırık ışık dansları... fon müziği Zaz, ve tavana hayran bakışlar...arını hazırlamak, çay demlemeye üşenip portakal suyu almak, ev arkadaşlarının uyanması ve birlikte yapılan kahvaltı, muhabbetin herkesce derinleştiği bir anda, teknedeki bulaşıklarda biriken suyun tavanda yansıması - ışık kırılmaları, tam olarak kapanmayan çeşmeden düşen her damlanın tavanda yarattığı kırık ışık dansları... fon müziği Zaz, ve tavana hayran bakışlar.

Yalanlarım

Yalanlarım

Doğrularıma gebeyken

pembe düş

kırık kalp

mavi huzur

bilirim ve

tepkisizim

orospu ruhlu

can pazarı…


plazalardan

gecekondulara

acı

aynı acı

hayat aynı

değişen zaman…

en iyisi

en iyisi kaybolmaktı

onlar gibi susmaktı

artık çocuk değiliz

kapat perdeyi sıkı sıkı

aynaya yaklaş

güneş çoktan battı

ruhunu uzak tut

mutluluk hapları yok

bilmeliydin...



göremesemde seni

ruhuma sızan ruhun olmalı

kaçtık görmek istemedik

güldük bu sefer acıdan eser

içtik ayılamadık

baktık anlayamadın

koşmaya dair ne varsa

sadece kaçmak için yazdık



uyumadan uyansak da aynı dünyaya

kahkahalar atmalıyım

şen olmalı

yanaklarım taşmalı

karnım ağırmalı

sorun çok sonraları

oturup ağlamamak

iyi hissetmeliyim kendimi

kesinlikle iyi...




sözlü tarih

                     -kuruluş-
kendini kucaklamaya ezber bir suç boğdu
bu
tırnağını dudağına aşık eden
ilk es idi sanki
       ki ruja kan bulaşmamış saatlere solukluydu
parmak aralarında çarşaf
akşamdan kalma bir dumanı öper kadar
boş yastık
ve kekelemeyi bile becerememiş gözler
üzerinde diş izleri olan bir bardağa kandı
 
                        yuvarlanmak
 
           -yükseliş-
üşüyordu
yabancı bir alfabede tanıdık bir eğri
gözlerinde
pencereyle sokak arasındaki gölgeler
hiç'den korkmuş
kum kokularıyla kırılıyordu
ve yerleşik ellerim
ege'den
       ki kirpiklerine değin tuzdular
güz tayları bekliyordu
 
                     yakalanmak
 
              -fetret-
 
kışa yakışmadı us
üstünü başını örttü
doku ak-tı
gitmek isteyenin gidemeyişi gibi döküldü kahve
ten, duman, tüy
kar titredi
sesiz bir aşkın serserilere kuytulanışı
susuverdi şaraba
      ki sokak! ayalarını öptüğüm..........
çok fena yaprak döktü
 
             kilitlenmek
 
                     -çöküş-
bu kente gelemeyen bir trenin hüznü içimdeki
bir çay daha için
ertelenmiş intiharlar
ve talihimin arsız
yara rengi gözleri
sen.
şu doğuramadığım
 
susturamadığım
   su damlası
     ki en çok yosundan umduğum
yakalayamadığım
   şiir tay
      aslım topraktı oysa
ve kilitleyemediğim
  göçebe dudaklarım
    susamış morlar ülkesi
dahi yuvarlanışım
   zaman
hangi tarih affeder ki
sininde mermere kesmiş aşkın
seviş(il)memiş dizelerini,
Ege’yi.........

KOY VER GİTSİN

şimdi ben kalkıp da bu düşünceden
yağmur, çamur, su, toprak
ve mütemadiyen hepimizin annesi aynıdır
bütün küfürler bir yerinde toplanır
şehrin saçak altları bunun için vardır

şimdi ben kalkıp bu düşünceden
tava, yumurta, kavurma, haşlama
ve bozulur her şey illa ki
kırarken elimize de yumurta bulaşır
ki çeşmeler vardır düzenli mutfaklarda
                                             düzen gereklidir

pen-ç-ere ve dahi...

Bildim; titrek, telaşlı, hırçın, esmer kokusunu teninin... ©

Yazmak hele günlük yazmak öteden beri anlamsız bir iş idi onun için. İnsan kaybolabilmeliydi. Anlamadığı, son bir haftadır neden mütemadiyen eline geçen her kâğıt parçasına notlar düştüğüydü. Stoacı felsefe ‘öznenin en verimli eylemi günlük tutmaktır’ diyordu, anımsadı, güldü ‘e günah çıkartmak da bunun üzerine kurulu bir sistematik değil mi?’ ‘karar mekanizmasını ve düşünce kalitesini yükseltmek isterken karar vermemeye kadir olmak’ dedi şahitsiz. ‘Vicdanı özgürleştirmek isterken aklı mahkûm eden bir gidişat’ diye örttü üstünü düşüncelerinin. Kendini kendine gösteren, yaşamı samimileştiren şu basit günlük aslında yok olamamanın, hesabı tanrıya kesmenin ve var olamamanın da yolu oluvermişti... Güldü şahitsiz... Oysa onun da tek bir niyeti vardı elini kaleme şekillendirmesinde; hesap kesmek, hesabını kesmek tüm ötekilerin.

O, diye zamirleşen her şeyin içinde suda kalmış son yağ zerresi gibi onu düşündü, bugün bilmem kaçıncı kez; bir akşam önce attığı mesajlara anlam verememiş olduğunu sezinliyor, aslında kendisi de neden o mesajları yolladığına bir cevap veremiyordu. Neden o şiirler? Zordu buna bir cevap bulmak, zordu soruya cevap vermek soru kendinden geldiğinde. Bütün gününü aklında kalan fotoğrafları artarda dizerek ve kendi sorularına en doğru kendi cevaplarını vermeye çalışarak geçirmiş, yorulmuştu. Kalabalıklardaydı aklı... En doğru kareyi seçiyor onda en ‘şık’ duran nedeni üzerine koyuyor, sonra masadaki turunculu kadınla konuşurken bir diğerini daha ‘samimi’ buluyor, hesabı öderken bir diğerini daha ‘can acıtıcı ve ‘şiddetli’ ya da sokaktaki kavgaya şahit olurken bir diğerinin daha ‘sorun çözücü’ ve insani olduğuna karar veriyor ama ne akışı ne düşünmeyi nihayetlendirecek hiçbir cevap bulamıyordu.

Eve geldiğinde yine dünyayı düşündü, yüz ölçümünü... 20 m2’lik bir evde yaşıyor ama yine de derli toplu olamıyordu ve her eve girişinde aynı düşe düştüğünü düşündü. Düş neydi? Unuttu. İki tencere, 10 bardak, 1 tabak kirliydi. Bu sahnede yine ve hep üzülecek bir şeyler bulurdu. Bir önceki geceyi durmaksızın bir şeyler içerek geçirdiği vurdu yüzüne, yine... 2 kahve, 4 çay, 1 süt, 2 bira bardağı. Bir de kahve içmeye uğrayan arkadaşın hatırası...

‘Neden? Neden o şiirler? Neden alakasız esmer çocuk? Neden kendinden bende böyle bahsediyor? Neden çocuk? Neden alakasız? Benden bu denli uzaklaşarak kendini sıfatlandıran bir adamı bu denli hayatımın içinde hissediyor olmak neden? Bunun içimi acıtan bir tanım olması neden? Neden telefona uzandım? Neden merak ediyorum? Neden ondan eminmişim gibi bir duygu var içimde? Neden eminim? Kimden? Ne emanet ettim? Neden?

Tüm bu soruların cevabını tencereden alamadı, bardaklar farkındalıklarından küstah duymazlıktan geliyorlardı. Tabak? Islaktı zemin, kokmuştu üstündekiler, hatta o da ne üstünde bardak mı vardı? Kahve fincanına iliştirdiği parmağı ve arkasına dönüşündeki yavaşlık ile küskünlüğünün altını çizdi, çıktı. Kendi oflayışı bir, bir de tabağın kıpırtısı...

Onun kafasından da sorular geçtiğine emindi. Onun da kafasında bu soruların olduğuna emindi. Onun da kendisini düşündüğüne emindi. ‘Tam da şu an’ dedi içindeki öteki ‘o da seni düşünüyor.’’ Bu nasıl bir küstahlık’ dedi içindeki ‘bu sana çok büyük haz veriyor.’ Küstahlık değilse neydi; bu denli uzak olduğu, uzak tuttuğu ve defalarca kırıp, parçalayıp, kanatıp, bırakıp kaçtığı bu adamın onu düşündüğünü bilmek ve bundan mutlu olmak? Nedendi tüm bunlar?

Samani tam sayfa ‘neden?’ yazdıktan sonra durdu, duruşuyla çizdi gözlerinin rotasını, parmağındaki yüzük demir attı gözünün dalgalarından içeri. Gülümsedi. Bu anıya takıldı damarlarındaki kanın akışı geldi yüreğine hız veriverdi. İninde masalların yürüdüğünü ve göğün dilek çaputları ile sarılmış gölgeler ağı olduğunu anımsasaydı... An’da yine yeni bir şeyler olduğu düştü anına. Adla değil anlamla ‘dilek’ yazıyordu yüzüğün içinde adı da değildi ya işte... İçi doldu... bir Dilek kaybetmiş o bulmuş ve bir dilek dilemişti. Gülümsedi, gülümseyişi de tesadüf değildi işte her şey gibi... Dudağındaki kıvrımdan, kahvesinden, sigarasından, hayattan bir de; payını çekti içine. Yazmaya karar verdi.



‘’Özne, ifşa sürecinin operasyon alanı değil, hareket tarzı kurallarının bir araya geldiği noktadır.’¨

İki gün önce okumuştu bunu. Okumuş ezberine koymuştu. Kendi zindanından kaçar gibi açılmıştı gözleri. Kendi tarihinden bakar gibi, sırtından kendini indirivermişti kendi elleriyle. Koca bir çemberde spirali görüvermişti. Zıplayarak da çıkılırdı çemberden. Zıplamak? 37 numara ayakları olduğunu düşündü. Eliyle yemek yemeyi özlediğini sonra. Elleri beyaz, elleri elsiz. Vuslatı ölüm sayan bedeviden bir farkı yoktu Freud’un, farkı yoktu kapısından çöl süpüren Nilgün Marmara’nın Leyla’dan, kendisinin bir farkı yoktu Pia’dan, maşuk olmamayı seçmişti, o kadar. Özne ile iktidarı ayıran, ötekisizlikti. Farkı yoktu düşüncenin kolluktan.

Bir nefeslik düşündü nefes almadan. Git gide karmaşıklaşan bir savaş vardı ama bu savaşın neresinde olduğunu unuttu. Çağırsaydı tüm çağrışanlarıyla çağrıyı. Yol, bilme, özne. Özne? Özne: bulmaya çalışan, Yanılan; bulduğunu sanan, yanılan; bulan, yanılan; tüm bunları yaşayan, algılayan, ha cesaret ‘yeniden’ diyen, ‘başka’ diyen, ‘tekrar’ diyen, dediklerini, diyebildiklerini, demediklerini anlayan ve anlarken yanılandı. Özne? İnsandı. Ama tüm bunları bu sarı saçlı, hor bakışlı, ayağı patikli, penceresi yağmurlu, tırnakları yorgun kadına birinin anlatması gerekirdi zira tarihini, gidilmemiş dağlardan çalıntı sis bulutları gibi gözlerine takıyor, hiç ağlamıyordu. Deftere baktı. Sis bulutunu düşürmemek için kâğıda yumdu gözünü. Yaşamaya alışmak mıydı bulutla yoksa sissizlikten korkmak mı?...

Ona gönderdiği şiirleri düşündü, bir önceki geceyi, başucunda bekleşen kitapları, söyleşen şairleri sonra. Onları ihmal ettiğini... Eksik olduğu aşikâr tenini düşündü, göğsündeki yalnızlık emaresini, parmağı titredi birden, birden yağmurlu bir şubat oldu sokak. Terliği sıyrılıverdi ayağından, düştü. Ürperdi.



“Sen sık sık gülen, gülerken de sevecen bir Akdeniz çizgisini sol yanağına ağzının, iliştiren çocuk. Özenle. Yabana mı atıyorum yani 06.30’ları? Kitapları? Değil, değil bunların biri. Gözlerimin gemileri kuş istiyor. …. Biliyorsun, ben hangi şehirdeysem, yalnızlığın başkenti orası. Ve biliyorsun, kişi tutkularıyla yalnızlığını adlandırıyor o kadar.”ª


Neden istemişti ki bu dizelerle o da savaşsın? Yoksa kelimelerin altında mı kalınsın, kelimelere mi sarılınsındı? ‘Ne çok yorgun gördü beni’ dedi içindeki, ‘belki de hep!’ herkesin var mıydı yanında yorgunluğunu yaşayabildiği ötekisi? Yoksa, yorgunluğuna hep ‘alakasız’ mı kalmıştı adam, o dinlenirken? Ya kendisine? Milyonlarca filmden 3-5 kare takılmıştı aklını seyrine. ‘Adam kadını sevmiş miydi?’ ‘ben beni sevmiş miydim?’ dedi. Boşlukta oynaşan dumanı şahit tuttu sesine. Bir anda dağıldı duman, çarptı kırıldı ses, boşluk baki...

Ve sabah, bu sabah işte. Korkunç bir ağrıya açılmıştı gözleri, pişman. Bir ömür uyumak kaplıyordu içini böylesi sabahlarda. Yorganın başına dokunduğu yer taşlaşıyordu. Taşlaşıyordu ten, demlik, peynir. İçmemeliydi.

Mesajları attıktan sonra telefon çalmış, zaten harfin bile inkılâbıyla şuuru zayıflamış toprağın derdine; sağdan sola, soldan sağa eğrilen, eğrildikçe bedenini ‘ışık mı, karanlık mı kendinden doğar ey sınır’ kokularıyla donatan harflere öykünmüşken yakalanmışlığıyla telefona sarılmıştı. Ne de olsa hedefi şaşmış gözleri, kaçışın bahanesini buluvermişti. Adalardan bir adanın kokusuydu Melikenin sesindeki, sırtına sarmış, çıkıp gelmişti.

-‘seni göresim geldi!’

Asla yenilmemiş, kahkahalarla dünyayı döndüren kadınlara öykünen sevgi dolu sesine tutundu. Mülk, melik, malik, melaike... Yakaladı kendini. İyi değildi. Bir canlı görmek, hoş nahoş bir iki sohbet etmek, en çok da mesajlardan sonra içinde git gide genişleyen zamanı hızla tüketmek için attı kendini sokağa. Bu şehir hep bahar kokuyor diye düşündü, bir de gecenin o saatini hiç ayık görmediğini. Korktu, ayıklık ve cesaret ile söyleşti kaldırım taşlarının serkeş selamında. Bitirim olmadığını anladı otobüs durağının nazik bakışlarında ve kadın olduğunu bağırdı; limanla kesişmeyen, ışıklı caddelere ilişmeyen, şehirle işveleşmeyen o dimağsız sokak. Korktu, korktu ve mutlu oldu korkusuna sarılarak.


“Ağzının bir kıvrımından cesaret bularak, tek yürekte susayışlar yaratan yağmurlara açıldım. Kalmışsa tomurcuklar önünde sendeleyen çocuklar, kalmışsa birkaç ısrar ölümle yarışacak, onların yardımıyla dünyamıza açıldım. Sen ol küçük bir kıvılcımdan, bir heceden aşk için vaha değil aşka otağ yaratan. Sen ol zihnimde yüzen dağınık şarkıları bir harfin başlattığı yangın ile söndür. Beni bir ses sahibi kıl. Kefarete hazırım. Öyle mahzun ki hüzün ciltlerinde adına rastlanmasın..”§

Kalemi pür cesaret kâğıda daldırdı. ‘Akış’ dedi içindeki ‘gidişin aynasıdır’. Yazdı...

Feribottan indiğimde ilk gözümün değdiği yer dudaklarının kıyısında demlenen serseri çizgiydi. Muzip, alaycı, şaşkın, meraklı, uslanmaz... Elimin yüzüne uzanışı da bundandı belki. Kendi payıma düşeni isteyişim gibi. Dokunsam hep gülümseyecekmişim gibi. Yerini bilsem, her gözümü çevirişimde içimde hiçbir şey korkmayacakmış, kopup ayrılmayacakmış gibi. Hani bir öpüversem, tenimde esmer bir kavşak çoğul ve sükun dönecekmiş gibi, uzandı, dokundu, bildi, elim. Ama o el bu eldi işte, benim elim ki küskün, yalnız, gürültülü, kan içinde. Çizdi elim yüzünü, mavi, şeffaf. Yüzündeki kıvrım kurudu birden, birden kıvrımlarının beslediği vaha sarardı. Ölgün ve zaferkeş bir bileğin taşıdığı, toprağına nefret zehrolmuş o el, o beden, o yatakta, halen nefes alıyor olmanın huzursuzluğuyla kıvrandı. Acıttı, meşk adına ne yapmışsa insanlık. Kindeş buldu kahkahalarımı asfalt, tuttu yamadı sarhoşluğumu sokağa. Küfrü dost bildi dilim, gönlüm an’ı ibadet, su sürmedim yüzüme, arınmayı ihanet. O el sevişmek bildi, aşka ihanet. Sevmedi. Seviyorum demedi. Bildi ki, tek tefekkürü nefret. O el o yüze ulaştığında, kırılıp dökülen, döküldükçe dağılışı ruhu yırtan, delen kesen bir ayna oldu tarihim. O ayna bir daha hiç birleşmedi zihninde hayatın, dokunulan, yan yana tutulan her parça gözümden zihnime uzanan çizgi oldu, geldi yerleşti tüm renkleriyle gözlerimin altına. Büyüdüm. O el o yüze ulaştığında, anlam ağladı. Üstünden uzanıp geldiğim yoldu anlam, dokunduğum deniz, sevdiğim adamlardı anlam, babamın öfkesi, duvarda kırdığım şişelerdi, klozetteki aksim, kaybolduğum şehirlerdi biraz, yıkıntıların altında kalan kelebekler, karların erimesi, rakamların zarureti... Ağladı anlam. Su aktı. Ağlamadım. Anlamlandım. O el o yüze değdiğinde, için güldü. Bir iç çekti anlam, içi sızladı. Yüzünü döndü senden ve benden. Burnun sızladı. Gülümsedin, kim bilir neye inat. Anladım, büyüdün. Up uzun bir yol buldu avuç içinde varolmayı bekleyen kavşak. Elimi eline sığdırdın. Çarpıştık.

İlk defa bu denli netti o gecenin sureti. Kâğıda baktı, iki kelime nasiplenmişti samani kâğıt bunca geçmişten. ‘feribottan indiğimde...’ ama eli sızlamıştı yazılabilirlerin cenderesinde. Kalem tedirgin kâğıda bakıyordu, ikisi de koklamıştı o kurşuni gecenin İstanbul’a hâsıl kokusunu. İkisi de şahit bilinmek istemiyordu. Özlemek istediğini düşündü, bilmediği rengini masanın, o barı, o geceyi. Eline baktı, gözüne baktı, kuruydu her şey hala. Kaçarcasına bu sabaha gitti düşünceleri. Başının ağrımasından nefret ettiğini düşündü. Neden o kadar birayı? Vücudunun rahatladığını düşündüğü içindi eskiden, en azından en iyi yalanı buydu. Ama yanılıyordu işte, hem de bile bile. Sarhoşluğun yükünü, sarhoşluğu körükleyen ve sarhoşluğun körüklediği hiçbir şeyin yükünü taşımak istemediği geçti aklından. Geçiştirdi.

‘feribottan indiğimde...’ Onun, kendisi için bu denli önemli olduğunu hiç bilmemişti, ilk kez mi itiraf ediyordu? O anı bu denli iyi hatırlıyor olması? Kaşını kaldırdı bilir bilmez, oda pür şahit, o fark etmeden. Hayatına ayıyordu. Dört yıl önceydi. O zamandan bu zamana hiç düşünmemiş olması... Ya da ne bilsindi işte, oluvermişti... Acaba o, bütün bunları bilseydi ne düşünürdü? Alakasız mı kalırdı her şeye, yoksa esmer mi? Çocuk kalsındı! Evet, evet öyle kalsındı... ‘zaten sevdiği şey sende’, dedi içindeki, ‘içinde akan ağılı nehir.’ Ama bilmiyor ki, o nehir aşk için ne vaha ne otağ yaratan. Kulağına süzülen melodiye aktı, zihni sustu bir an. Bir nefes sigaradan bir nefes yağmurdan çaldı. Eli telefona gidip gidip geliyordu. En sonunda aradı. 00.17 uyuyor olmalıydı. İzmir’de de gece somurtkan mıydı? Onlarca erkeğin arasında, onu, en oraya ait olmamışlığıyla bulmaya çalıştı. Onca ayrık onca insanlığıyla nasıl tutardı eli silahı, o el sevgiye açılırken her yağmurdan sebeplenip? Nasıl öğrenirdi öldürmeyi bunca yaşarken, yaşatırken? Savaş? Şiddet? Vazgeçmeyi istedi düşünmekten, hayattan vazgeçer gibi sert, net... Onu düşünmekten hepten vazgeçmek istedi. Mutfaktaki çikolataları düşündü, okumaya başladığı kitabı, yatak örtüsünün kadife soğukluğunu sevdiğini düşündü, gramer sınavını, barda tanıştığı Budist çifti, otobüste kucağına aldığı bebeğin kekre kokusunu, sevgiyi düşündü, güçlü güçlü, sonra yine onu düşündü, kahkahasını... Güldü. Bir fincan kahve şahitlik etseydi ya buna diye düşündü. Sütlü...

Mektuba başlamış mıydı? Mektuba nasıl başlanırdı? Kâğıda ve kaleme korkak bir bakış attı, kirpiklerini şahit tuttu soruya. En son görüşmeleri düştü aklına. Görüşememeleri, bir yan yanalığın bu denli işteş olmayışı... Gülümseyememeleri, bakışamamaları, sevişememeleri, susuş muşlardı ama... Ellerin titreyişi, birbirine ısrarla karışmayan ter kokuları… O utangaç, kıskanç, öfkeli bakışlarını düşündü. İncitmek istedikçe esmerleşen teniyle, şefkat beyazı gözleri arasında yitip kaybolan dudaklarını. Ne denli korktuğunu hatırladı. Kendi kendine savaş açan bir adamın rengiyle yüzleşmek. ‘biz seninle asla yan yana gelemeyiz!’ sözcüklerini yan yana getiren, eğilen, bükülen şekillenen yüzündeki arzuyu. Hiçbir şey hissetmeyişini, hayatın herhangi anında çekilmiş fotoğraf gibi sararmış öfkelerini düşündü. Adamın usunda itelediği, kızdığı, parçaladığı varlığını düşündü; yüreğinde yer eden ruhunu sonra. Hayatı düşündü tesadüflere yer vermeden. Burun buruna geldiği şiirleri. Üzeri kireçle örtülmüş mozaikleri, toprağa gömülmüş kitapları, balçıkla sıvanmış her şeyi düşündü bir bir, balçığı düşündü. Terledi.

Bir günah olduğunu onun için, bile bile işlenen, haz veren, acı çektiren, günah bir günah. E eğer öyleyse neden yazacaktı ki ona tüm bunları çiğneyerek. Evet, bir özür vardı dilenmesi gereken, ama özrü yaratan hayattı. İyi olsun isteği vardı içinde, temenni; şahitsiz, iyi olmasının koşulu uzak olmalarıydı. O halde neden yazacaktı? Tüm bunları düşünen, düşünene, düşünerek ne yaşayabilirdi? Neden?


Merhaba!
Ben hiç yalnız hissetmedim kendimi, yalnızlığına beni katan bir sen vardın. Sen de kendini yalnız hissetme olur mu?


Evet, bunu istiyordu. Ama söylemekten vazgeçti telaşla, yırttı kağıdı. Ah bi sesini duyabilseydi, her şey kendiliğinden çözülecekti. Soğuk, mesafeli birkaç cümle duyup, onu her daim güldüren birkaç sarsaklık yapıp kahkahasında gölgelendikten sonra yazmaktan vazgeçebilirdi ama telefonu açamıyordu işte, yazmayı düşünmeye devam ediyordu çıkarsız, yağmur damlaları üzerini örtüyordu hece hece. Naçar, yağmur yağıyordu ve o şubat gelip duruyordu önünde, sonra mart. Köşedeki kombinin oduna öykünür sesleri; mutfaktan süzülen arsız soğuk; dolapta boynu bükük, neşesi ekşimiş mezelerin hayal kırıklıkları; kapı ağzında her an bilmediği gidilebilirliklerin cesaretiyle burnu havada, etrafı süzen bavulun tehditkâr kıpırdanışı; Ahmet Kaya’nın kaya gibi, vazgeçilmez öfkesi sonra, toprak toprak, dünyayı evirecek; hayatta soru işareti bırakmayacak gibi bilgin şarap şişelerinin gülümser sabah söyleşmeleri, şairlerin akşamdan kalma demir tozu heceleri; uykular... Bir nefes hayattan, bir akis aynadan, bir iç çekiş sigaradan çaldı. Dudağından bir öpüş çalındı. Kulağına ritmi aksak melodiler taktı. Gözünü kâğıda iliştirdi, boştu kâğıt. Elini uzattı sonra, en korktuğuydu eli, unuttu nedenini, özne eliydi, döndü kavşaktan, uzandı yola.

Yolun kendisidir serüven.
Ulaşmak? Sözü bitirir, an’ı genişletir. Edilecek küfrü olanlar yersizdir.
Aşk’la vurulur demire aşk için değil. Sevişen? Çekiçle ateştir. Demir şekle gelir, bir de vuran. Haz ateşin, öfke çekicin, acı demirin, azim demircinin hamurundandır. Dinleyen ruhuna paye iliştirir, yolcudan. Kalan; bakışını asar, arka tekerleğe güç veren. Giden; bir ışığında göz bebeğinin, büyür. Keskin ve kabullenir çizgiler ikram eder muavin; keşkeler ile buharlaşmış cama kalın harfler yazan yolculara. İşte bu kadar zordu sana ve benden gitmek...


Dizlerini çekti karnına. Biri sarılsa şimdi, ağlayıverecekti kelimeler arasında kalan boşluğa. Ama kimse ve hiçbir cümle ona sarılmadı, ağlamadı. Yağmur kokusu iliştirdi bilir bilmez harflerin keskin uçlarına. Islandı kâğıt, yırtıldı olduğu yerden olmak istediği yere doğru. Zaman iki geçti, an paslanıverdi şimdiyle sonra arasına. Rakamları düşündü. Saat şimdi 01.25 tarih? 12.01.2007. Onu tanıyalı 4 yıl oldu. Tanımayalı çok, tanıdık bir şey görmeyeli ne kadar oldu? Tanışmayı öğreneli? Tanınmayalı?

Bir sigara daha yandı zamana. Yanıp kül olan zamana efkâr tütsüledi parmakları. Kahve bitmiş, müzik susmuş, gecenin perdeden süzülen karanlığına yağmuru peşkeş çekmiş, düşünüyordu. Sutyeninin olmadığını... evet, sutyeninin olmadığını, onu kadınlığı bir ayıpmış gibi örtüştürmeye çalışmadığını, tenini, göğsünü ve üşümüşlüğünü düşünüyordu. Kollarının çıplaklığını, bacaklarındaki ağrıyı, oturdukları barda –ki Han idi adı ve yaklaşık yüz yıldır Handı. Ne zaman kapısından içeri girse bahçesinde at kişnemeleri, nal sesleri duyardı telaş telaş, ıslak tütün, paslı yatak ve beyaz kadın kokardı bahçedeki çiçekler- dizine sürtünen adamın etinde bıraktığı sırıtışı sonra. Sutyenini takmayı unutuşundaki kaygısızlığı, kendini salıverişini yalnızlığa. Hepsine birden gülümsedi, gülümseyişiyle aydınlanan omzuna şahit oldu. Keyifliydi kadın olmak, kendine gülümsedi. Unuttu kalemi, unuttu samani boşluğu ile genişleyen; genişledikçe istekli, doyumsuz, apaçık, üretken ve dahi kendiyle bir tuttuğu kâğıda tohum dökesi erkekliğini.

Pervaz, dirseğine ilişti. Yol görünmeyen, selamsız gecelerin edilgen yağmurlara suç işlettiği –suç da neydi? – kahvenin sükûn, patiğin vefa, kimse(-siz)liğin üzüm damıttığı, o biçimsiz, o gölgesiz, o üryan karanlığa baktı. Yine aymadı içindeki susuzluk. ‘yazamadım işte, hem sevmiyor ki zaten beni?’ dedi içindeki, saçlarını şahit tuttu ‘zaten’e, ha bir de üç noktayı kaleme. Sestos’da tuzlu, ışıksız, esmer bir ter vurdu kıyıya. Kadın uyudu, sarı. Su susmadı. Kâğıt yanmadı. Yağmur durmadı. Yıkanmadı kadın.

Adam? Korktu adam; sigaradan bir nefes, hayattan bir de...








© 11/03/2003 –ar oğlanların göğsüme süzülüşünü saldım/ saldım koynumdan uykuları/iki olanı severmiş gibi/öptüm bileklerimden/bu/gecenin gecikmişliği olmalı/böle terli koparmazdı dudaklarını/sindim/iki olan her şey sır(lıy)mış gibi/öptüm kasıklarımı/döndü ay/rengi yok kadının bileklerine/iki olan her şey sudaymış gibi/gözlerimi örttüm/....
¨ M. Foucault
ª Cemal Süreyya
§ İsmet Özel

RET GİT



bir gecede şair oldum çıktım

biraz hava alayım dedim açıkcası

sigara yaktım havanın yanına ayrıca

sıkıldım biraz eğlenmek işte

bir gecede şair oldum çıktım

kapı eşiğinde silmedim ayaklarımı

durdum ama biraz evet

beklettiysem kusura bakma evet

biraz hava alayım dedim açıkcası

bir tekrara düştüm sokakta evet

evet anlatacaklarım var

şehirden geliyorum

bir saniye

şair oldum çıktım

çıktım

(n)çık

ol

ma

mış

SİZİ ÇÖZDÜM OĞLUM

sizi çözdüm oğlum şiirime başlıyorum şiirime başlıyorum
çektim yoldan her şeyi
geliyorum..
bazen korkuyorum kirlenecek diye çarşaflar
genelde ve sık sık hep tutuyorum
içimde kendimi ben..
nereye gidiyor bilmiyorum onca küçük ben
çarşaflar temiz kalsa da
kirli çamaşırlarla dolaşıyorum ben..
sizi çözdüm oğlum şiirim devam ederken
biliyorum ki ben tek şiirle olmaz
diye yazıyorum
bu ikinci şiirim itiraf ediyorum
ve beni affedin diye söylüyorum
dürüstüm sanmayı seviyorum
ne de olsa çamaşırlarım iç
ve iç’im karanlık




ARANOA:BİR ZAMANE MASALCISI



İnanın bana, “herkesin bir masalı vardır” lafı bir klişeden ibaret değildir. Sadece çok dillendirilmiştir. Çok dillendirilmiş ve altındaki anlam çok ötelenmiştir.  Çünkü hayatlarında sadece dantelli elbiseler, parlak ışıklar, öpülesi kurbağalar ve masal kuşları bulunanların değil, aklınıza gelebilecek her insanın ardında anılar, başka insanlar ve şehirler vardır ve elbette her şehrin de bir anlatıcısı…
Yani dünya masalı en iyi olanı değil, onu en iyi anlatanı ödüllendirir.
“Mesela kim?”dediğinizi duyar gibiyim, size hemen bir isim verebilirim: Fernando Leon De Aranoa.
İsmi bile bir masaldan fırlamış gibi duran bu beyefendi, bana kalırsa İspanya’nın ve değeri anlaşıldığında bütün dünyanın en iyi anlatıcılarından biri olacak. Yaptığı filmlerle bunu birçok kez kanıtladı ve bundan sonra da kanıtlayacağına eminim.
İspanya’nın el üstünde tuttuğu bu güzide  (ve hadi dürüstlüğü elden bırakmadan konuşalım ki yakışıklı) yönetmen- masalcısı, Türkiye’de ismen bilinmese bile, Güneşli Pazartesiler filmiyle pek çok insanın ruh dünyasına konuk olmuştur. Evet, dikkatinizi çektiği üzere ekranına filan demiyorum, çünkü bazı filmler bir ruhla seyre dalınır ve izleri de yine ruhun bir köşesine sığınır. Sonra aralıklarla ve yeri geldikçe saklandığı yerden çıkıp ruhunuzun en ince noktasından bir kez daha yakalar sizi. Güneşli Pazartesiler, Amador ve Prenceas yönetmenin söylediklerimi en kuvvetli temellendiren üç filmi ve Amador’u Film Ekimi’nde de görmeniz mümkün.

Aranoa, izleyicisini yaşarken herkesin farkında olarak ya da olmayarak özlediği ve deli gibi eksikliğini çektiği bir duyguya götürüyor: İnsanların hikâyelerini gözlemlemekten yola çıkarak kendi romanlarını, ruh dünyalarını ve ıslak kırık bir geceyi tanımak ve bunun tatlı derdiyle yaşayıp gitmek…
Aranoa, yağmurlu pencereler, puslu şehir manzaraları, sadece kaybedenlerin hayatında bulunan ışık seli, gözyaşı ve çekmecelerde unutulmuş mektuplar demek. Zor hayatlarımızın bir yerinde kalbimizin sadece bir organ olmadığını anlamak ve serin bir akşamüstünün ya da sevdiğimizi birinin gözlerindeki ışığın, yaşamak için bir direnç olabileceğini fark etmek demek. Sınıflar arası uçurumun yaşamı çelişkilerle ve çaresizlikle kuşattığı dünyada ayakta durmanın ve direnmenin ne olduğunu destansı değil de olduğu gibi, yani hepimiz ve herkes nasıl yaşıyorsa öyle anlatmak ve çizdiği karakterlerle masallara yeniden inanmak demek.



Evet, Aranoa aslında bizi sömüren ve zorlayan koşullarla örülmüş düzenin çarkına kapılmışken, bir dişlinin işleyişini değiştirerek hayata karşı direnebileceğimize dair sözcülük yapıyor. Direnmenin görkemli masalını koyuyor önümüze. Liman işçileri, seks işçileri, bakıcılar, yoksul aileler ve daha pek çok kahraman bu muhteşem yönetmenin elinde kendi romanını oluşturabiliyor. Aslında bu kahramanların olduğundan değilse de göründüğünden farklı, muhteşem renkli insanlar olduğunu ve aslında her birimizin içinde açığa çıkmayı bekleyen renklerin bulunduğunu bize muazzam bir sinema dili kullanarak veriyor.
Aranoa, kurmacaların yapay ve yavan dünyasından kurtulup kendinizden bile daha gerçek fakat özellikleri düşünüldüğünde yerlerinde olmak isteyeceğiniz karakterler çıkarıyor karşımıza. Başarısı ve samimiyeti bundan bana kalırsa. Bize çok güzel masallar anlatıyor ve iyi ki hiçbirinde prensler, prensesler, kurbağalar, periler ve büyücüler yok. Yani bunların hepsi bizim masalımız.

Soylu kalemleri, ünlü yönetmenleri, filmde hareket ve görsellik peşinde koşanları bir yana bırakın. Kalbinizin en hassas olduğu günlerden birindeyseniz, hayat sizi fazlaca zorluyorsa, hüzünlü ve aynı zamanda tatlı bir rüzgâr arıyorsanız eğer… Üstüne üstlük bir de sebebini ömür boyu anlayamadığınız bir hüznün kırıklığını taşıyorsanız içinizde gizli gizli, kahvenizi yapın, mevsime göre battaniyenizi alın ya da odanızın camlarını açın ki rüzgâr saçlarınızı yalasın ve bir Aranoa filmi izleyin.
Kalbinizde bir şeylerin yer değiştirdiğini fark edeceksiniz.


Ve meraklısı için bağlantılar:

ÖTEKİNİN İÇİNDE MEŞRU MU DÜNYA?


“Gövden mi var derdin var. Etin markası olmaz. İnsanların öldürülmesi hoş bir şeydir. IQ'lar eşit olmadıkça, insanlar eşit değildir. Botobur bir ulusa faşizm ne güzel de yaraşır.”
K. İskender      666

Dört saatlik bir yolun ardından ulaşmıştım, İstanbul’du. Tanışmak istediğim insanlar, söyleşmek istediğim mevzular, omuz omuza yürümek istediğim sokaklar vardı. Tanışılacak, konuşulacak, ihtimal ki sevmek işteşleşecek, yan yana, rengârenk alanlar açılacaktı. Yuvarlak bir masaya ilişti dört adam üç kadın... Üç kadın ‘kendiliğinden’ sol yana, dört adam sağ yana, yan yana oturmuş, hararetle konuşmalar iki öbekten yayılıyor, dağılıyordu. Bir an düşündüm, ‘acaba neden homojen oturmuyoruz?’ Diğer iki kadın seçimleri konuşuyordu, biri diğerine ‘evet oy vereceğim, temsiliyete inandığım için değil, Balat’ta, Sultanahmet’te rahat yürüyebilmek istediğim için. Öğrencilerimi geziye götürürken korka korka yürüyorum, onlar da tedirgin oluyorlar...’ dedi. Sözümü yuttum. Bu cümleden neler çıkardı? Yanımda oturanın öğretmen olduğu, kadın olduğu, kadın mağduriyetlerinden artık çok yorulduğu, inanışı ya da inanmayışı yüzünden ötelenmek istemediği, cümlenin yankılandığı bahçenin güzel oluşu, kızıl bir akşamüstüne dağılışı seslerin, ağaca takılışı harflerin... Velhasıl güzeldi kadın. Ateşe çalıyordu saçları. Ama bu cümleden çıkmıyordu kadının işveli, cilveli oluşu. Çıkmıyordu işveli işvesiz her kadının çeşitli sebeplerle yaşadığı o tacizi, kimin hangi sistematikle kimi ötekileştirerek kime uyguladığı sorgusu da. Çıkmıyordu kimin nerede neden rahat yürüyemediği? Ayrımlı, ayrımcı ayrı ayrı temsili iktidarların mekânlarla biçimlenişindeki arazlar. Doğrudan’a, hemen şimdi’ye inanan bir kadın bu cümleden çıkıp gidiyordu. Gönlünce giyinmiş bir kadının yaşadığı anlık taciz, anlık et olma hali; gönülsüz kapatılmış bir kadının yaşam boyu etten oluşu; gönlüyle kapanmış kadının duruşu, tercihi dokunmuyordu birbirine. Tüm ötekileri çoğul olmanın hazzıyla her yerden, her zamandan, göz önünden, göz göze bir yaşamdan, sokaktan, alanlardan öteleme, istememe, yok etme, isteği çıkıyor muydu? Yo, çıkmasındı, böylesi güzel bir duruştan bölesi bir refleks çıkmasındı, çıkmamalıydı.

 “Küçük prens gitti gülleri görmeye. Onlara:
-siz benim gülüme hiç benzemiyorsunuz. Siz hiçsiniz dedi. Kimse sizi ehlileştirmedi, siz de kimseyi ehlileştirmediniz. Tilkim gibisiniz. Eskiden o da binlerce tilki arasında bir tilkiydi. Ama ben onu dost edindim, şimdi dünyada biriciktir.”
 Antoine de Saint- Exupery       Küçük Prens
Kadıköy’dü, sokaktı, iki kadın, iki adam ya da çok kişi, çok insan yürüyorduk... Bendim biri, yüzümdeki hüzünle, yoldan gelmişliğimle, masadan kalma şaşkınlığımla; bende olmadan. Her yolculuktan, aklıma ve yırtık pırtık not defterime bir şeyler takıştırırdım. Bu yolculuktan da; karakaşları yüzünü gölgeleyen bir güzel ve varıştan; kızıla çalar saçlarını nahif toplayan bir kadın takılmıştı.
Dans etme zamanıydı artık, yol bitmiş, buluşmalar, söyleşmeler mutluluğunu ve huzurunu yüreğime takıp gitmişti, silkindim.  İstanbul’un daracık sokaklarını, şenlendire güle yürüyorduk Moda’ya doğru. Ellerimizde poiler·; ateşle, bedenlerimizle ve coşkuyla buluşmaya gidiyorduk ‘başka’ olmanın hazzıyla. Birden bize baktım. Giyinik miydik çıplak mı? Örtünmüş mü açık mı? Samimi miydik küstah mı? Dokunan mıydık dokunulan mı yoksa dokunmaz dokundurmaz bir uzak mı? İçinde miydik yürüdüğümüz yerin? İç içe miydik tüm yürüyenlerle. Değilsek nedendi? Bir ‘ötekini’ bir ‘ötekine’ düşman eden neydi? Bir azı bir aza kırdıran, bir örselenmişi bir gözü mora kışkırtan, bir silahı bir silaha zalim kılan değil miydi bir ölüyü bir ölüyle yan yana yatıran, değil miydi yine de silahı bırakmayan? Değil miydi insan? Ayağımın kaldırıma çarptığı yerde duydum kendimi. Gözlerim doldu. Akmasın diye içimdeki kadınsının ötelenmiş, aciz bulunmuş gözyaşları, derin bir nefes aldım, sokağa baktım. İşte orada birden dondu an; anın donuşunu gören iki kadındık yalnızca, diğerleri boyuna zamanın, yürümeye devam ediyordu.  Anda: yaşlıca, orta halli, oldukça güler yüzlü bir kadın ve bir çocuk –kadının gözündeki ışıktan belli ki torunu- yukarıdan aşağı; oldukça renkli, bakımlı ‘modern’ görünümlü ama yüzü ve ellerinden başka yeri çıplak olmayan ergen bir kadınsa aşağıdan yukarıya, sıcağı hiçe sayarak yürüyorlardı. Torununu eline olanca sıcaklığıyla sığıştırmış, orta yaşlı kadın durdu ve yan yana gelme ve geçme anı içinde – ‘bak eğer okumaz isen sen de böyle örümcek kafalı olursun işte!’ cümlesine sığıştırıverdi, tacizini. Toplumun, tarihin, inancın, kadınlığın, örselenmişliğin aczini. İki kadın, iki şahit, kalakaldık sokağın, Kadıköy’ün, İstanbul’un ötesinde, dışında. Punk görüntümüz ve otoriteye, cinsiyetçiliğe karşıtı tüm düşlerimiz, düşüncelerimiz, döküldü üstümüzden, saçıldıkça çığlık oldu sokakta... Kimin öteki olduğunu danışacak bir masa, ‘iktidar nedir?’ sorusuna binaen bir kitap, kimin kadın olduğunu beyan edecek bir bilirkişi raporu ya da TBMM TV’nin açık olduğu bir televizyon düşüvereydi başımıza belki daha kolay olurdu an. Ama işte zaman, neylersin, devama muktedir uzandı, gitti.

 “Akıllı bir kişi dedi ki:
‘bir gün yazıda bir karga ile bir leyleğin birlikte uçtuklarını görüp merak ettim ve bu arkadaşlıklarının sırrını aramaya karar verdim.
Yanlarına yaklaşınca her ikisinin de topal olduğunu hayretle gördüm’ dedi.”
          Mehmet Zeren         Mesnevide Geçen Bütün Hikâyeler

Elimde; adımın yanında kaza halinde ödenecek sigorta bedelinin yazılı olduğu 
bilet, derme çatma bir otogarın, kirli kadife sandalyelerinde, çayımı karıştırırken düştü gözümden ilk damla. Kaza işte! Annemin gözyaşlarıyla benim buz gibiliğimin çarpışmasına, nihayet insancıl bir tepki verebilmiş sessiz, kimsesiz, soğuk ağlıyordum. İçtiğim en iyi çaylar hep böylesi garlarda demlenmişti. İşte, çay bahaneydi, insan en çok buralarda koyulturdu kendiyle muhabbeti. –Benim babam senin babanın seni sevdiği gibi beni sevseydi... (ah annem, seni kimler kapattıydı hayatına? Bal rengi saç örgülerin miydi gazetelerde manşetlerden başkasını okuyamamana neden? Yoksa öğretmen kocanın mavi gözlerine tutkusu mu? Ya benden istediğin? Kollarının, çıplak kollarıma öykünüşü? Sevdalarım? Sevdasızlıklar? Acılarına bir benim direnişim? Boyun eğmeyişim? Ah annem bir sen anladın kadınlar neden kazıtır saçlarını? ) Cümle bitmeden ben paslanmıştım, annem ağlamıştı. Otobüsün kornasına çözüldü yumruğum. En ön cam kenarı, ‘umarım yanım da boştur’ geçti içimden. Kimseler bilmesindi rimelimden çizgilerime yol alan sorguyu. Tüm gardlarımı giyinip merdivenlerden çıkarken fark ettim; cam kenarında oturan kadını; 20 yaşlarında; örtüsünün gölgesine, duru beyaz tenini ve tüm öfkesini sığıştırdığı karakaşlarını iliştirmiş, oturuyordu. O da beni gördü; yirmilerinin sonunda, elleri dövmeli, saçları renkli, eteği kısa... Afalladı kadın, refleksle gözü muavini aradı, ‘böyle bir eşleşme olabilir miydi?’ bunun cevabını o yorgun çocuk nereden bilsindi? Vazgeçti kadın bir bardak su istedi. Cam kenarı benimdi, ama şimdi bütün konfor anlamını yitirmişti. Ben belki onu bilirdim ve izin verse belki severdim ama ya o beni? Belki severdi ama bilir miydi? Yıkılmalıydı iki koltuk arasındaki bitimsiz, kemiksiz, kimliksiz duvar... Alelacele gitti elim çantama, rahatsız oldu kadın; çanta turuncu. Bir şey olmalıydı orada ilk yardıma koşacak, sakız, bisküvi, hah evet kolonya... Bir önceki yolculuğumda bindiğim otobüs ‘Bolu Dağı Medine Dinlenme Tesislerinde’ durmuştu. Bedeni güzel olmalı kadınların, günaha girmeyen olmalı adamlar ile karalar içinde yürüdüğü akla karanlık bir tesiste, ötelenerek bir bardak demini almamış çay içip, adı ‘Mest’ olan %80 alkollü, küçük, şehvet pembesi şişede limon kolonyası almıştım. Elime sıktım, bir nefes aldım, döndüm,  an döndü, ‘ister misin?’ dedi içimdeki, samimi; döndü, an döndü, ‘evet, teşekkür ederim’ dedi içindeki, sıcak. Sıktım eline, dokundum, bilir bilmez. Bilir bilmez ağlamaklı, çekti içine. Gülümsedi... Doğruldu yer, olduğumdan olmak istediğime... Uyudu kadın, başı kaydı omzuma,  dağılmadı saçları, saçları mor, saçları ilah, saçları baba, saçları koca ve dahi kendi, rahat huzurlu duvarsız... Uyudum, dağıldı saçlarım sarı; saçlarım babam, saçlarım kadın, saçlarım sevdiğim...


· Bundan bin yıl önce Yeni Zelanda kabilelerinin kutsal savaş dansı olarak ortaya çıkan Poi, günümüzde bir performans sanatı