Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

Pazar sabahı


karga bokunu yemeden uyanmak, mantarlı soslu yumurta ve geri kalan bütün kahvaltı detaylarını hazırlamak, çay demlemeye üşenip portakal suyu almak, ev arkadaşlarının uyanması ve birlikte yapılan kahvaltı, muhabbetin herkesce derinleştiği bir anda, teknedeki bulaşıklarda biriken suyun tavanda yansıması - ışık kırılmaları, tam olarak kapanmayan çeşmeden düşen her damlanın tavanda yarattığı kırık ışık dansları... fon müziği Zaz, ve tavana hayran bakışlar...arını hazırlamak, çay demlemeye üşenip portakal suyu almak, ev arkadaşlarının uyanması ve birlikte yapılan kahvaltı, muhabbetin herkesce derinleştiği bir anda, teknedeki bulaşıklarda biriken suyun tavanda yansıması - ışık kırılmaları, tam olarak kapanmayan çeşmeden düşen her damlanın tavanda yarattığı kırık ışık dansları... fon müziği Zaz, ve tavana hayran bakışlar.

Yalanlarım

Yalanlarım

Doğrularıma gebeyken

pembe düş

kırık kalp

mavi huzur

bilirim ve

tepkisizim

orospu ruhlu

can pazarı…


plazalardan

gecekondulara

acı

aynı acı

hayat aynı

değişen zaman…

en iyisi

en iyisi kaybolmaktı

onlar gibi susmaktı

artık çocuk değiliz

kapat perdeyi sıkı sıkı

aynaya yaklaş

güneş çoktan battı

ruhunu uzak tut

mutluluk hapları yok

bilmeliydin...



göremesemde seni

ruhuma sızan ruhun olmalı

kaçtık görmek istemedik

güldük bu sefer acıdan eser

içtik ayılamadık

baktık anlayamadın

koşmaya dair ne varsa

sadece kaçmak için yazdık



uyumadan uyansak da aynı dünyaya

kahkahalar atmalıyım

şen olmalı

yanaklarım taşmalı

karnım ağırmalı

sorun çok sonraları

oturup ağlamamak

iyi hissetmeliyim kendimi

kesinlikle iyi...




sözlü tarih

                     -kuruluş-
kendini kucaklamaya ezber bir suç boğdu
bu
tırnağını dudağına aşık eden
ilk es idi sanki
       ki ruja kan bulaşmamış saatlere solukluydu
parmak aralarında çarşaf
akşamdan kalma bir dumanı öper kadar
boş yastık
ve kekelemeyi bile becerememiş gözler
üzerinde diş izleri olan bir bardağa kandı
 
                        yuvarlanmak
 
           -yükseliş-
üşüyordu
yabancı bir alfabede tanıdık bir eğri
gözlerinde
pencereyle sokak arasındaki gölgeler
hiç'den korkmuş
kum kokularıyla kırılıyordu
ve yerleşik ellerim
ege'den
       ki kirpiklerine değin tuzdular
güz tayları bekliyordu
 
                     yakalanmak
 
              -fetret-
 
kışa yakışmadı us
üstünü başını örttü
doku ak-tı
gitmek isteyenin gidemeyişi gibi döküldü kahve
ten, duman, tüy
kar titredi
sesiz bir aşkın serserilere kuytulanışı
susuverdi şaraba
      ki sokak! ayalarını öptüğüm..........
çok fena yaprak döktü
 
             kilitlenmek
 
                     -çöküş-
bu kente gelemeyen bir trenin hüznü içimdeki
bir çay daha için
ertelenmiş intiharlar
ve talihimin arsız
yara rengi gözleri
sen.
şu doğuramadığım
 
susturamadığım
   su damlası
     ki en çok yosundan umduğum
yakalayamadığım
   şiir tay
      aslım topraktı oysa
ve kilitleyemediğim
  göçebe dudaklarım
    susamış morlar ülkesi
dahi yuvarlanışım
   zaman
hangi tarih affeder ki
sininde mermere kesmiş aşkın
seviş(il)memiş dizelerini,
Ege’yi.........

KOY VER GİTSİN

şimdi ben kalkıp da bu düşünceden
yağmur, çamur, su, toprak
ve mütemadiyen hepimizin annesi aynıdır
bütün küfürler bir yerinde toplanır
şehrin saçak altları bunun için vardır

şimdi ben kalkıp bu düşünceden
tava, yumurta, kavurma, haşlama
ve bozulur her şey illa ki
kırarken elimize de yumurta bulaşır
ki çeşmeler vardır düzenli mutfaklarda
                                             düzen gereklidir

pen-ç-ere ve dahi...

Bildim; titrek, telaşlı, hırçın, esmer kokusunu teninin... ©

Yazmak hele günlük yazmak öteden beri anlamsız bir iş idi onun için. İnsan kaybolabilmeliydi. Anlamadığı, son bir haftadır neden mütemadiyen eline geçen her kâğıt parçasına notlar düştüğüydü. Stoacı felsefe ‘öznenin en verimli eylemi günlük tutmaktır’ diyordu, anımsadı, güldü ‘e günah çıkartmak da bunun üzerine kurulu bir sistematik değil mi?’ ‘karar mekanizmasını ve düşünce kalitesini yükseltmek isterken karar vermemeye kadir olmak’ dedi şahitsiz. ‘Vicdanı özgürleştirmek isterken aklı mahkûm eden bir gidişat’ diye örttü üstünü düşüncelerinin. Kendini kendine gösteren, yaşamı samimileştiren şu basit günlük aslında yok olamamanın, hesabı tanrıya kesmenin ve var olamamanın da yolu oluvermişti... Güldü şahitsiz... Oysa onun da tek bir niyeti vardı elini kaleme şekillendirmesinde; hesap kesmek, hesabını kesmek tüm ötekilerin.

O, diye zamirleşen her şeyin içinde suda kalmış son yağ zerresi gibi onu düşündü, bugün bilmem kaçıncı kez; bir akşam önce attığı mesajlara anlam verememiş olduğunu sezinliyor, aslında kendisi de neden o mesajları yolladığına bir cevap veremiyordu. Neden o şiirler? Zordu buna bir cevap bulmak, zordu soruya cevap vermek soru kendinden geldiğinde. Bütün gününü aklında kalan fotoğrafları artarda dizerek ve kendi sorularına en doğru kendi cevaplarını vermeye çalışarak geçirmiş, yorulmuştu. Kalabalıklardaydı aklı... En doğru kareyi seçiyor onda en ‘şık’ duran nedeni üzerine koyuyor, sonra masadaki turunculu kadınla konuşurken bir diğerini daha ‘samimi’ buluyor, hesabı öderken bir diğerini daha ‘can acıtıcı ve ‘şiddetli’ ya da sokaktaki kavgaya şahit olurken bir diğerinin daha ‘sorun çözücü’ ve insani olduğuna karar veriyor ama ne akışı ne düşünmeyi nihayetlendirecek hiçbir cevap bulamıyordu.

Eve geldiğinde yine dünyayı düşündü, yüz ölçümünü... 20 m2’lik bir evde yaşıyor ama yine de derli toplu olamıyordu ve her eve girişinde aynı düşe düştüğünü düşündü. Düş neydi? Unuttu. İki tencere, 10 bardak, 1 tabak kirliydi. Bu sahnede yine ve hep üzülecek bir şeyler bulurdu. Bir önceki geceyi durmaksızın bir şeyler içerek geçirdiği vurdu yüzüne, yine... 2 kahve, 4 çay, 1 süt, 2 bira bardağı. Bir de kahve içmeye uğrayan arkadaşın hatırası...

‘Neden? Neden o şiirler? Neden alakasız esmer çocuk? Neden kendinden bende böyle bahsediyor? Neden çocuk? Neden alakasız? Benden bu denli uzaklaşarak kendini sıfatlandıran bir adamı bu denli hayatımın içinde hissediyor olmak neden? Bunun içimi acıtan bir tanım olması neden? Neden telefona uzandım? Neden merak ediyorum? Neden ondan eminmişim gibi bir duygu var içimde? Neden eminim? Kimden? Ne emanet ettim? Neden?

Tüm bu soruların cevabını tencereden alamadı, bardaklar farkındalıklarından küstah duymazlıktan geliyorlardı. Tabak? Islaktı zemin, kokmuştu üstündekiler, hatta o da ne üstünde bardak mı vardı? Kahve fincanına iliştirdiği parmağı ve arkasına dönüşündeki yavaşlık ile küskünlüğünün altını çizdi, çıktı. Kendi oflayışı bir, bir de tabağın kıpırtısı...

Onun kafasından da sorular geçtiğine emindi. Onun da kafasında bu soruların olduğuna emindi. Onun da kendisini düşündüğüne emindi. ‘Tam da şu an’ dedi içindeki öteki ‘o da seni düşünüyor.’’ Bu nasıl bir küstahlık’ dedi içindeki ‘bu sana çok büyük haz veriyor.’ Küstahlık değilse neydi; bu denli uzak olduğu, uzak tuttuğu ve defalarca kırıp, parçalayıp, kanatıp, bırakıp kaçtığı bu adamın onu düşündüğünü bilmek ve bundan mutlu olmak? Nedendi tüm bunlar?

Samani tam sayfa ‘neden?’ yazdıktan sonra durdu, duruşuyla çizdi gözlerinin rotasını, parmağındaki yüzük demir attı gözünün dalgalarından içeri. Gülümsedi. Bu anıya takıldı damarlarındaki kanın akışı geldi yüreğine hız veriverdi. İninde masalların yürüdüğünü ve göğün dilek çaputları ile sarılmış gölgeler ağı olduğunu anımsasaydı... An’da yine yeni bir şeyler olduğu düştü anına. Adla değil anlamla ‘dilek’ yazıyordu yüzüğün içinde adı da değildi ya işte... İçi doldu... bir Dilek kaybetmiş o bulmuş ve bir dilek dilemişti. Gülümsedi, gülümseyişi de tesadüf değildi işte her şey gibi... Dudağındaki kıvrımdan, kahvesinden, sigarasından, hayattan bir de; payını çekti içine. Yazmaya karar verdi.



‘’Özne, ifşa sürecinin operasyon alanı değil, hareket tarzı kurallarının bir araya geldiği noktadır.’¨

İki gün önce okumuştu bunu. Okumuş ezberine koymuştu. Kendi zindanından kaçar gibi açılmıştı gözleri. Kendi tarihinden bakar gibi, sırtından kendini indirivermişti kendi elleriyle. Koca bir çemberde spirali görüvermişti. Zıplayarak da çıkılırdı çemberden. Zıplamak? 37 numara ayakları olduğunu düşündü. Eliyle yemek yemeyi özlediğini sonra. Elleri beyaz, elleri elsiz. Vuslatı ölüm sayan bedeviden bir farkı yoktu Freud’un, farkı yoktu kapısından çöl süpüren Nilgün Marmara’nın Leyla’dan, kendisinin bir farkı yoktu Pia’dan, maşuk olmamayı seçmişti, o kadar. Özne ile iktidarı ayıran, ötekisizlikti. Farkı yoktu düşüncenin kolluktan.

Bir nefeslik düşündü nefes almadan. Git gide karmaşıklaşan bir savaş vardı ama bu savaşın neresinde olduğunu unuttu. Çağırsaydı tüm çağrışanlarıyla çağrıyı. Yol, bilme, özne. Özne? Özne: bulmaya çalışan, Yanılan; bulduğunu sanan, yanılan; bulan, yanılan; tüm bunları yaşayan, algılayan, ha cesaret ‘yeniden’ diyen, ‘başka’ diyen, ‘tekrar’ diyen, dediklerini, diyebildiklerini, demediklerini anlayan ve anlarken yanılandı. Özne? İnsandı. Ama tüm bunları bu sarı saçlı, hor bakışlı, ayağı patikli, penceresi yağmurlu, tırnakları yorgun kadına birinin anlatması gerekirdi zira tarihini, gidilmemiş dağlardan çalıntı sis bulutları gibi gözlerine takıyor, hiç ağlamıyordu. Deftere baktı. Sis bulutunu düşürmemek için kâğıda yumdu gözünü. Yaşamaya alışmak mıydı bulutla yoksa sissizlikten korkmak mı?...

Ona gönderdiği şiirleri düşündü, bir önceki geceyi, başucunda bekleşen kitapları, söyleşen şairleri sonra. Onları ihmal ettiğini... Eksik olduğu aşikâr tenini düşündü, göğsündeki yalnızlık emaresini, parmağı titredi birden, birden yağmurlu bir şubat oldu sokak. Terliği sıyrılıverdi ayağından, düştü. Ürperdi.



“Sen sık sık gülen, gülerken de sevecen bir Akdeniz çizgisini sol yanağına ağzının, iliştiren çocuk. Özenle. Yabana mı atıyorum yani 06.30’ları? Kitapları? Değil, değil bunların biri. Gözlerimin gemileri kuş istiyor. …. Biliyorsun, ben hangi şehirdeysem, yalnızlığın başkenti orası. Ve biliyorsun, kişi tutkularıyla yalnızlığını adlandırıyor o kadar.”ª


Neden istemişti ki bu dizelerle o da savaşsın? Yoksa kelimelerin altında mı kalınsın, kelimelere mi sarılınsındı? ‘Ne çok yorgun gördü beni’ dedi içindeki, ‘belki de hep!’ herkesin var mıydı yanında yorgunluğunu yaşayabildiği ötekisi? Yoksa, yorgunluğuna hep ‘alakasız’ mı kalmıştı adam, o dinlenirken? Ya kendisine? Milyonlarca filmden 3-5 kare takılmıştı aklını seyrine. ‘Adam kadını sevmiş miydi?’ ‘ben beni sevmiş miydim?’ dedi. Boşlukta oynaşan dumanı şahit tuttu sesine. Bir anda dağıldı duman, çarptı kırıldı ses, boşluk baki...

Ve sabah, bu sabah işte. Korkunç bir ağrıya açılmıştı gözleri, pişman. Bir ömür uyumak kaplıyordu içini böylesi sabahlarda. Yorganın başına dokunduğu yer taşlaşıyordu. Taşlaşıyordu ten, demlik, peynir. İçmemeliydi.

Mesajları attıktan sonra telefon çalmış, zaten harfin bile inkılâbıyla şuuru zayıflamış toprağın derdine; sağdan sola, soldan sağa eğrilen, eğrildikçe bedenini ‘ışık mı, karanlık mı kendinden doğar ey sınır’ kokularıyla donatan harflere öykünmüşken yakalanmışlığıyla telefona sarılmıştı. Ne de olsa hedefi şaşmış gözleri, kaçışın bahanesini buluvermişti. Adalardan bir adanın kokusuydu Melikenin sesindeki, sırtına sarmış, çıkıp gelmişti.

-‘seni göresim geldi!’

Asla yenilmemiş, kahkahalarla dünyayı döndüren kadınlara öykünen sevgi dolu sesine tutundu. Mülk, melik, malik, melaike... Yakaladı kendini. İyi değildi. Bir canlı görmek, hoş nahoş bir iki sohbet etmek, en çok da mesajlardan sonra içinde git gide genişleyen zamanı hızla tüketmek için attı kendini sokağa. Bu şehir hep bahar kokuyor diye düşündü, bir de gecenin o saatini hiç ayık görmediğini. Korktu, ayıklık ve cesaret ile söyleşti kaldırım taşlarının serkeş selamında. Bitirim olmadığını anladı otobüs durağının nazik bakışlarında ve kadın olduğunu bağırdı; limanla kesişmeyen, ışıklı caddelere ilişmeyen, şehirle işveleşmeyen o dimağsız sokak. Korktu, korktu ve mutlu oldu korkusuna sarılarak.


“Ağzının bir kıvrımından cesaret bularak, tek yürekte susayışlar yaratan yağmurlara açıldım. Kalmışsa tomurcuklar önünde sendeleyen çocuklar, kalmışsa birkaç ısrar ölümle yarışacak, onların yardımıyla dünyamıza açıldım. Sen ol küçük bir kıvılcımdan, bir heceden aşk için vaha değil aşka otağ yaratan. Sen ol zihnimde yüzen dağınık şarkıları bir harfin başlattığı yangın ile söndür. Beni bir ses sahibi kıl. Kefarete hazırım. Öyle mahzun ki hüzün ciltlerinde adına rastlanmasın..”§

Kalemi pür cesaret kâğıda daldırdı. ‘Akış’ dedi içindeki ‘gidişin aynasıdır’. Yazdı...

Feribottan indiğimde ilk gözümün değdiği yer dudaklarının kıyısında demlenen serseri çizgiydi. Muzip, alaycı, şaşkın, meraklı, uslanmaz... Elimin yüzüne uzanışı da bundandı belki. Kendi payıma düşeni isteyişim gibi. Dokunsam hep gülümseyecekmişim gibi. Yerini bilsem, her gözümü çevirişimde içimde hiçbir şey korkmayacakmış, kopup ayrılmayacakmış gibi. Hani bir öpüversem, tenimde esmer bir kavşak çoğul ve sükun dönecekmiş gibi, uzandı, dokundu, bildi, elim. Ama o el bu eldi işte, benim elim ki küskün, yalnız, gürültülü, kan içinde. Çizdi elim yüzünü, mavi, şeffaf. Yüzündeki kıvrım kurudu birden, birden kıvrımlarının beslediği vaha sarardı. Ölgün ve zaferkeş bir bileğin taşıdığı, toprağına nefret zehrolmuş o el, o beden, o yatakta, halen nefes alıyor olmanın huzursuzluğuyla kıvrandı. Acıttı, meşk adına ne yapmışsa insanlık. Kindeş buldu kahkahalarımı asfalt, tuttu yamadı sarhoşluğumu sokağa. Küfrü dost bildi dilim, gönlüm an’ı ibadet, su sürmedim yüzüme, arınmayı ihanet. O el sevişmek bildi, aşka ihanet. Sevmedi. Seviyorum demedi. Bildi ki, tek tefekkürü nefret. O el o yüze ulaştığında, kırılıp dökülen, döküldükçe dağılışı ruhu yırtan, delen kesen bir ayna oldu tarihim. O ayna bir daha hiç birleşmedi zihninde hayatın, dokunulan, yan yana tutulan her parça gözümden zihnime uzanan çizgi oldu, geldi yerleşti tüm renkleriyle gözlerimin altına. Büyüdüm. O el o yüze ulaştığında, anlam ağladı. Üstünden uzanıp geldiğim yoldu anlam, dokunduğum deniz, sevdiğim adamlardı anlam, babamın öfkesi, duvarda kırdığım şişelerdi, klozetteki aksim, kaybolduğum şehirlerdi biraz, yıkıntıların altında kalan kelebekler, karların erimesi, rakamların zarureti... Ağladı anlam. Su aktı. Ağlamadım. Anlamlandım. O el o yüze değdiğinde, için güldü. Bir iç çekti anlam, içi sızladı. Yüzünü döndü senden ve benden. Burnun sızladı. Gülümsedin, kim bilir neye inat. Anladım, büyüdün. Up uzun bir yol buldu avuç içinde varolmayı bekleyen kavşak. Elimi eline sığdırdın. Çarpıştık.

İlk defa bu denli netti o gecenin sureti. Kâğıda baktı, iki kelime nasiplenmişti samani kâğıt bunca geçmişten. ‘feribottan indiğimde...’ ama eli sızlamıştı yazılabilirlerin cenderesinde. Kalem tedirgin kâğıda bakıyordu, ikisi de koklamıştı o kurşuni gecenin İstanbul’a hâsıl kokusunu. İkisi de şahit bilinmek istemiyordu. Özlemek istediğini düşündü, bilmediği rengini masanın, o barı, o geceyi. Eline baktı, gözüne baktı, kuruydu her şey hala. Kaçarcasına bu sabaha gitti düşünceleri. Başının ağrımasından nefret ettiğini düşündü. Neden o kadar birayı? Vücudunun rahatladığını düşündüğü içindi eskiden, en azından en iyi yalanı buydu. Ama yanılıyordu işte, hem de bile bile. Sarhoşluğun yükünü, sarhoşluğu körükleyen ve sarhoşluğun körüklediği hiçbir şeyin yükünü taşımak istemediği geçti aklından. Geçiştirdi.

‘feribottan indiğimde...’ Onun, kendisi için bu denli önemli olduğunu hiç bilmemişti, ilk kez mi itiraf ediyordu? O anı bu denli iyi hatırlıyor olması? Kaşını kaldırdı bilir bilmez, oda pür şahit, o fark etmeden. Hayatına ayıyordu. Dört yıl önceydi. O zamandan bu zamana hiç düşünmemiş olması... Ya da ne bilsindi işte, oluvermişti... Acaba o, bütün bunları bilseydi ne düşünürdü? Alakasız mı kalırdı her şeye, yoksa esmer mi? Çocuk kalsındı! Evet, evet öyle kalsındı... ‘zaten sevdiği şey sende’, dedi içindeki, ‘içinde akan ağılı nehir.’ Ama bilmiyor ki, o nehir aşk için ne vaha ne otağ yaratan. Kulağına süzülen melodiye aktı, zihni sustu bir an. Bir nefes sigaradan bir nefes yağmurdan çaldı. Eli telefona gidip gidip geliyordu. En sonunda aradı. 00.17 uyuyor olmalıydı. İzmir’de de gece somurtkan mıydı? Onlarca erkeğin arasında, onu, en oraya ait olmamışlığıyla bulmaya çalıştı. Onca ayrık onca insanlığıyla nasıl tutardı eli silahı, o el sevgiye açılırken her yağmurdan sebeplenip? Nasıl öğrenirdi öldürmeyi bunca yaşarken, yaşatırken? Savaş? Şiddet? Vazgeçmeyi istedi düşünmekten, hayattan vazgeçer gibi sert, net... Onu düşünmekten hepten vazgeçmek istedi. Mutfaktaki çikolataları düşündü, okumaya başladığı kitabı, yatak örtüsünün kadife soğukluğunu sevdiğini düşündü, gramer sınavını, barda tanıştığı Budist çifti, otobüste kucağına aldığı bebeğin kekre kokusunu, sevgiyi düşündü, güçlü güçlü, sonra yine onu düşündü, kahkahasını... Güldü. Bir fincan kahve şahitlik etseydi ya buna diye düşündü. Sütlü...

Mektuba başlamış mıydı? Mektuba nasıl başlanırdı? Kâğıda ve kaleme korkak bir bakış attı, kirpiklerini şahit tuttu soruya. En son görüşmeleri düştü aklına. Görüşememeleri, bir yan yanalığın bu denli işteş olmayışı... Gülümseyememeleri, bakışamamaları, sevişememeleri, susuş muşlardı ama... Ellerin titreyişi, birbirine ısrarla karışmayan ter kokuları… O utangaç, kıskanç, öfkeli bakışlarını düşündü. İncitmek istedikçe esmerleşen teniyle, şefkat beyazı gözleri arasında yitip kaybolan dudaklarını. Ne denli korktuğunu hatırladı. Kendi kendine savaş açan bir adamın rengiyle yüzleşmek. ‘biz seninle asla yan yana gelemeyiz!’ sözcüklerini yan yana getiren, eğilen, bükülen şekillenen yüzündeki arzuyu. Hiçbir şey hissetmeyişini, hayatın herhangi anında çekilmiş fotoğraf gibi sararmış öfkelerini düşündü. Adamın usunda itelediği, kızdığı, parçaladığı varlığını düşündü; yüreğinde yer eden ruhunu sonra. Hayatı düşündü tesadüflere yer vermeden. Burun buruna geldiği şiirleri. Üzeri kireçle örtülmüş mozaikleri, toprağa gömülmüş kitapları, balçıkla sıvanmış her şeyi düşündü bir bir, balçığı düşündü. Terledi.

Bir günah olduğunu onun için, bile bile işlenen, haz veren, acı çektiren, günah bir günah. E eğer öyleyse neden yazacaktı ki ona tüm bunları çiğneyerek. Evet, bir özür vardı dilenmesi gereken, ama özrü yaratan hayattı. İyi olsun isteği vardı içinde, temenni; şahitsiz, iyi olmasının koşulu uzak olmalarıydı. O halde neden yazacaktı? Tüm bunları düşünen, düşünene, düşünerek ne yaşayabilirdi? Neden?


Merhaba!
Ben hiç yalnız hissetmedim kendimi, yalnızlığına beni katan bir sen vardın. Sen de kendini yalnız hissetme olur mu?


Evet, bunu istiyordu. Ama söylemekten vazgeçti telaşla, yırttı kağıdı. Ah bi sesini duyabilseydi, her şey kendiliğinden çözülecekti. Soğuk, mesafeli birkaç cümle duyup, onu her daim güldüren birkaç sarsaklık yapıp kahkahasında gölgelendikten sonra yazmaktan vazgeçebilirdi ama telefonu açamıyordu işte, yazmayı düşünmeye devam ediyordu çıkarsız, yağmur damlaları üzerini örtüyordu hece hece. Naçar, yağmur yağıyordu ve o şubat gelip duruyordu önünde, sonra mart. Köşedeki kombinin oduna öykünür sesleri; mutfaktan süzülen arsız soğuk; dolapta boynu bükük, neşesi ekşimiş mezelerin hayal kırıklıkları; kapı ağzında her an bilmediği gidilebilirliklerin cesaretiyle burnu havada, etrafı süzen bavulun tehditkâr kıpırdanışı; Ahmet Kaya’nın kaya gibi, vazgeçilmez öfkesi sonra, toprak toprak, dünyayı evirecek; hayatta soru işareti bırakmayacak gibi bilgin şarap şişelerinin gülümser sabah söyleşmeleri, şairlerin akşamdan kalma demir tozu heceleri; uykular... Bir nefes hayattan, bir akis aynadan, bir iç çekiş sigaradan çaldı. Dudağından bir öpüş çalındı. Kulağına ritmi aksak melodiler taktı. Gözünü kâğıda iliştirdi, boştu kâğıt. Elini uzattı sonra, en korktuğuydu eli, unuttu nedenini, özne eliydi, döndü kavşaktan, uzandı yola.

Yolun kendisidir serüven.
Ulaşmak? Sözü bitirir, an’ı genişletir. Edilecek küfrü olanlar yersizdir.
Aşk’la vurulur demire aşk için değil. Sevişen? Çekiçle ateştir. Demir şekle gelir, bir de vuran. Haz ateşin, öfke çekicin, acı demirin, azim demircinin hamurundandır. Dinleyen ruhuna paye iliştirir, yolcudan. Kalan; bakışını asar, arka tekerleğe güç veren. Giden; bir ışığında göz bebeğinin, büyür. Keskin ve kabullenir çizgiler ikram eder muavin; keşkeler ile buharlaşmış cama kalın harfler yazan yolculara. İşte bu kadar zordu sana ve benden gitmek...


Dizlerini çekti karnına. Biri sarılsa şimdi, ağlayıverecekti kelimeler arasında kalan boşluğa. Ama kimse ve hiçbir cümle ona sarılmadı, ağlamadı. Yağmur kokusu iliştirdi bilir bilmez harflerin keskin uçlarına. Islandı kâğıt, yırtıldı olduğu yerden olmak istediği yere doğru. Zaman iki geçti, an paslanıverdi şimdiyle sonra arasına. Rakamları düşündü. Saat şimdi 01.25 tarih? 12.01.2007. Onu tanıyalı 4 yıl oldu. Tanımayalı çok, tanıdık bir şey görmeyeli ne kadar oldu? Tanışmayı öğreneli? Tanınmayalı?

Bir sigara daha yandı zamana. Yanıp kül olan zamana efkâr tütsüledi parmakları. Kahve bitmiş, müzik susmuş, gecenin perdeden süzülen karanlığına yağmuru peşkeş çekmiş, düşünüyordu. Sutyeninin olmadığını... evet, sutyeninin olmadığını, onu kadınlığı bir ayıpmış gibi örtüştürmeye çalışmadığını, tenini, göğsünü ve üşümüşlüğünü düşünüyordu. Kollarının çıplaklığını, bacaklarındaki ağrıyı, oturdukları barda –ki Han idi adı ve yaklaşık yüz yıldır Handı. Ne zaman kapısından içeri girse bahçesinde at kişnemeleri, nal sesleri duyardı telaş telaş, ıslak tütün, paslı yatak ve beyaz kadın kokardı bahçedeki çiçekler- dizine sürtünen adamın etinde bıraktığı sırıtışı sonra. Sutyenini takmayı unutuşundaki kaygısızlığı, kendini salıverişini yalnızlığa. Hepsine birden gülümsedi, gülümseyişiyle aydınlanan omzuna şahit oldu. Keyifliydi kadın olmak, kendine gülümsedi. Unuttu kalemi, unuttu samani boşluğu ile genişleyen; genişledikçe istekli, doyumsuz, apaçık, üretken ve dahi kendiyle bir tuttuğu kâğıda tohum dökesi erkekliğini.

Pervaz, dirseğine ilişti. Yol görünmeyen, selamsız gecelerin edilgen yağmurlara suç işlettiği –suç da neydi? – kahvenin sükûn, patiğin vefa, kimse(-siz)liğin üzüm damıttığı, o biçimsiz, o gölgesiz, o üryan karanlığa baktı. Yine aymadı içindeki susuzluk. ‘yazamadım işte, hem sevmiyor ki zaten beni?’ dedi içindeki, saçlarını şahit tuttu ‘zaten’e, ha bir de üç noktayı kaleme. Sestos’da tuzlu, ışıksız, esmer bir ter vurdu kıyıya. Kadın uyudu, sarı. Su susmadı. Kâğıt yanmadı. Yağmur durmadı. Yıkanmadı kadın.

Adam? Korktu adam; sigaradan bir nefes, hayattan bir de...








© 11/03/2003 –ar oğlanların göğsüme süzülüşünü saldım/ saldım koynumdan uykuları/iki olanı severmiş gibi/öptüm bileklerimden/bu/gecenin gecikmişliği olmalı/böle terli koparmazdı dudaklarını/sindim/iki olan her şey sır(lıy)mış gibi/öptüm kasıklarımı/döndü ay/rengi yok kadının bileklerine/iki olan her şey sudaymış gibi/gözlerimi örttüm/....
¨ M. Foucault
ª Cemal Süreyya
§ İsmet Özel

RET GİT



bir gecede şair oldum çıktım

biraz hava alayım dedim açıkcası

sigara yaktım havanın yanına ayrıca

sıkıldım biraz eğlenmek işte

bir gecede şair oldum çıktım

kapı eşiğinde silmedim ayaklarımı

durdum ama biraz evet

beklettiysem kusura bakma evet

biraz hava alayım dedim açıkcası

bir tekrara düştüm sokakta evet

evet anlatacaklarım var

şehirden geliyorum

bir saniye

şair oldum çıktım

çıktım

(n)çık

ol

ma

mış

SİZİ ÇÖZDÜM OĞLUM

sizi çözdüm oğlum şiirime başlıyorum şiirime başlıyorum
çektim yoldan her şeyi
geliyorum..
bazen korkuyorum kirlenecek diye çarşaflar
genelde ve sık sık hep tutuyorum
içimde kendimi ben..
nereye gidiyor bilmiyorum onca küçük ben
çarşaflar temiz kalsa da
kirli çamaşırlarla dolaşıyorum ben..
sizi çözdüm oğlum şiirim devam ederken
biliyorum ki ben tek şiirle olmaz
diye yazıyorum
bu ikinci şiirim itiraf ediyorum
ve beni affedin diye söylüyorum
dürüstüm sanmayı seviyorum
ne de olsa çamaşırlarım iç
ve iç’im karanlık




ARANOA:BİR ZAMANE MASALCISI



İnanın bana, “herkesin bir masalı vardır” lafı bir klişeden ibaret değildir. Sadece çok dillendirilmiştir. Çok dillendirilmiş ve altındaki anlam çok ötelenmiştir.  Çünkü hayatlarında sadece dantelli elbiseler, parlak ışıklar, öpülesi kurbağalar ve masal kuşları bulunanların değil, aklınıza gelebilecek her insanın ardında anılar, başka insanlar ve şehirler vardır ve elbette her şehrin de bir anlatıcısı…
Yani dünya masalı en iyi olanı değil, onu en iyi anlatanı ödüllendirir.
“Mesela kim?”dediğinizi duyar gibiyim, size hemen bir isim verebilirim: Fernando Leon De Aranoa.
İsmi bile bir masaldan fırlamış gibi duran bu beyefendi, bana kalırsa İspanya’nın ve değeri anlaşıldığında bütün dünyanın en iyi anlatıcılarından biri olacak. Yaptığı filmlerle bunu birçok kez kanıtladı ve bundan sonra da kanıtlayacağına eminim.
İspanya’nın el üstünde tuttuğu bu güzide  (ve hadi dürüstlüğü elden bırakmadan konuşalım ki yakışıklı) yönetmen- masalcısı, Türkiye’de ismen bilinmese bile, Güneşli Pazartesiler filmiyle pek çok insanın ruh dünyasına konuk olmuştur. Evet, dikkatinizi çektiği üzere ekranına filan demiyorum, çünkü bazı filmler bir ruhla seyre dalınır ve izleri de yine ruhun bir köşesine sığınır. Sonra aralıklarla ve yeri geldikçe saklandığı yerden çıkıp ruhunuzun en ince noktasından bir kez daha yakalar sizi. Güneşli Pazartesiler, Amador ve Prenceas yönetmenin söylediklerimi en kuvvetli temellendiren üç filmi ve Amador’u Film Ekimi’nde de görmeniz mümkün.

Aranoa, izleyicisini yaşarken herkesin farkında olarak ya da olmayarak özlediği ve deli gibi eksikliğini çektiği bir duyguya götürüyor: İnsanların hikâyelerini gözlemlemekten yola çıkarak kendi romanlarını, ruh dünyalarını ve ıslak kırık bir geceyi tanımak ve bunun tatlı derdiyle yaşayıp gitmek…
Aranoa, yağmurlu pencereler, puslu şehir manzaraları, sadece kaybedenlerin hayatında bulunan ışık seli, gözyaşı ve çekmecelerde unutulmuş mektuplar demek. Zor hayatlarımızın bir yerinde kalbimizin sadece bir organ olmadığını anlamak ve serin bir akşamüstünün ya da sevdiğimizi birinin gözlerindeki ışığın, yaşamak için bir direnç olabileceğini fark etmek demek. Sınıflar arası uçurumun yaşamı çelişkilerle ve çaresizlikle kuşattığı dünyada ayakta durmanın ve direnmenin ne olduğunu destansı değil de olduğu gibi, yani hepimiz ve herkes nasıl yaşıyorsa öyle anlatmak ve çizdiği karakterlerle masallara yeniden inanmak demek.



Evet, Aranoa aslında bizi sömüren ve zorlayan koşullarla örülmüş düzenin çarkına kapılmışken, bir dişlinin işleyişini değiştirerek hayata karşı direnebileceğimize dair sözcülük yapıyor. Direnmenin görkemli masalını koyuyor önümüze. Liman işçileri, seks işçileri, bakıcılar, yoksul aileler ve daha pek çok kahraman bu muhteşem yönetmenin elinde kendi romanını oluşturabiliyor. Aslında bu kahramanların olduğundan değilse de göründüğünden farklı, muhteşem renkli insanlar olduğunu ve aslında her birimizin içinde açığa çıkmayı bekleyen renklerin bulunduğunu bize muazzam bir sinema dili kullanarak veriyor.
Aranoa, kurmacaların yapay ve yavan dünyasından kurtulup kendinizden bile daha gerçek fakat özellikleri düşünüldüğünde yerlerinde olmak isteyeceğiniz karakterler çıkarıyor karşımıza. Başarısı ve samimiyeti bundan bana kalırsa. Bize çok güzel masallar anlatıyor ve iyi ki hiçbirinde prensler, prensesler, kurbağalar, periler ve büyücüler yok. Yani bunların hepsi bizim masalımız.

Soylu kalemleri, ünlü yönetmenleri, filmde hareket ve görsellik peşinde koşanları bir yana bırakın. Kalbinizin en hassas olduğu günlerden birindeyseniz, hayat sizi fazlaca zorluyorsa, hüzünlü ve aynı zamanda tatlı bir rüzgâr arıyorsanız eğer… Üstüne üstlük bir de sebebini ömür boyu anlayamadığınız bir hüznün kırıklığını taşıyorsanız içinizde gizli gizli, kahvenizi yapın, mevsime göre battaniyenizi alın ya da odanızın camlarını açın ki rüzgâr saçlarınızı yalasın ve bir Aranoa filmi izleyin.
Kalbinizde bir şeylerin yer değiştirdiğini fark edeceksiniz.


Ve meraklısı için bağlantılar:

ÖTEKİNİN İÇİNDE MEŞRU MU DÜNYA?


“Gövden mi var derdin var. Etin markası olmaz. İnsanların öldürülmesi hoş bir şeydir. IQ'lar eşit olmadıkça, insanlar eşit değildir. Botobur bir ulusa faşizm ne güzel de yaraşır.”
K. İskender      666

Dört saatlik bir yolun ardından ulaşmıştım, İstanbul’du. Tanışmak istediğim insanlar, söyleşmek istediğim mevzular, omuz omuza yürümek istediğim sokaklar vardı. Tanışılacak, konuşulacak, ihtimal ki sevmek işteşleşecek, yan yana, rengârenk alanlar açılacaktı. Yuvarlak bir masaya ilişti dört adam üç kadın... Üç kadın ‘kendiliğinden’ sol yana, dört adam sağ yana, yan yana oturmuş, hararetle konuşmalar iki öbekten yayılıyor, dağılıyordu. Bir an düşündüm, ‘acaba neden homojen oturmuyoruz?’ Diğer iki kadın seçimleri konuşuyordu, biri diğerine ‘evet oy vereceğim, temsiliyete inandığım için değil, Balat’ta, Sultanahmet’te rahat yürüyebilmek istediğim için. Öğrencilerimi geziye götürürken korka korka yürüyorum, onlar da tedirgin oluyorlar...’ dedi. Sözümü yuttum. Bu cümleden neler çıkardı? Yanımda oturanın öğretmen olduğu, kadın olduğu, kadın mağduriyetlerinden artık çok yorulduğu, inanışı ya da inanmayışı yüzünden ötelenmek istemediği, cümlenin yankılandığı bahçenin güzel oluşu, kızıl bir akşamüstüne dağılışı seslerin, ağaca takılışı harflerin... Velhasıl güzeldi kadın. Ateşe çalıyordu saçları. Ama bu cümleden çıkmıyordu kadının işveli, cilveli oluşu. Çıkmıyordu işveli işvesiz her kadının çeşitli sebeplerle yaşadığı o tacizi, kimin hangi sistematikle kimi ötekileştirerek kime uyguladığı sorgusu da. Çıkmıyordu kimin nerede neden rahat yürüyemediği? Ayrımlı, ayrımcı ayrı ayrı temsili iktidarların mekânlarla biçimlenişindeki arazlar. Doğrudan’a, hemen şimdi’ye inanan bir kadın bu cümleden çıkıp gidiyordu. Gönlünce giyinmiş bir kadının yaşadığı anlık taciz, anlık et olma hali; gönülsüz kapatılmış bir kadının yaşam boyu etten oluşu; gönlüyle kapanmış kadının duruşu, tercihi dokunmuyordu birbirine. Tüm ötekileri çoğul olmanın hazzıyla her yerden, her zamandan, göz önünden, göz göze bir yaşamdan, sokaktan, alanlardan öteleme, istememe, yok etme, isteği çıkıyor muydu? Yo, çıkmasındı, böylesi güzel bir duruştan bölesi bir refleks çıkmasındı, çıkmamalıydı.

 “Küçük prens gitti gülleri görmeye. Onlara:
-siz benim gülüme hiç benzemiyorsunuz. Siz hiçsiniz dedi. Kimse sizi ehlileştirmedi, siz de kimseyi ehlileştirmediniz. Tilkim gibisiniz. Eskiden o da binlerce tilki arasında bir tilkiydi. Ama ben onu dost edindim, şimdi dünyada biriciktir.”
 Antoine de Saint- Exupery       Küçük Prens
Kadıköy’dü, sokaktı, iki kadın, iki adam ya da çok kişi, çok insan yürüyorduk... Bendim biri, yüzümdeki hüzünle, yoldan gelmişliğimle, masadan kalma şaşkınlığımla; bende olmadan. Her yolculuktan, aklıma ve yırtık pırtık not defterime bir şeyler takıştırırdım. Bu yolculuktan da; karakaşları yüzünü gölgeleyen bir güzel ve varıştan; kızıla çalar saçlarını nahif toplayan bir kadın takılmıştı.
Dans etme zamanıydı artık, yol bitmiş, buluşmalar, söyleşmeler mutluluğunu ve huzurunu yüreğime takıp gitmişti, silkindim.  İstanbul’un daracık sokaklarını, şenlendire güle yürüyorduk Moda’ya doğru. Ellerimizde poiler·; ateşle, bedenlerimizle ve coşkuyla buluşmaya gidiyorduk ‘başka’ olmanın hazzıyla. Birden bize baktım. Giyinik miydik çıplak mı? Örtünmüş mü açık mı? Samimi miydik küstah mı? Dokunan mıydık dokunulan mı yoksa dokunmaz dokundurmaz bir uzak mı? İçinde miydik yürüdüğümüz yerin? İç içe miydik tüm yürüyenlerle. Değilsek nedendi? Bir ‘ötekini’ bir ‘ötekine’ düşman eden neydi? Bir azı bir aza kırdıran, bir örselenmişi bir gözü mora kışkırtan, bir silahı bir silaha zalim kılan değil miydi bir ölüyü bir ölüyle yan yana yatıran, değil miydi yine de silahı bırakmayan? Değil miydi insan? Ayağımın kaldırıma çarptığı yerde duydum kendimi. Gözlerim doldu. Akmasın diye içimdeki kadınsının ötelenmiş, aciz bulunmuş gözyaşları, derin bir nefes aldım, sokağa baktım. İşte orada birden dondu an; anın donuşunu gören iki kadındık yalnızca, diğerleri boyuna zamanın, yürümeye devam ediyordu.  Anda: yaşlıca, orta halli, oldukça güler yüzlü bir kadın ve bir çocuk –kadının gözündeki ışıktan belli ki torunu- yukarıdan aşağı; oldukça renkli, bakımlı ‘modern’ görünümlü ama yüzü ve ellerinden başka yeri çıplak olmayan ergen bir kadınsa aşağıdan yukarıya, sıcağı hiçe sayarak yürüyorlardı. Torununu eline olanca sıcaklığıyla sığıştırmış, orta yaşlı kadın durdu ve yan yana gelme ve geçme anı içinde – ‘bak eğer okumaz isen sen de böyle örümcek kafalı olursun işte!’ cümlesine sığıştırıverdi, tacizini. Toplumun, tarihin, inancın, kadınlığın, örselenmişliğin aczini. İki kadın, iki şahit, kalakaldık sokağın, Kadıköy’ün, İstanbul’un ötesinde, dışında. Punk görüntümüz ve otoriteye, cinsiyetçiliğe karşıtı tüm düşlerimiz, düşüncelerimiz, döküldü üstümüzden, saçıldıkça çığlık oldu sokakta... Kimin öteki olduğunu danışacak bir masa, ‘iktidar nedir?’ sorusuna binaen bir kitap, kimin kadın olduğunu beyan edecek bir bilirkişi raporu ya da TBMM TV’nin açık olduğu bir televizyon düşüvereydi başımıza belki daha kolay olurdu an. Ama işte zaman, neylersin, devama muktedir uzandı, gitti.

 “Akıllı bir kişi dedi ki:
‘bir gün yazıda bir karga ile bir leyleğin birlikte uçtuklarını görüp merak ettim ve bu arkadaşlıklarının sırrını aramaya karar verdim.
Yanlarına yaklaşınca her ikisinin de topal olduğunu hayretle gördüm’ dedi.”
          Mehmet Zeren         Mesnevide Geçen Bütün Hikâyeler

Elimde; adımın yanında kaza halinde ödenecek sigorta bedelinin yazılı olduğu 
bilet, derme çatma bir otogarın, kirli kadife sandalyelerinde, çayımı karıştırırken düştü gözümden ilk damla. Kaza işte! Annemin gözyaşlarıyla benim buz gibiliğimin çarpışmasına, nihayet insancıl bir tepki verebilmiş sessiz, kimsesiz, soğuk ağlıyordum. İçtiğim en iyi çaylar hep böylesi garlarda demlenmişti. İşte, çay bahaneydi, insan en çok buralarda koyulturdu kendiyle muhabbeti. –Benim babam senin babanın seni sevdiği gibi beni sevseydi... (ah annem, seni kimler kapattıydı hayatına? Bal rengi saç örgülerin miydi gazetelerde manşetlerden başkasını okuyamamana neden? Yoksa öğretmen kocanın mavi gözlerine tutkusu mu? Ya benden istediğin? Kollarının, çıplak kollarıma öykünüşü? Sevdalarım? Sevdasızlıklar? Acılarına bir benim direnişim? Boyun eğmeyişim? Ah annem bir sen anladın kadınlar neden kazıtır saçlarını? ) Cümle bitmeden ben paslanmıştım, annem ağlamıştı. Otobüsün kornasına çözüldü yumruğum. En ön cam kenarı, ‘umarım yanım da boştur’ geçti içimden. Kimseler bilmesindi rimelimden çizgilerime yol alan sorguyu. Tüm gardlarımı giyinip merdivenlerden çıkarken fark ettim; cam kenarında oturan kadını; 20 yaşlarında; örtüsünün gölgesine, duru beyaz tenini ve tüm öfkesini sığıştırdığı karakaşlarını iliştirmiş, oturuyordu. O da beni gördü; yirmilerinin sonunda, elleri dövmeli, saçları renkli, eteği kısa... Afalladı kadın, refleksle gözü muavini aradı, ‘böyle bir eşleşme olabilir miydi?’ bunun cevabını o yorgun çocuk nereden bilsindi? Vazgeçti kadın bir bardak su istedi. Cam kenarı benimdi, ama şimdi bütün konfor anlamını yitirmişti. Ben belki onu bilirdim ve izin verse belki severdim ama ya o beni? Belki severdi ama bilir miydi? Yıkılmalıydı iki koltuk arasındaki bitimsiz, kemiksiz, kimliksiz duvar... Alelacele gitti elim çantama, rahatsız oldu kadın; çanta turuncu. Bir şey olmalıydı orada ilk yardıma koşacak, sakız, bisküvi, hah evet kolonya... Bir önceki yolculuğumda bindiğim otobüs ‘Bolu Dağı Medine Dinlenme Tesislerinde’ durmuştu. Bedeni güzel olmalı kadınların, günaha girmeyen olmalı adamlar ile karalar içinde yürüdüğü akla karanlık bir tesiste, ötelenerek bir bardak demini almamış çay içip, adı ‘Mest’ olan %80 alkollü, küçük, şehvet pembesi şişede limon kolonyası almıştım. Elime sıktım, bir nefes aldım, döndüm,  an döndü, ‘ister misin?’ dedi içimdeki, samimi; döndü, an döndü, ‘evet, teşekkür ederim’ dedi içindeki, sıcak. Sıktım eline, dokundum, bilir bilmez. Bilir bilmez ağlamaklı, çekti içine. Gülümsedi... Doğruldu yer, olduğumdan olmak istediğime... Uyudu kadın, başı kaydı omzuma,  dağılmadı saçları, saçları mor, saçları ilah, saçları baba, saçları koca ve dahi kendi, rahat huzurlu duvarsız... Uyudum, dağıldı saçlarım sarı; saçlarım babam, saçlarım kadın, saçlarım sevdiğim...


· Bundan bin yıl önce Yeni Zelanda kabilelerinin kutsal savaş dansı olarak ortaya çıkan Poi, günümüzde bir performans sanatı

KOKTU ZAMAN…


Kadının elleriydi,
Tüy,
Uzanan,
Hiçbir geceye ulaşamaz başıboşluk,
Baş’ı boş kokan parmaklar…

            Yerde yankılanıyor bakışların. Belki yanlışım, yorgunum, belki gözlerim sarhoş, ellerim çamur… Zerre zerre dökülüyor maskelerim belki, belki yüzüm yok, savaştayım belki, esirim, ikiyüzlüyüm beklide ya da durgun, belki maviyim ya da vitrin, kim bilir? Yanlışım düşüm, etim… Ama gülüşüm. Perdelerim yarı açık, insanlarım dökülüyor üstümden. Bir fotoğrafım beklide? Beyaza biraz siyah bulaşmış
                                               

            Sıcak suyun altında okuyabilmişti yine zihninde yaşanmış bir anın ardından o zamanda söylenmiş olması gerekenleri. Yüzünü esirgedi bir an sudan, kirpiklerinden son cümleleri de sildi, bu gün portakal kokmak istiyordu. Portakal kokan sabuna uzandı, elleriydi.

Taklit insanın doğasında vardır. İnsan ilkini taklit etmiştir. Taklit biçim değiştirerek yaratıcılığı oluşturur. Bir şeyi o şey gibi yapmak ilkel taklit, o şey gibi yaparken, yaşamak, duymak, geliştirilmiş taklittir. Yaratıcılık ise herhangi bir şeyi o şey olarak yeni bir biçime, anlama, anlatışa sokarken kendini denemek, yenilemektir diye geçiyordu bir kitabın bir sayfasında. “Öyleyse anların içini söylenememişliklerle doldurmak yaratıcılıktır.” diyebilseydi bu kadar acı çekmeyecekti su.

“Hayat acıdır, biber kedimin adıdır ise aşk nedir?” dedi. Gülerken ağzına dolan suyu sevmedi. Sabunun suda eriyişini sevdi ama hep. Bir de gözyaşlarının suyla birleşmesini. Akarsular denize doğru yol alır ve tatlı sular tuzlu suda kaybolurdu ya hani, suyun altında ağladığında içindeki denizin taştığını, içindeki denizin tatlı suya doğru tatlı tatlı yol aldığını, aslında suyun suyla ilişkisinin de başkalaştığını hissederdi. Sarındı havluya ar’a sarılır gibi. Ara ara sarındığı bir şeyi özlemiş, çağırmış gibi. Gidilmesi gereken bir an’ı çağırmış gibi.

            Her kelimenin iki anlamı olduğunu bilmiş,
            Baştan beri üçüncüyü aramıştı.
            Ama bu bir şey değildi asıl aradığının yanında;*

Ne zamandı, nasıldı, neresiydi bilinmez, öylesine sarınmıştı ki yorgana, kendisine değen her bir şeyin rengini, kokusunu daha da öncesinde ona sarılmışlıkların güvenini ve dahi her bir doku tarihinin liflerini okuyabiliyordu teninden. Teninden bir de kendisine değdikçe uğursuzlaşan onu okuyabiliyordu. Biraz öfke, biraz korku, biraz zaman, biraz yitik birinin yatakta yağmura tutuluşunu okuyabiliyordu. Bir çay daha, bir çay daha için, dedi içindeki, kaçırılan trenlerin kraliçesisin sen. Fonda yangılı bir şiir, pencerede denizin bucağı, yatakta bir adam. Adam, âdem; boşluk demektir diye duydu içinden, bir yerlerden bilmişti. Guernika tablosundan kareler gelip durdu kirpiklerinin arasına.

            Terden ıslanmış vücudunu okumadı ama. Okuyamadı kasılmalardan bitap düşmüş bacaklarını, kasıklarını. Okuyamadı koltukaltından göğsünün ucuna inci olma umuduyla yol alan ter damlalarını. Okunmaz olmuştu zaten damlaların cefası ter yolları. Göç yolları. Uyku, karalarına su vurmayan, mülteci olunamayan, tek kapılı bir ülkeydi bu gece,  kafa kâğıdında huzur yazmayanın giremediği. Giremiyordu, o gece hiçbir yere göçemiyordu. O ise çoktan sınırı geçmiş, gölgesi ağaçlara emanet, gülümsüyordu.

            Yılları bazen kitaplar taşır dedi, elinde *Enis Batur, ezberinde 57. sayfa. İnce belli cam bardakta şarap sabahı, kendiyle göz göze gelemedi bir kez daha banyodaki boy aynasında. Oysa böğürtlen kokmak istiyordu. Başka bir adı olsun istemişti, başıbozuk seslerin arasında, harflerle renklerin birbirlerini itmedikleri bostanın.

            Yastıkta bıraktığı izlerden topladı saçlarını. Saçlarını bütün izlerden… İz gibi bırakılan gözlerden toplayamadı sesini, sesini alıp kaçamadı, sessizdi, karanlık bir sabahta, sabah da. Merdivenlerden inişinde nihayet, yüzlerce sigaranın içilmişliği, binlerce insanın oturmuşluğu kokan 10 basamağından, o barın, ona ilk değişini anımsadı bakışının. Başı bulanık bir karanlıkta milyonlarca insanmış gibi milyonlarca bakan. Ona ki yıllar sonra, hüznün, gölgesini kapıma bırakıp uykunun ardına gizlenen, uykunun ardından gözleyen… Ev elma kokuyordu, ikiye bölününce nasıl kokarsa…


            Saçlarının kurutma makinesinin sıcağında dağılışını ironik bulurdu hep. Rüzgârımsı. Yüzme havuzu, yapay göl, naylon bebek, yapık, yaratık, yaratmışçılık, sahte. Uygar olmak taklitlerden ibaret dedi aynadaki. Mahsuscuktan derdi halası masal anlatırken çocuk gecelerinde, -mış gibi deniyor şimdi… Sanki…

            Anı, diye yazmıştı bir zaman bir yerlere, yapılanların yaratıcı kurgusudur. Nasıl olmasını, nasıl kalmasını istiyorsan onu zihne öyle yansıtmaktır. Anı, an’ı anda bırakmamanın dilde bıraktığı ferahlıktır. Göze çekilen kalemin rengini önceden görmektir. Denizdeki hangi zerrenin senin olduğunu bilmektir. Anı, anlardan yapılma cam bilyelerle oynanan papatyalı bir oyundur.


            Makyajını bitirdi, gülümsedi o günkü yüzüne. Hazır mıyız? Dedi dışındaki, cevap beklemeden attı kendini kapının dışına. Kapının dışında olmak içini burardı hep ama bilmezdi içinden başka kimseler bunu.

            Drama sözcüğünün kökeni Anadolu kavmi Luwilerin dilinden gelmektedir. Sözcük, Luwi tanrısı Adra/Odra ismiyle ilişkilidir ve tanrıçanın kocasının halkı anlamındadır. Dra=Adra; erkek, koca, eş,  Ma= lılar, Ardalılar, yani tanrının insanları anlamına gelir diye okuyacaktı oturduğu barın masasında bulduğu kitapta, önce müzik sonra karşısına oturan güzel izin verseydi.   

            Ser, hoştu.
            Seri bir hoştu.
            Bir hoştu ser, ondandı kokular.   





Sana


Ne zamandır ertelediğim birşeydin...ertelediğim

ama bulduğumda karşılaşamadığım....seni söyleyebiliyorum aslında çekmeceme iki günde bir bıraktığın  jiletlere rağmen.... onları yiyerek beslenirken nereli olduğuna dair şüpheleniyordum...ki her gün oralı değildin...
kimi söylesem diyorum aklıma... beş harften başka Bir şey çıkmıyor dilimden... seninle oluyorum sen oralı değilken...tamam “onu” biliyordum ama bu kadarını tahmin edemiyordum... “o” vardı ama gerisi senindi... o da bize fazlaydı.... özellikle bana... bunu yapan olarak ellerindeki masum küçük cinayetini kalbim olabildiğince sıradanlıkla karşılayabiliyordu...  ama ben biliyordum ki öyle bir gün gelecek ti o kısa harflerle adım senin zihninden geçecekti... buna adım gibi emindim ve dedim ki bu bir bedel olacak... böyle kendi kasırganda her şeyi yakamazsın ve yakmaya izin vermem ben. bende o kadar anlayışlı değilim sana bu kadar adapte etmişken kendimi...anlatamadığım birkaç acı senin böğrüme dağladığın ezginde ortaya çıkıyordu... yüzüme dökülen kimyasal pirincindi ama sarkıyorum senin o asma tavanından gözüne bize...soğukkanlı çaba benimki  biliyorsun
içim beyaz tenime yansımış olmasına rağmen, yanmakta senin esmerinin odağınla... işte şuracıkta senin sol anahtarını hala özlüyorum, kusursuz bir fotoğraf karesi olmayı yeğlerdim yanında çok mu eksik kaldım acaba... sen zaten her şeyi biliyordun bölüp çarpıp parçalıyordun... gözümün önünde bizim cinayetimize kurban oluyorduk sesimi çıkarmıyordum ben.... inanılmazdı benim için .... o kadar inanılmazdı ki ben sevgili olmayı bilemedim ya sen hep bildin ondan oldu işte...  sen yalnız kalmazsın çünkü kalamazsın... keşke senden biraz vakit kalsaydı da  bizi yaşasaydık... seni astım kendimi astım ve herkesi her zamanki gibi vicdanıyla baş başa bırakıyorum... çünkü ben üzülmüyorum...

biliyorsun sen bizim sarı duvarları

biliyorsun olanları

ben senle değil

sarılarla sevişiyordum...

bunuda anlamazsın sen

çünkü hep sen

hep sen...

geriye kalan

yarım yamalak ben...

“O” nu

biliyorum

ama gerisi

yine sen

yine sen...




valizler


kapı önünde bekleyen, yolculuğa hazır valizler gibi hayatlarımız,
içine birkaç parça mutluluk, birkaç parça güzel gün sığdırılmış,
biraz gülümseme ile bin bir tane gerçekleşmemiş hayal tıkıştırılmış,
serin akşamlar için birkaç arkadaşla,
yağmur yağarsa diye bir aile de unutulmamış.
bir de derinlerde bir yere paketlenmiş bir yalnızlık saklanmış,
birine hediye etmek üzere güzelce hazırlanmış.
akşamları okumak için bir aşkla,
hayatın zararlı ışınlarına karşı pembe bir gözlük de konmuş,
ve kapatılmış.
bir de önlerde bir cebe büyük bir saat sıkıştırılmış,
gitme vakti geldiğinde kapının önünde hazır beklesin diye hayatlarımız.






Gece olsun istedim

Gece olsun istedim
Sonu olsun istedim
Hep bitsin istedim
Hep geçsin istedim
İstedim istemedim
Kalkmak istedim
Geçmek istedim
Varmak istedim
Zaman istedim
Kalbimi istedim
Hastalık istedim
Başka istedim
Hep bitsin istedim
Hep geçsin istedim
Görmek istedim
Renk istedim
Kış istedim
Akrep istedim
Sakin istedim
Huzur istedim
Sel istedim
Rüzgar istedim
Aşk istedim
Hiç istemedim
Hiç olmadım sanki…

Her şeyin en güzeli
Hiç olmayan hayali



EVE DÖNMEK YA DA KAFESE GİRMEK



Dünya bir kafestir

Yürürken ilk bunu düşündüm. İlk kez geçtiğim bir sokakta aklıma gelen ilk cümleydi. İlk kez aldandığımda da aynı marifeti göstermiş miydim bilmiyorum. Bazen acıyı bile duymaz oluyor insan. Oysa sadece işe gidiyordum, her sabah olduğu gibi fakat bu sokaktan ilk defa geçiyordum. Bana şimdi söyleyeceklerimi düşündüren sokak mıydı, sonbahar mıydı bilmiyorum.

Adımı atar atmaz köşe başından, ama dünya dedim, yaralarımızı içine taşıdığımız bir kafestir. Biri sizi ansızın içine itebilir. Kendinizi ellerinizle oraya sokmuş da olabilirsiniz. Ya da oraya usanç dolu yaşamınızı, katlanmak zorunda olduğunuz parçaları koyup dışarıya çıkabilirsiniz. Anahtarını elinizde tutabilir ya da denize atabilirsiniz. İnsan derisini koruma derdine düşmüşken ruhunu unutur çünkü. Sözler, sesler ve gülüşler arasında bir anlığına bile hatırlasa ruhunu ellerinin arasında duyup yola devam edebilir ve artık kafesin anahtara ihtiyacı yoktur.
Gözlerimi anahtarımı aradığım kaldırım taşlarından kaldırıp gökyüzüne diktim sonra çünkü bugünlerde herkes sokakları anlatıyor. Oysa çok saydam, çok geçirgen ve bir o kadar da hassas bir örtü var üzerimizde. Gözümüz mavi görüyor diye mavi, gri görüyor diye gri olan bir ipek örtü altındayız. Bunun bize ne getireceğini sezebileniniz var mı?
Yanımdan bir çocuk geçiyor, 10 liraya satılan uçurtmalardan aldırmış annesine. Uçurtmaları parayla satan adam hiç utanmamış, kadın hiç düşünmemiş alırken; çünkü kadın biliyor ki uçurtma görmeden büyüyen çocukların gözleri dünyaya hep kırık bakacak büyüdüğünde. Çocuk diyor ki, “Anne bak, nasıl da geçiyor bulutlar üzerimizden!” Anne kim bilir neler görüyor çocuğun gösterdiği yerde, gittikçe uzayıp uzaklaşan bakışlarından anlıyorsunuz. Sonra ben bakıyorum gökyüzüne ama üzerimizden kayan gökyüzü değil, bizleriz aslında diyorum. İpleri elimize tutuşturulmuş yeryüzü düğümünü çözmeye ara verip bir soluk alabilmek içinse eğer göğe bakmak, bunu bugün yapıyorum. Malum güzün tatlı esintileri var havada.

Ne var ki kafesin kapıları yine de açık. O kadar yol geçtim, o kadar esnettim ki hayal kasımı yaşarken ve o kadar aradım ki bazı şeyleri… Bir kır kahvesini, bir solgun çiçeğin ölümle dansını, bir sesi ve usumda yüzen gemilerin yelkenini şişirecek rüzgârı… Yine de kaçamıyorsunuz işte, kafesin kapıları beni bekliyor.
Aslına bakarsanız kaçacak yerinin olmayışına üzülüyor insan. Herkesin değişmesine, dostların siz olmadan tutundukları uzak kıyılara, rakıda aynı buğuyu bulamamaya artık… İnsanın bir sabah uyanıp bambaşka biri olduğunu anlamasına ve bir sürü şeye… Bir sürü şeye üzülebilir insan tabii ama asıl acı, artık acıların üzerine yazılan şiirlerin hafife alınmasıdır dünyada.

Kafesi geçiyorum, çocuğu, sokağı, solgunlukları… Gök kalıyor. O hep kalıyor. Çocuk uçurtmanın ipine takılıp düşüyor. Ben nereye gittiğimi unutuyorum. Nereye gitmek istediğim hatırımda kalmıyor artık. Yağmurlu sabahlar gibi olmayı diliyorum böyle zamanlarda. Hani annenizin evinde uyandığınız ve pencereden dışarıya güvenle bakabildiğiniz yağmurlu sabahlar… Her şeyin ilk adımının ıslanarak yaşanması… Bundan daha soylu bir şey bilmiyorum. Çatılarda sonbahar ve yerde düş görüyorum.

Üstelik, her şeyi uzatmak, kısaltmak, kesmek ya da yarılamak düşüyor insana. Bir de bırakıp gitmek istiyoruz hep olduğumuz yerleri. Nereye gitsek doğru değil, nereye gitsek yarımız. Yarımız ah yarımız, hep bunu hissediyor. Hep hissedecek. Bir yarımız diğerine küfrü basıp gidecek ve bu kirli kalabalık içinde ancak yarımız yapabilecek bunu, hatta belki daha azımız. Hatta belki, uyumak için daha önce kimsenin keşfetmediği bir kovuk arayan tavşan gibi ormana kızmayı bir yana bırakacağız ya da bu istek hep gidecek böyle… Hep böyle işte, hiç değişmeden, hiç eksilmeden içimizdeki o yabancılık hissiyle devam edebileceğimiz kadar edeceğiz.
Başımızın üzerinde hep bir kafes, iplerine dolandığı için uçamayan bir uçurtma ve bize aşağıyı sorgulatıp duran bir kadife gökle birlikte hep evimizi arayacağız.

Malum bir hayat, yolun diğer yarısı için yaşanıyor artık…



Ruhum





Ruhum

Çengelli iğneyle

Havada gezen bir şeyle

Zoraki istemsizlikle

Tutturulmuş sanki

Tek sayfa sözleşmeyle

Yeryüzüne…


Şimdi

Kimsem yok

Esrik cümle yok

Kaygan zemin yok

Umduğum rüya yok

Uçsuz tünel yok

Kuzgun da gitmiş yok

Aidiyet yok

Yağmur yok kaçış yok

Yetişmek yok

Bekleyen o saatindeki vapur yok…


Her yer mavi tertemiz

Her yer yeşil serin ıslak

Her yer gri sabit kapalı

Her yer beyaz

Her yer beyaz…




Aralarda küçük gölgeler

Dilim hep bunu söyler

Çok yakın

Seziyorum da seziyorum

Bir tek bunu

Bırakmadım bu huyumu

Bir sana söylemiştim

Bir sayfa önce yüzleşmiştim

Sen kendini sakın…