Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

başka bir eylülün merdivenleri

gidemediğimiz toprakların, uçamadığımız göklerin ve uzakları yakınlaştırıp yakınları kat kat uzaklaştıran bakışların arasından sıyrıldık. direne düşe, düşleri unutup umutsuzlukla vedalaşa vedalaşa, ölülerimizi toprağa, kalbimizi gelecek güne gömerek eksile çoğala geçti yaz. şimdi eylül… şimdi her yıl yazmayı alışkanlık edindiğim eylül yazısı için zihnimde uçuşan kalabalığı ve kalbimde bir türlü kurutamadığım bataklığın beni içine çeken acısını hatırlayarak düşünüyorum, ne yazmalıyım diye çünkü söyleyecek çok şey birikti. çünkü özlediğim çok şey var. iyisi mi ben sana o eylülden bahsedeyim; parklar ve ağaçlar için mücadele edilen, hatta nöbet tutulan, hatta ölünen günlerden… parkların kapandığı, polislerin insanların el ele tutuşmasını engellediği, iktidarın gri duvarların ardından savaş, yalan ve ölüm kustuğu, ethem’in, ali ismail’in, abdullah’ın, mehmet’in ve medeni’nin devlet eliyle, acımasızca bizden koparıldığı, berkin’in o nefret dolu günleri görmek istemiyormuş gibi gözünü bir gaz fişeğiyle kapayıp aylarca açmadığı, bir sürü insanın polis tarafından gözünün çıkarıldığı, devlet tarafından işinden, hayatından, sevdiklerinden edildiği güne getiren eylülü anlatayım sana. ne karanlık günlerdi ve ne çok inat edildi o karanlığı değiştirmek için… üstelik bize ait olmayan, nefes almamızı zorlaştıran bir hayatın içine hapsediyorlardı bizi. bize ait olan ne varsa değiştirmek, bitirmek istiyorlardı. bunca korkunçluğa rağmen –ve aslında bunun sayesinde- o yaz bize içimizdekileri söylemeyi, çoğul acıların yasını tutmayı öğretti. yalnız olmamayı, umutsuzluğa alışmamayı içimizdeki kuyu ne kadar derin olursa olsun, yeterince bağırırsak sesimizin göğe ulaşacağını, kuyunun sesimizi yutmaya muktedir olmadığını öğrendiğimiz bir eylüldü. çok baskı vardı üzerimizde ama yine de gülüyorduk, inanmıştık bir şeylerin değişeceğine. birçoğumuz çok ağır bedeller ödemişti ve onların acısı midemize yumruk gibi oturmuştu. bu yüzden gri merdivenleri rengârenk boyadı inanan insanlar. içimizdeki ve şehrimizdeki tüm duvarlar, merdivenler, sokaklar rengârenk boyandı. çünkü değişiyorduk. çünkü artık herkes kabuğunun içindeki değerli incisini meydanlara saçmıştı. değişmeyen egemen gücün nemrutluğu, renklere ve özgürlüğe duyduğu sonsuz nefretti. çok dayandı, çok yara aldı, çok fazla tuzağa rastlayarak ve çok kaybederek geçti insanlar o yollardan. ve sokaklara çıkıp bağırmaktan şu kadarcık korkmuyorlardı çünkü gri duvarların, kokuşmuş sistemin, korkunç ve kirli bir karanlığın bekçileri tüm yaşam alanlarımızı sarmalamıştı. belki de bu yüzden korku duvarı bir eşikte aşılmıştı. sonra bambaşka günler geldi; pırıl pırıl, özgür… ne karanlıktan, ne gelecekten, ne gelen geceden, yani aslında hiçbir şeyden korkmadan yürüdüğümüz günlere eriştik. şimdi herkes birbirine daha kolay söyleyebiliyor sevdiğini, işte hepsi o eylülün eseri. bugün bambaşka bir göğe bakıp sınırları yok sayıyorsak, o eylül sayesinde şimdi de bir başka eylül, iliklerimize ilk rüzgârıyla işledi. çok uzun zamandır kapımıza bırakılmış bir türlü dikkatimizi çekip de okuyamadığımız bir not gibi kıvrımları açılmamış ve hazır bekliyor hüzün. ama yine de insan nasıl anlar güzün başladığını? unuttuğuna kendisini bile bir türlü inanmadığı biri başka başka şehirlerden ses verdiğinde içi acıyorsa mesela. gözleri en sevdiği hırkayı aramaya başladıysa ve akşam esintisi ruhuna pençelerini geçirdiğini hissettirmeye başladıysa, uzak olan yakınsa artık ve önüne yollar açıldıysa, dar gelmeye başladıysa karanlık, eski mektuplar sahiplerine ulaşmak için ayaklanmaya başladıysa ve gözleri çok uzaklara dalıyor, vücudunun her santiminde ruhunuzu kamaştıran bir ürperti alıp yürüyorsa, eylüldür. tıpkı bu eylül gibi. ve tıpkı yılların tortusunu üzerimizden atıp her şeyi yeniden kurmamızın işaretçisi olan o eylül ve o eylülün rengârenk merdivenleri gibi aradığımız, bulduğumuz ve kaybettiğimiz ne varsa bir hikâyesi olsun diye oluşturulan direniş zincirleri gibi kaybetmek, unutmak ve yeniden hatırlamak gibi, kapımızda ve uzak, uzak ama içimizde. çünkü kendisinden önce sesi geliyor eylülün, içimizle ve dışımızdaki dünyayla barışalım diye.

2001: Uzay Macerası

“2001: Uzay Macerası” gelecek hakkında ne söylüyor olabilir?
 

0.
Dil içerisinde harflerden, kelimelerden başka yapıtaşları var: kültürel mirasın en genel anlamıyla dil yoluyla aktarılmasını sağlayan; gen benzeri birimler; Richard Dawkins’in tanımıyla, ‘mem’ler. Bunlar, dile doğan her insanın öğrendiği, inandığı, kodladığı, yeniden ürettiği, önemli-önemsiz, doğru-yanlış, her tür bilgi kırıntısı. Memler büyüklü küçüklü, bazen iç içe geçen, ama -güzel tarafı şu- en nihayetinde tanımlanabilir birer birim.

0.1
2001: Uzay Macerası bizzatihi bir monolit; Kubrick'in kafasında biçtiği, diktiği, sinema salonunda ve sair medyada doksan derece yatırarak gösterdiği iki küsur saatlik bir yıldız kapısı. Ekranlar, siyah / beyaz monolitler, yansımalar, pencerelerle dolu, iki boyutlu bir monolit içinde film içinde film seyrediyoruzdur aslında; nihayetinde Bowman aydınlanır, rönesans odasında üçüncü boyutta seyirciye dönüşür, evine döner... Bu basit düzeyin ötesinde, elkimyacının bizzat söylediği gibi, film duygulara hitap ediyor ve izleyenin bilinçaltına sızmayı hedefliyor: yarım yamalak da olsa izleyenin mitolojik ve dinsel arzularını ve dürtülerini uyardıysa başarılı sayılacak. Daha tükçesi: "anlamanız gerekmediği gibi beklenmiyor da, maruz kalmanız yeterli; doğmamış çocuklarınıza konuşuyorum," diyor simyacı adeta: gerisi kaosta iz sürme, metafizik, spekülasyon ya da kodlanmış ahlakın menüsünde ne varsa artık...

1.
Konumuz insan: dünya üzerinde en baskın cins olmayı kendine göre başarmış. Gerçekten de, ana karnına düştüğü andan itibaren, cinsinin dünya üzerinde geçirdiği evrimi 9 ay içerisinde geçiriyor; şahane bir organik mekanizma; öğreniyor, öğrendiğini aktarıyor ve kendini var kılmak için yapmayacağı şey yok: yani henüz akıllı bir varlık değil; ne acaba?

1.1
Homo faber, homo sapiens, homo sapiens sapiens, neanderthal; diğerlerinin yanı sıra bunların yaşadığı bir dünyadan bahsediyoruz. Yaklaşık 4 milyar yaşında. Üzerindeki insanlar neresinden bakarsan bir bir milyon yıl mağaralarda oyalanmışlar, steplerde dolanmışlar, ot toplamışlar, mantar yemişler, bir nevi bir cennette yaşamışlar. Bu cennet içerisinde her canlı kendi evrimi içerisinde mükemmelleşmeye doğru giderken o da denemeler yapmış, sistemler kurmuş, köyler kurmuş, ekonomiler kurmuş, ama henüz dünyanın dışında bir varlık değil, ateşin, toprağın, suyun, havanın gerçek adını/sesini biliyor, kendini onların dışında tutmuyor; etrafındaki her şeyle ortak bir dil paylaşıyor, sonsuz bir şimdiki zamanda yaşıyor ve geçmiş ve gelecek bu şimdiki zamanının dışında değil. Buna diyelim ki: uzlaştırıcı evren.

1.2
Bu uzlaştırıcı evren tabii ki tam anlamıyla eşitlikçi değil, ama kendi kendine yetiyor ve bilme biçimi bu. İçinde iktidar var, tahakküm var, asimetrik ilişki biçimleri var ve sembol aktarımı, yani kültür var; ama henüz tarih yok. Bu yapı “geçmiş-şimdiki-gelecek zamanın” iç içe geçmişliğiyle birlikte şehirlere tercüme edildiğinde kopuş başlıyor. Yeni olan ve kendine yetmeyen şehir yavaş yavaş işbirliği, takas, ticaret, mülksüzleştirme, işbölümü derken yazıyı üretiyor; tam da aynı anda devlet başlıyor; hükmetmenin epistemolojisi kültürü tutukluyor, kendini sabitliyor ve hem toplumu hem de etraftaki toplumları biçimlendiriyor ve tarih başlıyor. Ortak yaşam yerine yağma, işbölümü yerine fetih ekonomisi baskınlık kazanıyor (daha önce yok değil, ama bilme biçimi değil). "Doğa üzerinde egemenlik" meminin başlangıcı da tarihin bu şekilde başlangıcıyla var oluş kazanıyor, yoksa kendi başına nesnel bir gerçeklik değil. Bu “hükmetme epistemolojisi” etrafında kendine benzer örgütlenmeleri; yani diğer devletleri kışkırtıyor. Yazıyla birlikte (insan algısında) şimdiki zamandan ayrı bir geçmiş biçimlenmeye başlıyor; kafadaki semboller anıtlara evriliyor ve insanının dışında bir dünya algısı kültüre yerleşiyor. Buna da diyelim ki: saldırgan evren. Ama ilginç olan şu: amargi sözcüğü de ilk kez Sümerde ortaya çıkıyor; cennetten kovulma memi de.

1.3
Bundan sonra tahakküm paradigmasının kendini ifade ettiği terimler zamana ve duruma göre değişse de (duruma göre din oluyor, duruma göre ekonomi) temel yapı; yani tahakküm kafasının (simgesel evrenin) hegemonyası değişmiyor, tarihin belirleyiciliği ancak bu çerçevede anlam kazanıyor (insandan bağımsız, nesnel bir akış değil bu, ne yazık ki). Bu akışın kontrol etmekten, özgünlükleri yok etmekten, hatta yok edebildiği her şeyi yok etmekten başka bir mecrası yok; çünkü kendinin kılmadığı her şey bizzat tahakkümün değişim olasılığı demek. Ve kendi değişim olanaklarını tek tek yok eden, bastıran tahakkümün simgesel evreni tek düze, kuru bir yol olarak bugüne kadar gelmiş işte; dönüp baktığımızda bir arpa boyu yol gitmemişiz bile, ama içine doğduğumuz dil bu: insan ilişkileri alışverişten öte bir şey değil, doğa ise olsa olsa bir doğal kaynak.

1.4
Bu saldırgan evrenin uzlaşmacı evrenle ilk kapışma anı Stanley Kubrick'in 2001 uzay macerasında siyah monolitin (bizzat ekran olarak değil de ekranda) ortaya çıktığı ilk anda simgeleştiriliyor; saldırgan evrenin kurumlaşması ise yazı, şehir, devletle vuku buluyor. Bundan sonra gerçekten de tarihe kim ne yapmış, Mısır ne demiş, Roma neymiş, Osmanlı neymiş diye bakmanın pek bir önemi yok sanki; tek bir mecra hariç (aşağıda 1.6). Zaman içerisinde bu tahakküm dili yöntemlerini yaya evrilte çığ gibi büyümüş; akla hayale gelebilecek her alanda baskın ve geldiği noktada insanların rüya görmesine bile tahammülü yok, o kadar yani. Roma olmuş Amerika. (Tahakküm kendini en yaygın biçimiyle şöyle üretiyor: "Gerçekten de medrese bilgisi ne acayiptir, birisi bir kitap yazar, biri çıkar onu kendi kafasına göre şerh eder, bir başkası o şerhi haşiyeler, başka biri de haşiyeye talikat yazar, kitap uzar gider, asıl maksat da satırlar arasında kararır, belirsizleşir, kaybolur.” [Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, s.106].) Bunun araçları da aile, okul, hapisane, fabrika, ordu, televizyon, internet… diye gider bu, ama hammaddesi insan, her zaman ve şimdilik: “Tahakküm, hükmedilenlerce yayılıyordur” (Theodor W. Adorno, Minima Moralia: Il servo padrone, 187-188.)

1.5
Başlangıç noktasını bu şekilde alırsak; yani insanı insan yapan ilk kırılma semboller düzeyinde olmuştur dersek (nedir bu semboller: en genel ifadesiyle memler, ayrıntıda normlar kurallar, iletişim, etkileşim kodları, değerler...), semboller evreninde iki insan tipinden bahsetmemiz gayet mümkün: Uzlaştırıcı evren insanı (Habil arketipi), saldırgan evren insanı (Kabil arketipi). Tabii ki, bir insanın sabah öyle, akşam böyle olabileceği kaydıyla. Tahakküm evreni kendini kurarken karşıtı da (uzlaştırıcı evren) kendi sembollerini unutmuyor, taşıyor, yayabildiğince yaymaya çalışıyor (ve bilginin yayılma ve dağılma mucizesine bakıldığında, sanki evrimin tüm izleriyle birlikte bu semboller evrenleri de insanın DNA'sına kodlanıyor. O yüzden bu ikiliğin başlangıcı olmadığı gibi bir sonu da yok; yani, tahakküm evreni %99.999..... tahakküm kursa bile, uzlaştırıcı evren varlığını sürdürecek; hatta giderek karadelik halini alacak): Evrenin ikili yapısı memi.

1.6
Şimdi, yapı buysa, yengi ya da yenilgiden bahsetmek çok doğru olmayabilir: büyük patlamadan öte bir başı olmayan (şimdilik bilinmeyen) insanın en ötede varabileceği yer de “1” (şimdilik, bilindiği kadarıyla). Mesele şu sanki: kendimizi dünya dışında bir varlık olarak kurduğumuz ya da kurmadığımız sürece belirli bir yolda olacağız, başı belli, sonu tahmin edilebilir bir yol. Ama saldırgan evrenin yolundan başka bir yol yok mudur, diye baktığımızda (ki uzlaştıcı evrenin belleği olmalı bize bunu dedirten; başka ne olsun?) tarihe bakmak işe yarayacaktır: Tarih dediğimiz de semboller evreninden başka bir şey değil, yani en nihayetinde hepsi tanımlanabilir birer birim (mem). Ve kabul edelim ki, üç bin yıl ya da beş bin yıl değil, elli bin yıl önce yaşayan insan da hiç aptal değilmiş; yani bize öğretildiği gibi “tarihte bir ilerleme” yok, bizim dışımızda bir tarih yok, sadece varlık var. Bir milyar yılın tozundan toprağından, iskeletinden inşayız ve DNA'mız var olan bilgileri unutmuyor, yenilerini kaydediyor ve taşıyor, ancak en genel haliyle her şey hala “nomad”. Bu bağlamda tarih okunduğunda (hissedildiğinde, ya da hayal edildiğinde, daha doğru kelime sanki) tahakkümün olduğu her yerde (dinde, ekonomide…) uzlaştırıcı evren muhalefeti de mevcut; bazen güdük, bazen gedik, ama mevcut, ve nasıl tahakküm sembollerini beş bin yıldır taşıyorsa (devlet, din, bilim) uzlaştırıcı evren de sembollerini taşıyor (devlet karşıtlığı, başka bir din, başka bir bilim).

1.7
Tarihe bakmanın tek önemli olabileceği nokta burası sanki: Bilim insanı da, din insanı da, devlet insanı da, sivil toplumcu da, yazar, çizer, aydın, işçi emekçi, anne baba… yani sembolik evrenin çerçevesi dil içerisinde kimlik bulan herkes aslında kendi çapında bir büyücü/ simyacı; yani, etkilenme ve etkileme gücüne sahip. Tahakkümün sembollerine bakmakla muhalefet sembolleri kurulabiliyor, yeniden üretilebiliyor, ama muhalefetin güçlü olduğu bu konuda tahakkümün gücü şu: kırılan sembolleri alıyor ve kendinin kılıyor (taşıyan birim insan, diyebilir miyiz?), iki katı güçle geri fırlatıyor. Yani, çok fazla tuzak var. Kurulmuş bir tarih üzerinden okuma yapıp ezberi yeniden ürettiğimizde muhalefet etmiş olmuyoruz. Benzetme yaparsak: “televizyon bir baskı aracıdır, bu aracı kullanarak baskıya karşı duralım,” denilebilir; ama aynı kullanma biçimi kullanıldığında (yani, alıcının verici karşısındaki edilgen konumu) muhalefet yapılmış olmayabilir; sadece bir baskı biçimi başka bir düzeye taşınmış olabilir. Bu örnek bağlamında, misal, etkili bir muhalefet biçimine Godard teşebbüs ederek oyunu bir üst düzeye çıkartsa da, cep telefonlarında kamerayla birlikte oyunun bir düzey daha üste çıkmasıyla birlikte onun çıkışı dahi güdük kalmış sanki. Yani, sanki: uzlaştırıcı evrenin güçlü olduğu yer var: kendi başına kalsa belki de hiçbir şey yapmayıp olduğu gibi kalacak olan tahakküm evrenine yeni mecralar açıyor. Oyunu bir üst seviyeye taşıyan hep uzlaştırıcı evren; aslında önde giden. Yani, üreten hala uzlaştırıcı evren, alıp onu kötüye kullanan saldırgan evren, ama birbirlerini beslemeleri söz konusu. (Bunun bir örneği şu olabilir: yetmişlerin çiçek çocuklarının sandıklardan çıkartıp giydikleri algı biçiminin dünyayı patlatması, ama tüm o çarpışan bölünen, patlayan imajların, hayal gücünün has kara büyücülerden reklamcıların gücüne güç katması.) Buyrun size Yin-Yang memi (ve bu durumun Pisagor tarafından kendine göre, gnostikler tarafından iki bin yıl önce kendilerine göre, Çin’de kendilerine göre, İran’da kendilerine göre, Hindistan’da kendilerine göre sistemleştirilerek çözülmüş olması peki?). Tahakkümün güçlü olduğu yer de, her yeni alanda akışa (tarihe değil) dur demesi, bu akışı kendi yönüne çevirmesi, kendisinin kılması. Bunu yaparken aslında bir bilme biçimine dur diyor, bir potansiyele dur diyor. Günümüzde geldiğimiz noktada bunu baktığımız, gördüğümüz, hissettiğimiz her şeyde yapmaya başladı, dünyanın ritmi arttıkça insanların robotlaşma süreci hızlanıyor; daha doğrusu, robotluktan (savaş makineliğinden/ patronluktan/ işçilikten/ efendilikten/ kölelikten /sabit herhangi bir kimlikten) çıkıp insanlaşma sürecine girme potansiyelleri tek tek yok oluyor, kayboluyor. Oyunun mevzilerde değil de, genel olarak bir üst düzeye çıkma vakti. Amargi bir duygu durum, tahakküm bir duygu durum: safları sıklaştıralım.

2.0
Günümüzdeki bu durumun başlangıcı sanayi devrimi filan değil tabii ki. İlk monolit semboller evreninin kurulduğu noktada dikilip Sümer anıt-şehirlerinde tahakkümün aracı haline geldiyse, ikincisi de, Kubrick'in gayet yerinde saptadığı biçimiyle, ayda dikildi.

2.1
Uzay "heavens" olmaktan çıktı, gidilebilir, fethedilebilir bir yer artık. Artık hedef tek tek insanların kol gücü, kafası değil, tahakkümün (askeri-endüstriyel kompleks) kendi elleriyle yapacağı üst-insan, elektronik kafa, siberalem. İnsan öldürmek kârlı değil artık; yaşatmak, gen havuzu olarak, yedek parça olarak, enerji kaynağı olarak tutmak daha kârlı. Ama insanlık durumundaki ikilik çözülmedikten sonra, hırsla yapılan, daha hızlı koşabilen, uçabilen, görünmez olan, saniyede 17 trilyon işlem yapabilen insan olsa olsa tüm evrenin başına bela olacaktır; bin dişli, bin gözlü, salyaları akan bir yaratık halinde, daha yok mu, daha yok mu şeklinde tüm uzayı kaplayan; işin kötüsü, ölümsüz, tatminsiz, karanlık ve başka bir biçimde gökkuşağı gibi olabilecek hayatına hayıflanarak, kendi kurduğu oyuncak evrenlerle oyalanarak, kendinden bir çıkış bulamayarak... Bu yeni duruma karşılık uzlaştırıcı evrenin muhalefeti -ilk tepki olarak- oyunu bilinçteki "heavens"a çekmeye çalışıyor, 15 bin yıl öncesine, Afrika'nın steplerine, mantar kültüne, yazılı dilin öncesine, aşka, olmadı lsd kafasına. Bir başka muhalefet yuvarlak delikleri küplerle tıkamaya çalışıyor: Kaczynski misali, öldürün teknolojiyi diyor; ama teknoloji var artık, fikirler atıldı ortaya, illaki yapılacak, o değilse bir başkası, öyle değilse böyle, şimdi değilse yarın. Sürdürülebilir dünya, çevrecilik filan, zaten baştan ölü doğmuş muhalefetler, Birleşmiş Milletlerden hayır beklersek, görürüz hayrını. Şimdilik en sağlam muhalefet omurgasını tekil düşünceciler kurmuş gibi, Deleuze ve saz arkadaşları, kontrolsüz, akışkan, otonom kafalar, herkesin-her şeyin öznelliğine saygı.

2.2
Tam bu noktada uzlaştırıcı evren yanlılarının yapabileceği şey şu sanki: akla hayale gelebilecek tüm gelecek öngörülerini (filmleri, kitapları, bilimi ve araştırmalarını, hissiyatları) derlemek, toplamak, sembolik düzeyde kırmak (geçmişle bağlantısını kurmak), görünür kılmak ve uzlaşmacı alternatiflerin modellerini çizmek ve bunu yaparken şimdiki zamanın değerini ortaya koymak; uzlaşmacı duygu-durumlar yaratmak. İnsanın bir son değil, bir başlangıç olabileceği durumunu kabullenmek; mevcut tüm olanakları herkesin kullanımına açık kılmak; tüm bir insanlık bilgisini bakılır, görülür, hissedilir, kullanılır kılmanın araçlarını beslemek. Yani, savunma pozisyonundan çıkıp, oyunu sizin kurallarınızla oynamıyoruz, böyle oynayalım demek. Şimdiye dair sıkıntılı ne varsa beş bin yıldır taşınanlardan mütevellit ve karşıtını/ potansiyelini de içinde barındırıyor; taşıyan da insan, taşıyacak olan da (şimdilik). Devrim tasavvuru ancak böyle bir şey olabilirmiş gibi sanki: dikine (kafada, kafa dışında, yukarıya, aşağıya, geçmişe, geleceğe) kurulan yapıyı yıkıp yaymak, o anlık patlama hali, sonrasında ne olacağına kafa bile yormadan: yıkıl Babil, yan Babil yan yan yan.

3.0
Kubrick’in filminde Jüpiter'in yörüngesi monolitin göründüğü üçüncü yer; sperm benzeri uzay gemisi ve aşmış bir öngörü. Bu noktada, Hal gayet mantıklı olarak insanı yok etmeye çalışıyor (bu anlamda, Hal'dan bir insan olarak söz etmemiz mümkün mü, bizzat insanın bir bilgisayar olduğunu varsayarsak, insanın uzantısı, saldırgan evrimde bir üst –ve belki de son- biçimi) ve nihayetinde doğan şey bir tanrı: tüm evren yıldız çocuğun oyun alanı. İnanılmaz bir saptama. İnsanın çıkarttığı tüm bu gürültü, patırtı aslında nereden geldiğini nereye gittiğini bilmemekten kaynaklanıyor. Uzlaştırıcı evren diyor ki, “gelecek, nasıl olsa gelecek”; saldırgan evren diyor ki, “gelecek varsa, ben kurarım, belirlerim”. Ama ikisinin de ideal durumu üst-insan, kamil insan. Birisi, bunun şimdiki zaman içerisinde, eğilerek, bükülerek, kırılarak, incelerek, genleşerek, severek, aşık olarak, kendinden vazgeçerek, bilerek yapılabileceğini söylüyor; diğer o haline inanmadığını, görmeden inanmayacağını, görene kadar da can yakmaktan kaçınmayacağını, neyi acıttığının, neyi yok ettiğinin önemi olmadığını, çünkü göreceğini… Yapay zeka ilk cümleyi kurduğu anda ya da insandan olmayan ilk insan doğduğu anda bu monolit dikilecek, şimdiye dek dikilmediyse.

4.0
Patatese geri dönersek eğer: patates her şey. Benim yerime muhasebe kaydımı tutan, sağlığımla ilgilenen vb birileri oldukça, benim amargi demem lafta kalıyor. Ama kendine yeterlik rüyası görecek kadar romantik de olamayız bu saatte, şu ki: Bir şeyin, en ufak bir şeyin oluşuna, yetişmesine tanıklık etmek, adını/ sesini gerçekten duymaya çalışmak, şansımız varsa duymak, insanın kendine yapabileceği en büyük hediye sanki, şimdiki zamanın akışında en büyük kırılma, ama asla bir yenilgi değil, ama yengi de değil tabii ki, öyle, zen.

5.0
As above, so below. Her yumurta bir evren, her sperm bir potansiyel.

6.0
Aslında bunların hiç birisinin önemi yok. İnsan, dünya, bu evren, bütün olası gelecekler, tümü ihmal edilebilir bir nokta, en büyük ölçekte düşünüldüğünde. Şu var: bir zihinde dahi tasavvur edilmişse eğer, bilinen bilinmeyen tüm renkleri alacak, tüm frekansları üretecek; ama, önünde sonunda bir nokta.

7.0
Namaste.



-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-_-


Sağlama:

1.
Öncelikle, böcek benzeri, kendi kendine yürümeyi öğrenen mekanik sinir sistemleri, ortadaki noktayı almayı öğrenen yazılımlar, çocukların dili sosyalleşerek öğrenmeleri, insanın bir bilgisayar oluşu, bilgisayarın bir organizma olma potansiyeli taşıması. Bunların örnekleri ve ipuçlarının hepsi 1999 tarihli bu filmde ziyadesiyle tartışılmış: Cennetin aslında singularity veri tabanı olması: TechnoCalyps (1999)
Part 1: TranshumanPart 1 gives an overview of recent technological developments (biogenetics, artificial intelligence, robotics, implants, nanotechnology) and prognoses made by leading scientists about the impact of these developments in the near future.
Part 2: Preparing for the SingularityIn this part advocates and opponents of a transhuman future are weighed against each other; prognoses are done when we can expect the transhuman revolution and how people are preparing for it already now.
Part 3: The Metaphysics of TechnologyThis part covers the metaphysical consequences of the new technological revolution. On the one hand scientist start to use metaphysical concepts to describe the impact of their research, on the other hand, a surprisingly large number of scientific projects is inspired by religious aspirations and more and more theologians from any religious or spiritual belief are getting interested in these aspirations of new technology, making the discussion inextricable complex.
Sonrasında: IBM domuz sinirlerinden bir harddisk üzerinde çalışıyordu, başarılı olduklarını duyurdular. Sadece harddisk değil, içerisindeki dataları yorumlayan bir harddisk düşün: operating system yok, native OS, diske yazılan dataları kendisi yorumlayıp klasörlüyor, sesli komutları algılayabiliyor v.s. Tuhaf olan şu herhangi bir database ve dijital mekanizma ve yazılım falan yok, genetik olarak programlanmış, cuzzi miktarda ingilizce bilen (japonlar japonca da öğretti) 3-5 santimlik bir organik sinir, bu kadar... Şimdilik response modülü sadece disk aktiviteleriyle sınırlı ama bunun geleceği nokta Blade Runner'i da Dark City'i de Matrix'i de havanda un ufak edecek cinstendir. Yakında usb beyin çıkarsalar şaşırmayalım. Çok iyi denilen bilim kurgu filmleri artık komik gelmeye başladı. Hal böyleyken, Terminatör, Transformers, Jurassic Park, Blade Runner gibi sözüm ona kurguların gerçekliğini hissetmenin zamanıdır. Muhtemelen önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde de bunu öğrenip ilerletebilecek mekanizmalar yapay zekaların yine kendileri olacak, insan o arada n’olacak, emekli mi olacak, bizim gibi patates mi toplayacak, ne yapacak, bilemedim.
İşin şu tarafı da var artık: bilgisayar programlama ve bunu en ince ayrıntısına kadar öğrenmek hiç zor bir şey olmadığı için, bilim kendi hattını ve elitini korumaya alacak yeni bir alan keşfetti: genetik. Sistemi bir bilimsel alana ifşa etmek zaten binyıllardır yapılan bir şey, simya ile başlar genetik ile devam eder. Sıkıysa öğren. Üstüne ver elektro-mekanik mühendisliğini, ver nano-teknolojiyi, ver yazılım mühendisliğini, ver molekül teknolojilerini... Bitmiştir hayat, yaşamın bundan sonrası cidden bonus, her şey bedava. İstemeyerek de olsa bu bilgi yalıtımının galibiyetini kabul etmekten başka çare yok; hem de öyle böyle değil bin yıllık bir galibiyet bu, bundan sonra bize düşen patates toplamaktır, yes. 

Ayrıca, http://fusionanomaly.net/TechNode.html
Ayrıca, http://deoxy.org/


Ayrıca, "...kazın ayağı öyle değildir maalesef..."

2.
20. yüzyıldan başlayıp bugünü belirleyen “kalpsiz rasyonel düşünceye” karşı bir Adam Curtis:
http://www.bbc.co.uk/blogs/adamcurtis/
* inquiry: the great british housing disaster (1984)
* an ocean apart (1988 )
* Pandora's Box (1992) http://docuwiki.net/index.php?title=Pandora%27s_Box
* the living dead (1995)
* 25 million pounds (1996)
* The way of the flesh (1997) http://www.archive.org/details/AdamCurtisTheWayofAllFlesh
* The mayfair set (1999) http://docuwiki.net/index.php?title=The_Mayfair_Set
* The century of the self (2002)
http://www.archive.org/details/the.century.of.the.self
* The power of nightmares (2004) http://www.archive.org/details/ThePowerOfNightmaresDVD
* The Trap: What Happened to Our Dream of Freedom (2007) http://docuwiki.net/index.php?title=The_Trap:_What_Happened_to_Our_Dreams_of_Freedom  http://www.ozguruniversite.org/index.php/guencel-yazlar/547-oezguerluek-kapani  http://www.bbc.co.uk/turkish/specials/1518_trap/
* It Felt Like a Kiss (2009)
* All Watched Over By Machines of Loving Grace (2011)

3.
Cabbar var, yandan: http://www.jabberwacky.com/
Bu da başka bir bot. http://www.cleverbot.com/
Yeni bi arama motoru. Nasılsın sorusuna yanıt verecek yapıyı kurmaya çalışıyorlar. http://www.wolframalpha.com/

4.
Recorded Future: neler oluyor dünyada, doctor who değil, minority report değil, watchmen değil, gelecekbilim kongresi değil:)
Bu haber: http://www.wired.com/dangerroom/2010/07/exclusive-google-cia/
Bu da bahsi geçen site: https://www.recordedfuture.com/

5.
Bitmez.