Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

gölgesi kanayan adam


damarlarında gölgesi kanıyordu,
her çizikten, karanlık akıyordu.
karşılaştı bir gün rüyasında;
ucuzlamıştı usandığı.

zaten pek konuşmazdı,
aktı yolların üzerinde,
sessiz; kanadı.
hayır, ağladığı yok bir şey uğruna,
hürlüğüydü belki özlediği,
yırttı aldanan kabullenişleri...

sarıldı gölgesine,
sevişti kabusuyla,
duvarlar karardı.

çizdi gölgeyi bir kedi,
ağlamadan yine kanadı.
aktı gölgeye, yollarca aktı,
ışığa kabus kanadı.

                           yedekçingene




gülme; ölürüm!..


gülme; ölürüm!..

dıştalama heyecanımı; bölünürüm.
yakarım rüyaları; pişmanlığa gömülürüm.
küçümsersin sevdamı; gölgemle sürünürüm.
gülme; ölürüm!..

dökerim kucağımdaki pişmanlıkları,
ezerim onları, öldürürüm.
gölgemden büyüktür hayalim,
gölgesizleşir, büyürüm.

karanlık ellerle boğarım gölgeleri;
yakarım özlemleri, öldürürüm!
aydınlatamaz güneş, bir kez daha kendini;        
soyunurum gölgeleri, süründürürüm.
gülme; ölürüm!..


unutulanlar boğazında,
intihar olursun boğazımda.
sarılırım gölgeme, hayallerimle çürürüm;
gülerim gölgeme, ölürüm!..

gülme; ölürüm!..
topla mum dibinden gölgelerini,
al cebimden ateşini.
ancak o kadarsın bende.
çek git bir an önce!
unutma şapkanı, dönme geriye!..

gülme; ölürüm!..

                               yedekçingene



YAĞMUR

                                                           
   Yağmuru anlamaya çalışıyorum. Koca yaz geçti. Anlatacak o kadar çok konu biriktirmiş ki dikkatimi hangisine vereceğimi bilemiyorum. Beklemekten bahsediyor bu gece… Beklemenin insan hayatında oluşturduğu yara berelerinden söz ediyor. Yanağını gösteriyor…  “ Bende de izi var. Herkes beklemiştir,” diyerek geçiştiriyorum. Belkide beklemeyi artık sevmiyorum da ondan.
    
Üzerime türlü konularıyla iğne gibi damlamaya, yaralamaya devam ediyor. Ezile büzüle yürüyerek yol alıyorum. Anlaşılmadık bir akşam saatinde yokuştan salınarak eve gidiyorum. Yoldayım… Bir şişe köpek öldüren şarap ve içinden bir tanesi içilmiş sigara paketim olduğundan dünya benim.
   
Şemsiyem yok. Oldum olası sevmedim şemsiyeleri. Sadece yağmuru dinliyorum. Başımıza doğal bir felaket gelecekse, gelsin de kurtulalım diyorum. Hem şemsiyesi olmayanlar ıslanırken, benim korunmam da olacak iş değil. Çünkü biz öyle yetiştirildik…
   
Peynir ekmeğimizin yarısını paylaşarak başladı çocukluk oyunlarımız. Oyun kafeslerimiz bir traktörün römorkuydu. Hazır şemsiye demişken, şiir yazan bir arkadaşım geliyor aklıma;  “Şemsiye” şiirini bilen üç beş kişiden biri olduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Umarım bir gün herkes o şiiri okuyacak.
   
Kahvenin önünden geçiyorum, buğulu camdan içeri kayıyor gözüm; mahalle ve lise arkadaşlarım taş çeviriyorlar. Ben bir an önce eve girmek, yağmurun söylencelerine dikkat kesilebileceğim kuzinenin yanına oturmak; o eski kırçıl kedileri tahayyül etmek, sırtını sıvazlayarak minderimde kıvrılmak istiyorum.
   
Fakat başaramıyorum. Kahvede taş çeviren arkadaşlarımın oyununu izleyerek yancılık yapan Özkan, geçtiğimi görüyor kahvenin kapısını açıyor:

 -  “Heyt nereye be! “ diyor.

Gelişine seviniyorum.  Üzerindeki lise üniforması, bir zamanlar birlikte okuduğumuz okul kantininde iş yeri kıyafetleri olmuş. Sarılıyoruz. Yağmuru, onu bunu unutup masaya gidiyorum. Boş tahta bir sandalye çekip oturuyorum. Çay teklifine hayır diyemiyorum. Elimdeki mantarı açılmış, hazır içilmeyi bekleyen şarabı görüyorlar. Son el bitiyor… Hesabı paylaşıyorlar. Az para verenler taşları topluyor. Sigara yakıyoruz. Garson gelip her zaman olduğu gibi uyarıyor. Dışarı çıkıyoruz... Beni bırakmak istemiyorlar, hepsi sanki benim için karar almış, “Boş ver yağmuru!” diyorlar. İçelim...
   
Kasabada, insanın her türlü işini dağ bayır demeden gören eski kırmızı bir Renault’un içine doluşuyoruz. Gidilecek en güzel yerin neresi olduğu değil, içilecek en sote, güzelliğiyle bizi cezbeden yerin neresi olduğu önemli oluyor. Arabanın motoru homurdanıp ısınırken, klima da çalışıyor karar veriyoruz… Yine bir dağ kenarı, mersin, yağmurun dokunduğu toprak kokan herhangi bir tarla kenarı tercihimiz oluyor. Arabanın sil geçine karşı koyan yağmur damlalarını görünce yine içime sinmiyor:
  
 -“Yağmur, diyorum.  Eve gidip yağmuru dinleyecektim…” 
    
-“ Bundan sonra çok yağar… Bu gece bizi dinle, yarın dinlersin.” diyor barış, vites kolunu sağ eliyle kavrarken. 
  
 - “Olsun, bizim zeytinlere, pamuğa iyi gelir,” diyor fatih.
     
-“ Zira yağmur ikliminde de yaşamıyoruz. Tabi her kişinin başka olur iklimleri. Ne olacak bu adamın sonu…” diyor Özkan, eliyle kafama dokunuyor, bu huyundan hiç vazgeçmiyor.
     
-“Yarın dinlersin, ne s.kim dinleyeceksen!” diyor Arif abi,“Gitmiyor muyuz?” diyor öfkelenerek; o anda herkes susuyor, motorun homurtusu tekerleklerin hareketiyle hırıltıya dönüşüyor.
   
Herkes kendinden emin. Sessizleşiyor... Şarabı elden ele dolaştırıyoruz. Belli ki tek üzüntülerini biriktiren ben değilim. Uzatmıyorum. Arkadaşlar olmadan hayat var olamaz biliyorum. Az önce beni ıslatan yağmur, şimdi arabayı döverek ses çıkartıyor. İnsan bedeni bu kadar mı ses geçirmez inanamıyorum; acıyı, tatlıyı, gizlemeye ne kadar da elverişli şaşırıyorum... Bunu ben mi söylüyorum, yoksa bir kitaptan hafızama mı kazındı hatırlamıyorum.
   
Kasaba sınırlarından ayrıldıkça toprak ciğerlerimize doluyor. İçim şenlendikçe şehirdeki dostlarımın neler kaçırdıklarını düşünüyorum. Karanlıkta da doğa ne güzel…  Onlar da olsa ne güzel olurdu diye düşünüyorum.
  
Yolda bir şişe şarabın kimseye yetmeyeceğini bildiğimizden ilave şişeler ekliyoruz… Tarlanın kenarına geldiğimizde kalender toprak kokusu, arkadaşların varlığı, dünyamı güzelleştiriyor. Yağmur, sanki sohbetin seyrini duyuyor da ta içime doğru çiseliyor.
   
Kimse kimseyi anlamasa da, dili sürtüşüp dursa da herkes konuşacak bir konu buluyor. Kimi ektiği pamuktan, zeytinden, kimi en son okuduğu kitaptan, kahve de olup bitenlerden, memleketin içinde bulunduğu durumdan tartışmalara sürükleniyor. Sadece dinliyorum…
  
Özkan, bir anda oluşan sessizliği aklından geçenlerle iteleyip elini omzuma atıyor:
  
-“Yağmur bir yana da sen ne zaman evleniyorsun? Bak benim kızlar okula başlıyor,” diyor.
      
O vakit yine eve gitmek; tuğladan, betondan kabuğuma çekilmek istiyorum. Söyleyemiyorum. Anlaşılamamanın akıbetini diyemiyorum. Ah kadınlar! Boğazım düğümleniyor. Öylece duruyorum. Konuşmaya başlıyorum. Konudan konuya atlıyorum. Ne söylediğimi bilmiyorum…
    
Yağmur yeniden hızlanmaya başladığında beni eve bırakıyorlar. Gün bu defa arkadaşlarla aydınlanmayı beceremiyor. Karanlık. Sokak köpekleri havlıyor. Başım dönüyor. Eve giriyorum. Işığı yakmıyorum.  Kuzinenin yanına yaklaşıyorum. Ateşin tavandaki gölgesi yerini kuzinenin biçimine bırakmış. Üzerindeki deliği tırnak ucumla itip içine bakıyorum; kömür, odun, önce kor ateş sonra yine kül olmuş her halinden görüyorum. İçim burkuluyor. Yeniden yakmayı üşeniyorum. Pantolonumu çıkarıp altımdaki yün içliğimle yatağıma uzanıyorum. Yağmura:

- “ Ne derdin varsa anlat, seni anlayacağım ve uyuyacağım” diyorum.
       
Beni geri itiyor, şimşek gibi yüzüme çakıyor:
  
- “ Çok içmişsin yine, zıkkım içesice!”diyerek sırtını dönüyor.
    
Anne karnındaki, çocuk nasılsa işte öyle: Yine sokağa çıksam mı çıkmasam mı diye düşünüyorum. Bulunduğum yerde dönüp duruyorum. Çeperime yumruklar vuruyorum. Yağmurun ne zaman, nasıl yağacağını bir türlü bilemiyorum.  Anlatacaklarını da…





07,12,2bin12
Onur Akbudak

                                                                                                               

                                                                                                                            





                                                                                                          
   

kurşunkalem





bekler tetikte kurşunkalem;
                                    başkaldırıcı,
                                                    hırçın,
                                                           "öfke".

yakışır ona
        elde diye,
doğru tespit;
        “elde öfke”.

çıkmaz kontrolden zaman;
bilinç,
     mantık,
        diyalektik.

oldu mu ilk önce zaman?
ilk gereklilik,
        "materyalist";
İkincisi,
        diyalektik.




sarhoş muhabbeti #2




 ...
- yeterince zekaya sahip değilsen, daha yüksek mutlulukları nasıl kavrarsın?
- ...
- anlamsız mı? peki, fedakârlıklarıyla yüksek mutluluklara ulaşmış, gerisine düşünme problemleri, fikirler bırakmış düşün insanının son aldığı üst zevki sıradan insan nasıl kavrar?
- ...

                                                      

sarhoş muhabbeti #1




...
- gerçekten varolsaydı tanrı, insan hatası yüzünden kendinden utanırdı.
-...
- istifa etmiştir belki. hadi, nietzsche gibi biz de, varetmediğimizi öldürelim; "öyle onurluydu ki tanrı; utancından intihar etti."
keh keh!.. boğaz köprüsünden atlayan tanrı.


KAPISINDAN KOVULDUĞUMUZ HİKÂYELER


Kapısından kovulduğumuz hikâyeler var. Zamanın bir yerinde yaşanmış olması yeter diyor onları yazanlar. Oysa tüm bunları  tek başına yazmadılar. Gri duvarların yorgunluğuna gömüldükleri o akşamlarda, sabahlarda, ayazlarda ve yağmurlarda yanlarında birileri vardı. Ama insan reddettikçe güçlendiğini düşünüyor. Bitirdiği her şeyin derisinin altındaki katmana gömüldüğünü fark etmiyor. Tıpkı o hikâyeleri yazanlar gibi.

Kapısından kovulduğum hikâyeler var. Arkamı dönüp çaresizce giderken bir yenilgi gibi gelen, şimdi ardıma dönüp bakabildiğim anlarda acısıyla ödüllendirilmiş olduğumu düşündüğüm karışık gerçekler... Elleri yüzleri kapkara çocukların el arabalarında kitap taşıdığı sokaklarında yürüyordum şehrin ve işte o anda fark ediyorum: Yıllarımı harcadığım bu sokaklar şimdi bütün varoluşlarını bensiz öğütüyor. O çocuklar içinde ne yazdığını bilmediği kitapların üzerine yoksulluklarıyla birlikte kalbimin ağrısını koyuyorlar üstelik. Ben yanlarından geçerken gülümsüyorlar. Son model bir cip yanlarından geçtiğinde içlerinde birden beliren isteğe boyun eğip ürküyorlar. Kapısından kovulmaya bile değmeyecek hikâyeler de var üstelik. Bu çocuklar korkarım bu hikâyeler için büyüyorlar.

Onlardan ne farkım var ki diye düşündüm. O kitapların birçoğunun içinde geçen sıradan bir kalp kırıklığı gibiydim aslında. Girdabın içini de dışı kadar iyi biliyordum. O kitaplardan ben de okudum, o kitapları birilerinin ellerinden diğerlerine taşıyıp durdum. Bu sokaklardan anılar biriktirecek kadar da geçtim üstelik. Her sarı yaprak bir gün mutlaka ulaşmayı hayal ettiğim ülkesiz topraklara götürecekti beni değil mi? Hiç hayal edilmemiş bir ten kokusu duyacaktım bir yerlerden. Gün gelecek, çekip gitmeleri sevmekten bıkacaktım ve erken yorulmuş gölgem benden vazgeçmiş olmayacaktı. İşte buradayım. Sonsuz bir çığlık büyüten sessizlikle uçar gibi, toz olur gibi, yüzleşmemek için arazi olur gibi, akşamüstü telaşından kaçan incecik silik bir gölge gibi, eskiden sevdiğim bir şeylerin kapısındayım. İçeri giremem, kapılar kapalı, bu sokaklardan da kovuldum.
 Yağmur biriktirir aşk acısı. İç sesinde boğulup inlemek böyle durumlarda hüznümüzü soylu bir şeymiş gibi gösteren bir klişedir. İnsanlar güzellikle acı çekenleri sever. Acısını hiç kimseye bulaştırmıyorsa üstelik bu sevgi katlanır. Ama hepsi o kadar saydam bir yalan ki... Hadi bir kez olsun sabah akşama evriliyor diye hayranı olduğumuz şu dünyanın bir parçası gibi davranıp dürüst olalım. Kaçımızın çektiği acı kaçımızın umurunda? İç sesini dışardan dinleyen birine küçümseyen bakışlar fırlatmaktan çekinmiyorsunuz. Oysa acısı ne kadar da size benziyor değil mi? Bu yüzden kaçıyorsunuz işte, bir kez olsun geri çevrilmediğiniz bir kapıyı görmek sizi nasıl da korkutuyor. Çünkü bir başkasının kalbine açılan davetkâr bir kapı görmek korkutuyor sizi. İçerisi korkutuyor. Bunu ne zaman mı gördüm?

Kapısından kovulduğum adamlar var. Artık siren sesleri gibi içimi ürpertiyor bir aşkın kırık zamanları.

Bütün kovulmuşluklarımı şehrin kanalizasyonuna bırakıp  o sokakları geçiyorum. Biliyorum geri dönmek zor olacak. Biliyorum geri döndüğümde o sokaklarda yürüyüp eski hayatımın izini süren ben olmayacağım. Zamanın eğri demiri sırtıma değdikçe değişen yenilenen sayrı bir düş gibi her yanımı iğneleyen bir başka seyir halinde çırpınacağım. O kadar çok denedim ki bunu... Değişmeyi, hiç olmayacak bir şey olmayı, uzun yolları göze almayı... Değişim bu kadar mutlakken bana gelince katılaşıyordu sanki. Nereye gitsem bir bumerang gibi aynı şehre geri geliyordum. Ne zaman valizimi toplayacak olsam, ardımda kalanlar yüzünden o bavulun fermuarı bir türlü kapanmıyordu. Tanıdık olmayan bir rüzgâr tenimi nasıl yakar bilmiyordum. Yüzüme soğuk bir dağ suyu çarptığımda bakışlarım pul pul olup ellerime dökülüyordu. Yüzüm dökülüyordu yola. Yalnızlığım dökülüyordu. Kalabalığım ve kargaşam sonra... Hepsi bir araya geldiğinde mesafeler katlanıyordu ve ben, benim dilsiz ellerim ve benim hayata bir değer biçemeyecek kadar ucuz düşlerim ayağıma çelmeler takıp duruyordu. Neden mi, kapısından kovulduğum çekip gitmelerim vardı.

Şimdi geri dönüş yolunda elinde kırmızı meşaleler tutarak yürüyen bir soytarı yolumu kesiyor. Gülüşünü yüzünden çıkarıp bana veriyor. Hesabına çalıştığı kral bu hibeden habersiz. Biz bugün bu soytarıyla hangi anahtarlar hangi kapıları açar ve hangi kapılarda insan daha önce düşürüp fark etmediği değerli bir anahtarı bulabilir, bunu arayacağız. Belki biraz fazla kirliyiz ya da masumiyet artık sıcaklarda vücuda yayılan rehavet gibi bizi rahatsız ediyor. Umurumuzda değill. Birileri gittiği yerlerden çantasında yapbozun bizden çaldığı parçasıyla dönmeye hazırlanırken ve üstelik o parça kayıp diye tamamlayamadığımız bu hayat onun hiç de umurunda değilken, masumiyet bir soytarı gülüşüdür. 

Neden mi bu kadar hırçınız? 

Cevabı basit, kapısından kovulduğumuz gülüşler var.