Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

Ellerinden gökyüzüne çakılmış


Bomboşluğu yazıyorum...boş kağıdın boşluğunu yazıyorum..içimize işlemiş ne varsa onu,silüetlerin gözlerimizi nasıl da kamaştırdığını yazıyorum...sessizliği ilk bozan kimdi onu yazıyorum....yazmak ve de yazmaya söylenmiş tüm tümceleri yazıyorum....elimizle bulduğumuz gibi nasıl da kaybetmişiz onu yazıyorum...ilk görende kimmiş kaybettiklerimizi, onu yazıyorum...hoş geldiniz ve de hoş buldunuz nasıl da istekliydiniz görmeye halbuki biz hiçbir şey demeyeceğiz, onu yazıyorum...belki de sadece tekiladan önceki tuzu ve de tekiladan sonraki limon mayhoşluğunu yazıyorum…

bizi yazıyorum,hani çok gayri resmi fotoğraflarda adı geçen ve de tüm sıraların  sonuna gizliden yer etmeye çalışmış ve yine bu yüzden yüzleri silik,elleri silik,gözleri silik olan ve yine bu yüzden tadı hep acımtırak  kalacak ve yine bu yüzden şiirselliğinden dem vura vura ilerleyip yine birden duran,bizi yazıyorum… çokça tekil gidiş senaryosunun gizli kahramanları olabilecekken, ellerinden gökyüzüne çakılmış ve de suskun yüzleriyle kucaklaya kucaklaya ölebilirliliği yüksek rakımlı bir atlayışa meyil eden bir havada dolanan bizi yazıyorum….çokça öyküde anlatılan ve de o öykülerin en karanlık yanında adı geçince birden korkunç sesler çıkarıp inleyen ve de yine o iniltilerin herhangi birinde adlarını söyleyebilme cesaretini kendilerinde gören  ve de yine bu yüzden o isimlerin dudaklarında yarattığı esrarengiz görüntüsüyle ne yapacaklarını bilemeyen bizi yazıyorum..çünkü tüm bunlar dillendirilmeliydi…çünkü ne kadar suskun görünürsek görünelim yazılarda gizli bir güç vardı …bunu hep bildik çünkü konuşmanın karşılığı susmak olmuyordu bazı zamanlar…biz her karesinde dünyanın tam da o  sonlar adına düşündük…ve yine bir son gibi yaşadık…biz, son karesinde dünyanın o sonu görmekten korkan zavallılara hiç benzeşmedik…çünkü aristokrasi olabilecekken fena halde sarhoşluktan kırmızı ayakkabıları kaçırdık….tokalı ve yandan geçmeli,önünde de bir metal parça olanından hani…daha ne kadar durabiliriz ki günlerin ötesinde bir şeyler varken hele…adımızın yankısını solmuş bir sıcaklıkla saran ve de bizi isimsizlere gebe eden…ve de geceleri gizliden giden,sabah olmadan,”onlar” daha uyanmadan usulcana yanlarına uzanıp hiçbir şey olmamış gibi yatan…!
                                                                                                                                          
İşte yine burada başka başka bir anlama bürünebilirdim ve adına yakıştırdığım onca sözcükler soluksuz kalabilirdi…ve de adına sessizce ağıtlar yakan bir büyücü edasında olabilirmişim gibi şimdi… bunca sene, buna zaman, bunca zamansızlık…hepsi gördüğün gibi işte ..hepsi bildiğin gibi ilerleyen bir ansızlık önsezileri olabilirmiş gibi de gelebilir kulağına…kulağına ismimi mi fısıldadım, nedir bu yakarış senin tarafından ?..ağlayabilirsen eğer gözyaşı dediğin güvercine dönüşecek şimdi…ve geceler boyunca bir yakarı halinde başıboş gezinen biçare olacak…bak ben adına yakıştırdığım onca tümceyi bu gece yakmaya yeltenen küçük bir çocuk gibi,bürünebildiğim ölçüde kendine susanı oynayacağım…evet yine cümleler kısa ve de tekil yalnızlık senaryosu gibi başıboş bırakılmış …işte diyor bu da bir başka başlangıcın sonu olabilirdi ama görmeyi en büyük idea sananlara gebe olmuşuz..o yüzden doğum sancıları çekiyoruz alabildiğine..ve de yine o yüzden sessizce büyüyor, büyüyoruz…şimdi ben eski bir ev misali hani yürürken ahşap kendine öykünüyor ya tam da öyle bir şey gibi, sessizce ve de çıplak ayaklarımla usulca yürüyor gibi böyle sana doğru geliyorum…lütfen çıplak ayaklarını açığa çıkar yine…!
şimdi sana eski bir ev kokusu,ahşap kokusu tattırmak da vardı…ama ola ola bir başka tekerleme gibi yuvarlandım işte..öylece yıllar geçti  …öylece yıllar geçecek mi….bir başka kokuya bürünmek istermiş gibi ve de yine o kokunun vücutta yarattığı tanrısal ve biraz da mistik bir koku gibi olacak mı tüm bunlar…uzun uzadıya yere serilebilseydim keşke..senin o çıplak ayaklarına fetişist bir açıdan bakabilmeyi özlemek adına belki…hepsi bunun için de olabilirdi..gerçekten eski bir itirafname tadında ve söylenecek sözlerin ağırlığıyla ve de o kokunun mistik dekadansıyla uzun uzadıya yere serilmek…evet evet yine dediğim gibi oluyor işte…evet evet bu başka bir açıklaması dünyanın…en kılcal damarlarına oksijeni vere vere sonunu görmeyi istemek böyle işe yarıyordu işte…sonra  tensel bir açıklaması oluyordu her şeyin..çünkü bir başka dünya özlemi çekenler ve de bunun gerçekleşmesi için savaş veriyormuş gibi görünenler baya bir yanılıyordu ..çünkü bu koca bir idea olarak kalabilecekken ve de biz buna öykünüp ve de gece şarkıları gibi usulca geliyorken ve de yine biz bunu sevebilecekken,onlar bunu gerçeğe dönüştürmek fikriyle boğuldular…ama demiştim onlara gerçek dediğin güvercin gibi bir şey, neden onlara olmadık hayaller kurduruyorsun ey tanrım ! …koku demiştim,her şey senin çıplak ayaklarının yüzünden sanırım çünkü çıplak ayaklarınla hayaller kurdu tüm insanlar…çıplak ayakların yeni bir dünya özlemini fişekledi baya  baya..ama demiştim ben onlara,bu olsa olsa güvercin özleminden ileri gelen bir ansızlık bütünü…fena halde karmaşık olup çözülemeyecek bir halde gezinen bir koku gibi de değildi bu halbuki…neden sonunu görmek istediler ki ?…hem onlara adı sanı konmamış bir hüzün vermemiş miydik biz…daha ne isterler ki…daha neyi neyden çıkaracaklar ey tanrım ! biraz musiki ver bize de görebileceğimiz bir son yazalım tüm bu insanlara…çünkü inatla ve de hırsla istedikleri bu “onların”… ama inatla diyorum ki ben, tüm bunlar bizi çepeçevre kuşatan "onların" eseri...çünkü bizi bilindik bir sabaha hazırlayan yine onlar...ve yine o sabahla bizi öldüren,ve yine o sabahın tüm suçunu bize yükleyen yine “onlar”…çünkü bizi akışkan bir gece sevdasına izin vermeyenler de yine onlar...tüm suç onların diyecek kadar çocuğum hala...tüm suç onların diyecek kadar mahalle arası macunlarından yiyorum hala...bu bir bezginlik ve de bitmişlik de değil ...bu hiçbir şey bile değil ...o kadar diyorum ki sana şimdi bu olsa olsa ansızlık işte...hayat üstüne edilen onca cümle nereye gidiyor...bir de turuncu japon balıkları hemen ölür derler...biz  yaşatmıyor muyuz  onu fıskiyelerde...parıl parıl akıyorlar işte su niyetine....bilineniz biz ...ve de bilindik birinin  esrik gölgesiyiz sadece…ellerimizden gökyüzüne çakılanız biz..hala neden bunca kelime…hala neden inatla onca cümle sancısı…işte “onlar” dedik çünkü son en çok “onlara” yakışıyordu…ve bu da o sonun, sonunu görmeye inatçı zavallıların işiydi…bildik biz…hem de tüm bunları bir gece bildik…şimdi ne söylesek eksik ve de fazla kalacak biliyorum…biliniyor olmanın verdiği iç huzur ve de aynı derece insanı yakan iç sancısı gibi bu da…en iyisi şimdi biz tüm  varlığımızı yine varlığımıza armağan edelim...havai fişeklerle karşılasınlar bizi ve de rahipler kutsasın...vaftiz suyundan içelim kan kana ...vaftiz suyumuzu ayaklarımıza döküp parmak uçlarımızı yalayalım...peder kalp krizi geçirsin..tüm “onlar” kalp krizi geçirsin …tüm ambulanslara çarpalım..hemşireler çılgına dönsün...ellerinden işlerini alalım...biz yine vaftiz suyuna çorba, içine kıtır ekmek olalım...biz yine bize gebe…bizi bizden doğurup,bizle yıkayalım ..teneşirler paklasın bizi.. musalla taşına yatalım da gömsünler bizi..solucan krallığını kuralım toprağın altında...solucanlarda bir telaş..solucanlarda ilk yağmurun keskin örgüsü...yok olalım ama hiç de olmayalım..bilelim zaman gelecek..ama zamanı leblebi tozuna karıştırıp mahalle arası bakkallarında satalım...bütün çocuklar zamanı kussun zamanla...zaman aşılasınlar ..leblebi tozu macuna dönüşsün,dedelerin sattığı şu renkli olanlarından hani...bilelim bir son vardı diye...diye diye denenmeyecek olalım...toz olalım yine..toz..ve de bitik ülkeler çağında iki yitik ruh...olalım !

ellerimizden gökyüzüne çakılanız biz..hala neden bunca kelime…hala neden inatla onca cümle sancısı…doğur ve bitir bizi…doğur ve bitir bizi…doğur ve bitir onca olağan “onları”…!