KÖKLER VE BAĞLAR
Nicedir unuttuğum bu ayrımın, nicedir unuttuğum kalp ağrımla
birlikte tekrar nüksetmesini sağlayan, bir film oldu: The Savages. Çok tanıdık gelen bir hikâyeyi öyle bir
kompozisyon ve karakter oturtma yeteneğiyle kotarmış ki sevgili yönetmen,
izledikten günler sonra bile içinizin nasıl burkulduğunu unutamıyorsunuz. Çünkü
yolları çoktan ayrılmış iki kardeşin ölmek üzere olan ve bakıma muhtaç babaları
için tekrar bir araya gelmelerini, bir araya geldiklerinde de aslında ne kadar
dağılmış olduklarını ve hayatın onları geri dönülmez bir şekilde parçalara
ayırdığını görmeniz, aslında sizi kendi içler acısı hikâyenizle baş başa
bırakıyor.
O hikâyeler her biriniz için belki yazıldı, belki yazılmak
üzere, belki de şimdilik çok uzak. Ama nihayetinde o anlar gelecek. Kim
olduğunuzu unuttuğunuz anlarınızda, bir vakitler bağlı olduklarınızı
hatırlayacak ve onlarsız geçen zamanın, ilişkilerinizi artık iyileşmesi mümkün
olmayan yaralara dönüştürdüğünü fark edeceksiniz.
Yaşarken bağlarınızdan kurtulmaya çalışmış olabilirsiniz, ya
da o bağları diri tutmak için kimsenin kimseye göstermediği bir özveri ve çaba
sarf etmişsinizdir. Bir başka ihtimal, zaten öyle kuvvetlidir ki onlar,
ailenizle, dostunuzla, sevdiğinizle,
sevmediğinizle sizi hep bir arada, hep yakın, uzak da olsa yakın tutmayı
becermiştir.
Ama en sonunda ipler gevşer, yakınlıklar sınıra, sınırlar sırra,
sırlar azalan kelimelere, yokluğa ve uzaklığa dönüşür. Sizi hayata tutunduran insanlarla aranıza
örülen duvar zamandır ve bu duvarı yıkmaya gücü yeten bir Âdemoğlu henüz
dünyaya gelmemiştir. O bağlar başımızdan
geçenler bizi akşam vakti boşalan bir sahil gibi hüzünlü kılmışken, keşke
yanımda olsaydı diyeceğimiz kimsenin suretidir. Bir gün o insanların yanına
tekrar dönsek bile, bu karşılaşma bize sadece geçen zamanın bize ne denli kötü
davrandığını, nasıl eskidiğimizi anlatır ve artık bir başkası olduğumuz
gerçeğiyle yüzleştirir. Bu sert duvara çarpmak, herkesin taşıyacağı bir yük
değildir elbet.
Tıpkı filmdeki iki kardeşin karşılaşması gibi… Artık kendilerine
bile akıl sır erdiremeyen, talihsiz hayatlarının patlayan freniyle karşımıza
çıkan bu iki kardeş, filmde son bir çabayla hayata tutunma gayretine duydukları
özlemi en yalın, en sert, en mizah dolu halleriyle anlatıyor bize. Öyle ki,
artık akli ve fizksel melekelerini günden güne kaybeden babaları bile hayatın
karşısında çok daha sağlam ve fütursuz durmakta. Filmin en can alıcı
sahnesinde, kulakları ağır işiten baba, otomobilde kavgaya tutuşan oğlu ve
kızının seslerini duymamak için işitme cihazının sesini kısar, yaşlı ve yorgun
gözlerini akıp giden yola diker ve kavga sesleri geri plana kayarken sakin bir
müzik duyulur. İşte o sahne, var olduğumuzu kanıtlamak için kendimizi
paramparça ettiğimiz şu hayatın asıl müziğidir. Filmi izlerken ölümün ayak
izlerini yaşlı Savages’in ayak parmaklarında görüyor, çocuklarının hiçbir yere
varmayan trajik hayatları için çektikleri yürek ağrısına eşlik ediyor, kızı
Wendy’nin babasının bakımevindeki odasını renklendirmek için kullandığı
aksesuvarların yaydığı hüzünlü renklere kapılıyorsunuz ve günden güne eksilen
yanlarınız için kalbinize uzun süredir unuttuğunuz bir ağrı saplanıyor.
Wendy, o küçük
bakımevi odasını renklendirmeye çalışırken, aslında iletişimi kaybettiği
ailesini, evli sevgilisinin ona sunduğu yavan ve şefkatsiz ilişkiyi,
yalnızlığı, gerçekleştirmediği hayallerini, yaşama umudunu kaybetmiş ağabeyinin
hüznünü, babasının gidişini kabullenmek istemediği son günlerini ve aslında en
çok kendini renklendirmeye, yıkılmış hayatını yeniden ayağa kaldırmaya çalışıyor.
Ağabeyi Jon ise tüm kayıtsızlığı, bitirmediği kitabı, hayatını birleştirmeyi
göze alamadığı sevgilisi, hep yarım bıraktığı sevinci, ailesiyle bir yakınlık
ve mutlu son yaşamaktan kaçınan hallerine rağmen, aslında onları hiç yalnız
bırakmayarak bu kaderi değiştirmek için çabalıyor.
Karakterlerin bütün bu duyguları yansıtmasındaki başarısının
aşikâr olduğu film bize, yaşam beceriksizi bir ailenin dramından öte,
seçtiklerimiz ve seçeneksizliklerimiz arasında yiten hayatın bizi en çok yalnızlaştırdığı
noktayı göstererek hafızamızda hep yer edecek filmler arasına girmeyi başarıyor.
Ve film bitse de içimde hâlâ bitmeyen şu kalp ağrısıyla
kendi kendime soruyorum: Köklerimiz bize neyi hatırlatır? Dahası bunun için mi yanlış
da olsa bir toprağa, bir kalbe, bir anıya kök salarız? Sırası geldiğinde
yaşamın elimize tutuşturduğu kötücüllüğümüzü bir balta gibi üzerlerine savursak
da kurtulamayışımız, dahası bunu yapmayalım diye bize engel olan o kudret,
yaşarken nereye uçar? Köklerimiz doğuştandır ve reddedebiliriz, peki ya
bağlarımız? Aklımızı, kalbimizi, biz olanı bahşettiğimiz o bağlar, bize kalan
en acımasız mirastır ve ondan kurtulmak bir ömür boyu sürecek bir savaş
demektir.
Filmdeki Jon ve Wendy gibi omuzlarımızı ezen hayatın kaldıramadığımız
yüküyle yoldayız; bağlarımız bize hem çok yakın, hem çok uzak. Yine de
avuçlarımız bu film gibi, hâlâ sıcak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder