Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

KAPISINDAN KOVULDUĞUMUZ HİKÂYELER


Kapısından kovulduğumuz hikâyeler var. Zamanın bir yerinde yaşanmış olması yeter diyor onları yazanlar. Oysa tüm bunları  tek başına yazmadılar. Gri duvarların yorgunluğuna gömüldükleri o akşamlarda, sabahlarda, ayazlarda ve yağmurlarda yanlarında birileri vardı. Ama insan reddettikçe güçlendiğini düşünüyor. Bitirdiği her şeyin derisinin altındaki katmana gömüldüğünü fark etmiyor. Tıpkı o hikâyeleri yazanlar gibi.

Kapısından kovulduğum hikâyeler var. Arkamı dönüp çaresizce giderken bir yenilgi gibi gelen, şimdi ardıma dönüp bakabildiğim anlarda acısıyla ödüllendirilmiş olduğumu düşündüğüm karışık gerçekler... Elleri yüzleri kapkara çocukların el arabalarında kitap taşıdığı sokaklarında yürüyordum şehrin ve işte o anda fark ediyorum: Yıllarımı harcadığım bu sokaklar şimdi bütün varoluşlarını bensiz öğütüyor. O çocuklar içinde ne yazdığını bilmediği kitapların üzerine yoksulluklarıyla birlikte kalbimin ağrısını koyuyorlar üstelik. Ben yanlarından geçerken gülümsüyorlar. Son model bir cip yanlarından geçtiğinde içlerinde birden beliren isteğe boyun eğip ürküyorlar. Kapısından kovulmaya bile değmeyecek hikâyeler de var üstelik. Bu çocuklar korkarım bu hikâyeler için büyüyorlar.

Onlardan ne farkım var ki diye düşündüm. O kitapların birçoğunun içinde geçen sıradan bir kalp kırıklığı gibiydim aslında. Girdabın içini de dışı kadar iyi biliyordum. O kitaplardan ben de okudum, o kitapları birilerinin ellerinden diğerlerine taşıyıp durdum. Bu sokaklardan anılar biriktirecek kadar da geçtim üstelik. Her sarı yaprak bir gün mutlaka ulaşmayı hayal ettiğim ülkesiz topraklara götürecekti beni değil mi? Hiç hayal edilmemiş bir ten kokusu duyacaktım bir yerlerden. Gün gelecek, çekip gitmeleri sevmekten bıkacaktım ve erken yorulmuş gölgem benden vazgeçmiş olmayacaktı. İşte buradayım. Sonsuz bir çığlık büyüten sessizlikle uçar gibi, toz olur gibi, yüzleşmemek için arazi olur gibi, akşamüstü telaşından kaçan incecik silik bir gölge gibi, eskiden sevdiğim bir şeylerin kapısındayım. İçeri giremem, kapılar kapalı, bu sokaklardan da kovuldum.
 Yağmur biriktirir aşk acısı. İç sesinde boğulup inlemek böyle durumlarda hüznümüzü soylu bir şeymiş gibi gösteren bir klişedir. İnsanlar güzellikle acı çekenleri sever. Acısını hiç kimseye bulaştırmıyorsa üstelik bu sevgi katlanır. Ama hepsi o kadar saydam bir yalan ki... Hadi bir kez olsun sabah akşama evriliyor diye hayranı olduğumuz şu dünyanın bir parçası gibi davranıp dürüst olalım. Kaçımızın çektiği acı kaçımızın umurunda? İç sesini dışardan dinleyen birine küçümseyen bakışlar fırlatmaktan çekinmiyorsunuz. Oysa acısı ne kadar da size benziyor değil mi? Bu yüzden kaçıyorsunuz işte, bir kez olsun geri çevrilmediğiniz bir kapıyı görmek sizi nasıl da korkutuyor. Çünkü bir başkasının kalbine açılan davetkâr bir kapı görmek korkutuyor sizi. İçerisi korkutuyor. Bunu ne zaman mı gördüm?

Kapısından kovulduğum adamlar var. Artık siren sesleri gibi içimi ürpertiyor bir aşkın kırık zamanları.

Bütün kovulmuşluklarımı şehrin kanalizasyonuna bırakıp  o sokakları geçiyorum. Biliyorum geri dönmek zor olacak. Biliyorum geri döndüğümde o sokaklarda yürüyüp eski hayatımın izini süren ben olmayacağım. Zamanın eğri demiri sırtıma değdikçe değişen yenilenen sayrı bir düş gibi her yanımı iğneleyen bir başka seyir halinde çırpınacağım. O kadar çok denedim ki bunu... Değişmeyi, hiç olmayacak bir şey olmayı, uzun yolları göze almayı... Değişim bu kadar mutlakken bana gelince katılaşıyordu sanki. Nereye gitsem bir bumerang gibi aynı şehre geri geliyordum. Ne zaman valizimi toplayacak olsam, ardımda kalanlar yüzünden o bavulun fermuarı bir türlü kapanmıyordu. Tanıdık olmayan bir rüzgâr tenimi nasıl yakar bilmiyordum. Yüzüme soğuk bir dağ suyu çarptığımda bakışlarım pul pul olup ellerime dökülüyordu. Yüzüm dökülüyordu yola. Yalnızlığım dökülüyordu. Kalabalığım ve kargaşam sonra... Hepsi bir araya geldiğinde mesafeler katlanıyordu ve ben, benim dilsiz ellerim ve benim hayata bir değer biçemeyecek kadar ucuz düşlerim ayağıma çelmeler takıp duruyordu. Neden mi, kapısından kovulduğum çekip gitmelerim vardı.

Şimdi geri dönüş yolunda elinde kırmızı meşaleler tutarak yürüyen bir soytarı yolumu kesiyor. Gülüşünü yüzünden çıkarıp bana veriyor. Hesabına çalıştığı kral bu hibeden habersiz. Biz bugün bu soytarıyla hangi anahtarlar hangi kapıları açar ve hangi kapılarda insan daha önce düşürüp fark etmediği değerli bir anahtarı bulabilir, bunu arayacağız. Belki biraz fazla kirliyiz ya da masumiyet artık sıcaklarda vücuda yayılan rehavet gibi bizi rahatsız ediyor. Umurumuzda değill. Birileri gittiği yerlerden çantasında yapbozun bizden çaldığı parçasıyla dönmeye hazırlanırken ve üstelik o parça kayıp diye tamamlayamadığımız bu hayat onun hiç de umurunda değilken, masumiyet bir soytarı gülüşüdür. 

Neden mi bu kadar hırçınız? 

Cevabı basit, kapısından kovulduğumuz gülüşler var.








Hiç yorum yok: