Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

çok fazla



üst insan,
       hayvansı insan...

duyularını hatırla;
              onları kullan.
hayalini geliştir,
              üst yaşa.

tanrı sana çok fazla!..




izlek



gözlerimden anlam çıkartmaya çalışma; manasızdır bakışlarım.
izlediğim, doğanın diyalektiği. onu görmedikçe beni kavrayamayacaksın;
onunla aynı vücuttanım.



The Savages






KÖKLER VE BAĞLAR


 Köklerimiz ve bağlarımız arasında ince bir çizgi var ve o incelik ne yaşarken ne de ölürken peşinizi asla bırakmayacak. Düz çizgiler üzerinden hiç sapmadan yürüyüp bitirdiğiniz bir hayat yaşadıysanız,  bu fark er ya da geç kusursuz hayatınızı bir çıkmaza sokacaktır. Yönünü el yordamıyla çizen ve iki doğru arasındaki en kısa mesafeyi bitmez bir çile olarak görenleriniz de, bu gerçeğin farkına çoktan vardığı için kendini şanslı sayamayacak, çünkü bu mesele önce aklınızı kurcalar, sonra da kalbinizi incitir. (Evet, o incinmiş kalbin yüz yıl süren ağrısından bahsediyorum.)

Nicedir unuttuğum bu ayrımın, nicedir unuttuğum kalp ağrımla birlikte tekrar nüksetmesini sağlayan, bir film oldu: The Savages.  Çok tanıdık gelen bir hikâyeyi öyle bir kompozisyon ve karakter oturtma yeteneğiyle kotarmış ki sevgili yönetmen, izledikten günler sonra bile içinizin nasıl burkulduğunu unutamıyorsunuz. Çünkü yolları çoktan ayrılmış iki kardeşin ölmek üzere olan ve bakıma muhtaç babaları için tekrar bir araya gelmelerini, bir araya geldiklerinde de aslında ne kadar dağılmış olduklarını ve hayatın onları geri dönülmez bir şekilde parçalara ayırdığını görmeniz, aslında sizi kendi içler acısı hikâyenizle baş başa bırakıyor.

O hikâyeler her biriniz için belki yazıldı, belki yazılmak üzere, belki de şimdilik çok uzak. Ama nihayetinde o anlar gelecek. Kim olduğunuzu unuttuğunuz anlarınızda, bir vakitler bağlı olduklarınızı hatırlayacak ve onlarsız geçen zamanın, ilişkilerinizi artık iyileşmesi mümkün olmayan yaralara dönüştürdüğünü fark edeceksiniz.

Yaşarken bağlarınızdan kurtulmaya çalışmış olabilirsiniz, ya da o bağları diri tutmak için kimsenin kimseye göstermediği bir özveri ve çaba sarf etmişsinizdir. Bir başka ihtimal, zaten öyle kuvvetlidir ki onlar, ailenizle, dostunuzla, sevdiğinizle,  sevmediğinizle sizi hep bir arada, hep yakın, uzak da olsa yakın tutmayı becermiştir.

Ama en sonunda ipler gevşer, yakınlıklar sınıra, sınırlar sırra, sırlar azalan kelimelere, yokluğa ve uzaklığa dönüşür.  Sizi hayata tutunduran insanlarla aranıza örülen duvar zamandır ve bu duvarı yıkmaya gücü yeten bir Âdemoğlu henüz dünyaya gelmemiştir. O bağlar  başımızdan geçenler bizi akşam vakti boşalan bir sahil gibi hüzünlü kılmışken, keşke yanımda olsaydı diyeceğimiz kimsenin suretidir. Bir gün o insanların yanına tekrar dönsek bile, bu karşılaşma bize sadece geçen zamanın bize ne denli kötü davrandığını, nasıl eskidiğimizi anlatır ve artık bir başkası olduğumuz gerçeğiyle yüzleştirir. Bu sert duvara çarpmak, herkesin taşıyacağı bir yük değildir elbet.

Tıpkı filmdeki iki kardeşin karşılaşması gibi… Artık kendilerine bile akıl sır erdiremeyen, talihsiz hayatlarının patlayan freniyle karşımıza çıkan bu iki kardeş, filmde son bir çabayla hayata tutunma gayretine duydukları özlemi en yalın, en sert, en mizah dolu halleriyle anlatıyor bize. Öyle ki, artık akli ve fizksel melekelerini günden güne kaybeden babaları bile hayatın karşısında çok daha sağlam ve fütursuz durmakta. Filmin en can alıcı sahnesinde, kulakları ağır işiten baba, otomobilde kavgaya tutuşan oğlu ve kızının seslerini duymamak için işitme cihazının sesini kısar, yaşlı ve yorgun gözlerini akıp giden yola diker ve kavga sesleri geri plana kayarken sakin bir müzik duyulur. İşte o sahne, var olduğumuzu kanıtlamak için kendimizi paramparça ettiğimiz şu hayatın asıl müziğidir. Filmi izlerken ölümün ayak izlerini yaşlı Savages’in ayak parmaklarında görüyor, çocuklarının hiçbir yere varmayan trajik hayatları için çektikleri yürek ağrısına eşlik ediyor, kızı Wendy’nin babasının bakımevindeki odasını renklendirmek için kullandığı aksesuvarların yaydığı hüzünlü renklere kapılıyorsunuz ve günden güne eksilen yanlarınız için kalbinize uzun süredir unuttuğunuz bir ağrı saplanıyor.

Wendy, o küçük bakımevi odasını renklendirmeye çalışırken, aslında iletişimi kaybettiği ailesini, evli sevgilisinin ona sunduğu yavan ve şefkatsiz ilişkiyi, yalnızlığı, gerçekleştirmediği hayallerini, yaşama umudunu kaybetmiş ağabeyinin hüznünü, babasının gidişini kabullenmek istemediği son günlerini ve aslında en çok kendini renklendirmeye, yıkılmış hayatını yeniden ayağa kaldırmaya çalışıyor. Ağabeyi Jon ise tüm kayıtsızlığı, bitirmediği kitabı, hayatını birleştirmeyi göze alamadığı sevgilisi, hep yarım bıraktığı sevinci, ailesiyle bir yakınlık ve mutlu son yaşamaktan kaçınan hallerine rağmen, aslında onları hiç yalnız bırakmayarak bu kaderi değiştirmek için çabalıyor.

Karakterlerin bütün bu duyguları yansıtmasındaki başarısının aşikâr olduğu film bize, yaşam beceriksizi bir ailenin dramından öte, seçtiklerimiz ve seçeneksizliklerimiz arasında yiten hayatın bizi en çok yalnızlaştırdığı noktayı göstererek hafızamızda hep yer edecek filmler arasına girmeyi başarıyor.

Ve film bitse de içimde hâlâ bitmeyen şu kalp ağrısıyla kendi kendime soruyorum: Köklerimiz bize neyi hatırlatır? Dahası bunun için mi yanlış da olsa bir toprağa, bir kalbe, bir anıya kök salarız? Sırası geldiğinde yaşamın elimize tutuşturduğu kötücüllüğümüzü bir balta gibi üzerlerine savursak da kurtulamayışımız, dahası bunu yapmayalım diye bize engel olan o kudret, yaşarken nereye uçar? Köklerimiz doğuştandır ve reddedebiliriz, peki ya bağlarımız? Aklımızı, kalbimizi, biz olanı bahşettiğimiz o bağlar, bize kalan en acımasız mirastır ve ondan kurtulmak bir ömür boyu sürecek bir savaş demektir.

Filmdeki Jon ve Wendy gibi omuzlarımızı ezen hayatın kaldıramadığımız yüküyle yoldayız; bağlarımız bize hem çok yakın, hem çok uzak. Yine de avuçlarımız bu film gibi, hâlâ sıcak.




birkaç büyük adam (#kendileriyle iddialaşanlar ; "ecce homo")


yarattıkları ışığı görmek için bekledikleri,
yalnızca güneşin aydınlatacağı,
                            "şimdi"...

sadece birinin
         beklemeden gittiği;

"gerek beygire sarıldı
gerek ağladı ve de bağırdı.
sekiz sene hasta yattı,
yüzyıl sonraya umut etti ve gitti."

bekledikleri, kendileriydi
ve gebeliğe girdi şimdi,
aydınlatacak olan güneşi;

"hiç beklenmemişti".