Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

YAĞMUR

                                                           
   Yağmuru anlamaya çalışıyorum. Koca yaz geçti. Anlatacak o kadar çok konu biriktirmiş ki dikkatimi hangisine vereceğimi bilemiyorum. Beklemekten bahsediyor bu gece… Beklemenin insan hayatında oluşturduğu yara berelerinden söz ediyor. Yanağını gösteriyor…  “ Bende de izi var. Herkes beklemiştir,” diyerek geçiştiriyorum. Belkide beklemeyi artık sevmiyorum da ondan.
    
Üzerime türlü konularıyla iğne gibi damlamaya, yaralamaya devam ediyor. Ezile büzüle yürüyerek yol alıyorum. Anlaşılmadık bir akşam saatinde yokuştan salınarak eve gidiyorum. Yoldayım… Bir şişe köpek öldüren şarap ve içinden bir tanesi içilmiş sigara paketim olduğundan dünya benim.
   
Şemsiyem yok. Oldum olası sevmedim şemsiyeleri. Sadece yağmuru dinliyorum. Başımıza doğal bir felaket gelecekse, gelsin de kurtulalım diyorum. Hem şemsiyesi olmayanlar ıslanırken, benim korunmam da olacak iş değil. Çünkü biz öyle yetiştirildik…
   
Peynir ekmeğimizin yarısını paylaşarak başladı çocukluk oyunlarımız. Oyun kafeslerimiz bir traktörün römorkuydu. Hazır şemsiye demişken, şiir yazan bir arkadaşım geliyor aklıma;  “Şemsiye” şiirini bilen üç beş kişiden biri olduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Umarım bir gün herkes o şiiri okuyacak.
   
Kahvenin önünden geçiyorum, buğulu camdan içeri kayıyor gözüm; mahalle ve lise arkadaşlarım taş çeviriyorlar. Ben bir an önce eve girmek, yağmurun söylencelerine dikkat kesilebileceğim kuzinenin yanına oturmak; o eski kırçıl kedileri tahayyül etmek, sırtını sıvazlayarak minderimde kıvrılmak istiyorum.
   
Fakat başaramıyorum. Kahvede taş çeviren arkadaşlarımın oyununu izleyerek yancılık yapan Özkan, geçtiğimi görüyor kahvenin kapısını açıyor:

 -  “Heyt nereye be! “ diyor.

Gelişine seviniyorum.  Üzerindeki lise üniforması, bir zamanlar birlikte okuduğumuz okul kantininde iş yeri kıyafetleri olmuş. Sarılıyoruz. Yağmuru, onu bunu unutup masaya gidiyorum. Boş tahta bir sandalye çekip oturuyorum. Çay teklifine hayır diyemiyorum. Elimdeki mantarı açılmış, hazır içilmeyi bekleyen şarabı görüyorlar. Son el bitiyor… Hesabı paylaşıyorlar. Az para verenler taşları topluyor. Sigara yakıyoruz. Garson gelip her zaman olduğu gibi uyarıyor. Dışarı çıkıyoruz... Beni bırakmak istemiyorlar, hepsi sanki benim için karar almış, “Boş ver yağmuru!” diyorlar. İçelim...
   
Kasabada, insanın her türlü işini dağ bayır demeden gören eski kırmızı bir Renault’un içine doluşuyoruz. Gidilecek en güzel yerin neresi olduğu değil, içilecek en sote, güzelliğiyle bizi cezbeden yerin neresi olduğu önemli oluyor. Arabanın motoru homurdanıp ısınırken, klima da çalışıyor karar veriyoruz… Yine bir dağ kenarı, mersin, yağmurun dokunduğu toprak kokan herhangi bir tarla kenarı tercihimiz oluyor. Arabanın sil geçine karşı koyan yağmur damlalarını görünce yine içime sinmiyor:
  
 -“Yağmur, diyorum.  Eve gidip yağmuru dinleyecektim…” 
    
-“ Bundan sonra çok yağar… Bu gece bizi dinle, yarın dinlersin.” diyor barış, vites kolunu sağ eliyle kavrarken. 
  
 - “Olsun, bizim zeytinlere, pamuğa iyi gelir,” diyor fatih.
     
-“ Zira yağmur ikliminde de yaşamıyoruz. Tabi her kişinin başka olur iklimleri. Ne olacak bu adamın sonu…” diyor Özkan, eliyle kafama dokunuyor, bu huyundan hiç vazgeçmiyor.
     
-“Yarın dinlersin, ne s.kim dinleyeceksen!” diyor Arif abi,“Gitmiyor muyuz?” diyor öfkelenerek; o anda herkes susuyor, motorun homurtusu tekerleklerin hareketiyle hırıltıya dönüşüyor.
   
Herkes kendinden emin. Sessizleşiyor... Şarabı elden ele dolaştırıyoruz. Belli ki tek üzüntülerini biriktiren ben değilim. Uzatmıyorum. Arkadaşlar olmadan hayat var olamaz biliyorum. Az önce beni ıslatan yağmur, şimdi arabayı döverek ses çıkartıyor. İnsan bedeni bu kadar mı ses geçirmez inanamıyorum; acıyı, tatlıyı, gizlemeye ne kadar da elverişli şaşırıyorum... Bunu ben mi söylüyorum, yoksa bir kitaptan hafızama mı kazındı hatırlamıyorum.
   
Kasaba sınırlarından ayrıldıkça toprak ciğerlerimize doluyor. İçim şenlendikçe şehirdeki dostlarımın neler kaçırdıklarını düşünüyorum. Karanlıkta da doğa ne güzel…  Onlar da olsa ne güzel olurdu diye düşünüyorum.
  
Yolda bir şişe şarabın kimseye yetmeyeceğini bildiğimizden ilave şişeler ekliyoruz… Tarlanın kenarına geldiğimizde kalender toprak kokusu, arkadaşların varlığı, dünyamı güzelleştiriyor. Yağmur, sanki sohbetin seyrini duyuyor da ta içime doğru çiseliyor.
   
Kimse kimseyi anlamasa da, dili sürtüşüp dursa da herkes konuşacak bir konu buluyor. Kimi ektiği pamuktan, zeytinden, kimi en son okuduğu kitaptan, kahve de olup bitenlerden, memleketin içinde bulunduğu durumdan tartışmalara sürükleniyor. Sadece dinliyorum…
  
Özkan, bir anda oluşan sessizliği aklından geçenlerle iteleyip elini omzuma atıyor:
  
-“Yağmur bir yana da sen ne zaman evleniyorsun? Bak benim kızlar okula başlıyor,” diyor.
      
O vakit yine eve gitmek; tuğladan, betondan kabuğuma çekilmek istiyorum. Söyleyemiyorum. Anlaşılamamanın akıbetini diyemiyorum. Ah kadınlar! Boğazım düğümleniyor. Öylece duruyorum. Konuşmaya başlıyorum. Konudan konuya atlıyorum. Ne söylediğimi bilmiyorum…
    
Yağmur yeniden hızlanmaya başladığında beni eve bırakıyorlar. Gün bu defa arkadaşlarla aydınlanmayı beceremiyor. Karanlık. Sokak köpekleri havlıyor. Başım dönüyor. Eve giriyorum. Işığı yakmıyorum.  Kuzinenin yanına yaklaşıyorum. Ateşin tavandaki gölgesi yerini kuzinenin biçimine bırakmış. Üzerindeki deliği tırnak ucumla itip içine bakıyorum; kömür, odun, önce kor ateş sonra yine kül olmuş her halinden görüyorum. İçim burkuluyor. Yeniden yakmayı üşeniyorum. Pantolonumu çıkarıp altımdaki yün içliğimle yatağıma uzanıyorum. Yağmura:

- “ Ne derdin varsa anlat, seni anlayacağım ve uyuyacağım” diyorum.
       
Beni geri itiyor, şimşek gibi yüzüme çakıyor:
  
- “ Çok içmişsin yine, zıkkım içesice!”diyerek sırtını dönüyor.
    
Anne karnındaki, çocuk nasılsa işte öyle: Yine sokağa çıksam mı çıkmasam mı diye düşünüyorum. Bulunduğum yerde dönüp duruyorum. Çeperime yumruklar vuruyorum. Yağmurun ne zaman, nasıl yağacağını bir türlü bilemiyorum.  Anlatacaklarını da…





07,12,2bin12
Onur Akbudak

                                                                                                               

                                                                                                                            





                                                                                                          
   

Hiç yorum yok: