Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

Laurence Anyways







           -      Hiç yollamadığım mektuplardan bahsetmeli miyim ?.Bayan “A.Z.”ye.
          -      Ona böyle hitap ederek onu objeleştirdiğini düşünmüyor musun ?
          -      Hayır.Ona bayan “A.Z.” diyorum çünkü her şey onunla başlayıp onunla bitiyor.Bu bir seri numarası  ya da bir barkod değil.Ona yazdım.Hiç yollamadığım mektupları.Çöpe attığım ya da üzerine sifon çektiğim mektuplar.
          -      Denize bırakılan şişeler gibi mi ?
          -      Bir bok okyanusuna bırakılan,belki.Hayır,bu çok daha romantik.Hayal et:bir evsiz,mağaralarda ve lağımlarda yaşayan;mektupları keşfeder.Onları toplar,okur ve hayal etmeye başlar.Belki de bu aşkı kıskanır.Sanırım o dönem bine yakın mektup yazdım.O küçük kulübenin içindeki odayı hala hatırlıyorum.Bunların hepsi “off the record” tabii.Bunun yerine ona bir şarkı yazabilirdim.”Ne Me Quitte Pas*.Türünde bir şey.Belçikalılar yavaş ama basit konuşur.Neredesin ? Ne giyiyorsun ? Ne yapıyorsun ?
          -      Pardon ?
          -   “Neredesin ? Ne giyiyorsun ?”.Bunlar şeydi uyandığımda kendime sorduğum sorulardı.Onu düşünerek.Ve aynı sorularla yatağa giderdim.Bir noktada cevaplara gereksinim duydum.



 * Jacques Brel-1972






http://www.imdb.com/title/tt1650048/


...kırık ve yorgun

ruhlara yakışmayan acılar çekildi

tıpkı yaşam gibi

tıpkı ölüm gibi

zihnime yıkıldı esrik bir cümle

mat ve soluk

kırık ve yorgun

acı dolanırken kabuklarımıza...


hayat tren kazası kadar acı

hayat yaş pasta kadar tatlı

plastik kokan insanlar

tepenizden bakıyorum...



bana inanma



hıçkıran gitarın kararsız ezgiselliği ve diğer yaşama enstrümanlarının pişman ürperişleri… haykırıyor halâ hayal kırıklığının kayıp marşları ve üzülüyor ölü şarkılar. keçiyolundaki diyalektik oysa, tarihin bir sonraki aşaması ve sebepliğinden dolayı ona bağlı. mutlulukla hışırdayan, yeryüzünün düşman gazetesi… ve sen, içinde mevcut olmadan duran bazılarını yok etmelisin; def etmelisin hepsini. seni mevcudiyetsizliğe götürecek laneti üzerinden silkinmenin erdemiyle tanışman için ışık diye vaat ettiklerinin kaynağına doğrudan bakma. yeraltının aydınlığına uyandığında, onların gölgelerinde doğacaktır yaşam ve bilgi alanın. onların ışığı değil lağım borularının aydınlatılmışlığıyla, sana uğrattıkları şok yüzünden unutacaksın dehanın kavrayışlarını. oysa şapşallık için gözlerini sonuna dek açmaya zorlar yalanları. 



yavşağın dekadanı

-burnumdan çıkartıyorum beyinlerinizi,
içeri kaçmış birkaç rahatsız karınca sanki,
sümkürüyorum fikirlerinizi.-

söyleyin, annesine sorsun kürtajı;
kim kimi öldürüyor,
doğmaması engellenmiş çocuğu kuytularda sıkıştırıp da kim ırzına geçiyor?
annesine sorsun,
söyleyin;
ağzına dayadığı, içini araladığı yalanlarıyla yavruların daracığından kim nereleri döllüyor?

ve siz de hocasına sorun;
yalakaları birbirlerini iterken hocasının en çok hangi malını ağzına almış,
en çok hangisini emmiş, yalamış?
iyi bilir yavşağın dekadanı!



Ruh akvaryumu



Yine birden uyandı…gözlerini açtığında yine o bilindik görüntüler eşlik etti ona..doğruldu kalktı yatağından…terliklerini aradı ilk…banyoya girdi..tüm gece biriken idrarını boşalttı yine aynı şekilde…bilindik bir ritmik ses doldurdu yine banyoyu…yüzünü yıkadı…yüzünü yıkarken aynadaki görüntüsüne takıldı bir süre…saçları birbirine karışmış,göz altları mosmor olmuş bir yüz ona bakmaktaydı...sevmedi, birden tiksinti duydu ona bakan bu yüzden....alışkanlıktı bu her gün aynaya bakıp tiksineceği bir yüzün ona bakması.. her şey bilindik ve akışkan bir alışkanlıktaydı…mutfağa gitti…her zaman ki mahmurluğuyla kahvenin suyunu koydu…ve her zaman aynı kıvamda yapabildiği kahvesini hazırladı….suyun yüz dereceye gelmesine ne kadar vardı…her şeyin değişmesi için ne kadar vardı…neden bu aptal yalıtılmışlıkla geçiriyordu günlerini…kaplumbağalara bile özenir olmuştu…içindeki o yaşama sevinci denen gizli gücü uzun zamandır hissedemez olmuştu sanki…nelerin uğruna nelerden vazgeçmişti …kahve makinesinin tık sesiyle irkildi birden…”gerçek” dünyaya döndü…ruhunu yine askıya astı tekrar giymek üzere…elinde kahve fincanı tekrar odasına döndü…camını açtı…dışarıda pastırma yazı kıvamında bir hava vardı…inceden çocuk sesleri geliyordu…bir günün güzel olduğunu,güneşli olduğunu kanıtlayan çocuk sesleri...fakat günün neredeyse yarısını bitmişti…yeni başlayanları hiçe sayarak akmaktaydı işte yine usul usul..bilgisayarını açtı,bu da günlük rutin işlerinin devamından öte bir şey değildi…tıpkı birazdan yakacak olduğu günün ilk sigarası gibi..her şey ne kadar da ilkeldi…birden yine daldı… aklı uzaklara gitti… hiç görmediği insanları  ve de hiç gitmediği uzak ülkeleri özlemek gibi bir şey…öznesini yitiren bir cümlenin içine düştüğü gizli bir telaş gibi…yankısına aldırmayan bir sesin gidip de dönememesi gibi…

Sıradanlıktan uzak kalışı ancak böyle anlarda ortaya çıkıyordu işte… gizli bir telaşa böyle zamanlarda kapılıyor ve ancak böyle anlarda yitirdiklerini düşünmüyordu..,mavi bir hayale kapılıp çokça renkle, yeni bir resmi resmediyordu…tuvale sürdüğü boyalar kendi dertlerine düşmüş ellerindeki yitikliği sayıyorlardı…bir yitiklik …iki yitiklik…üç yüz altmış beş yitiklik…

Kelimelerde ne çok anlam birikiyor…ve de ne çok  anlamı öldürüyor kendi ismindeki harf sayısı kadar…bir isim kaç harfli ise o kadar da özgürlüğünün kısıtlanmış olduğunu düşünüyor…uzun isimlerin yazgısına üzülüyor…ne kadar çok kelime ve de cümle kurarsak o kadar çok tutsak olduğumuzu göreceğiz diyor…bunların farkına vardığını sanıyor…yani bu bilinçle doğduğunu..ve de bu ayrıksı duran fikrin  kendisine verilmiş bir hediye ve de aynı zamanda büyük bir lanet olduğunu düşünüyor…farkında olmak bir nevi lanetlenmek gibi diyor… tıpkı kendisinin gizli yanlarına duyduğu hayranlık gibi..tıpkı elinden gelse bulup öldüreceği bir hikaye kahramanı gibi…gazetelere sürmanşet geçecek bir cinayetin haberi :çok sevdiğimiz hikaye kahramanımız dün gece evinde ölü bulunmuştur..acımız büyük…

Tüm bunları kendimi yazmıştı…her seferinde gizli bir şaşkınlık edasında yazdıklarını okudu…kahvesi soğumuş,sigarası çoktan sönmüş,uzun bir kül yığını haline gelmişti…her şey kendine dönüşüyor…her şey var olduğu ilk yapıya,onu oluşturan ne varsa tam da ona dönüşüyor…içinde duyduğu derin metamorfoz sancılarını düşündü bir süre..bir sigara külünden neler çıkıyordu işte…..hayatın,her şeye rağmen biz zavallı kullara sunduğu küçük ama derinden işaretlerinden biri gibiydi bu da…

hayatın insanlara sunduğu küçük ama etkili nüansları var fakat göremiyoruz…ve göremediğimizden her şeyi tek bir şeyle açıklamaya çalışıyoruz…işte tam da bu yüzden aynılaşıyoruz…şaşırmayı unutmuşuz çünkü, bu yüzden hayatın ta kendisinde  şaşılası nice ayrıntının olduğunu bilemiyoruz..o yüzden tüm duvarlarımız tek renk…standart hayatlarımıza yakışacak standart sonlarımız var...tek hücreli canlılara dönüşüyoruz...sürüngenleriz..sürünüyoruz…

Düşündüklerinin zihninde oluşturduğu yankıya takıldı bir süre…zihnindeki kelimeleri sevişirken yakaladı..sevgiden gelen bir sevişmeden öte birazdan kurban edilecek birinin son dakikaları gibiydi …yanında türlü meyveler,altın kadehlerde şaraplar..ama kurban edilecek kelime,yine kelimeler tarafından…nice kelimeyi kurban etmişler görmemek için…okunmaması için yine başka başka kelimeler tarafından….iyi kelimeleri öldürmüş kötü kelimeler..şimdi ne kadar iç geçirsek az…

Birden bir ses böldü tüm bu anı… kısa bir an..kısa bir anı tümden bozar  gibi uzun uzun çaldı… sessizliği elinden alınmış bu yüzden üzüntüsüne yegane adlar yakıştıran bir çocuk gibi çaldı…ama
çalan kapı mıydı telefon mu birden anlayamadı…!sahibinin sesine doğru yöneldi sadece…çalan bir telefondu…açtı...tanıdık bir ses duydu... ya da tanıdığını sandığı bir ses duydu…hayatında var ettiği iyi kötü nice insandan sadece biriydi işte bu kişi de ..bir şeyler anlattı karşıdaki ses ve bir şeyler bekledi susarak…en azından susmasının karşılığını beklemek olarak algıladı…yarım yamalak konuştu karşıdaki sesle…yarım yamalak kısa cevaplarla geçiştirdi…sonra konuşma bitti kendi sessizliğine gömüldü…sonra karşı taraftan telefonun kapandığına dair o ritimsiz,kaba sesi duydu...kapatmıştı işte o da sonunda dayanamamış ve kapatmıştı... üzülmüş müydü ya da sevinmiş bile olabilirdi...bilemedi sadece susmak iyi gelmiyor konuşmasını bilenlere diyebildi telefonu kapatmadan…konuş diyorlar…susmanın kendi içsel yolculuğunu keşfedemiyorlar…o yüzden ne kadar konuşursan o kadar iyisin diyorlar…

Tekrar yazmaya koyuldu eski yazdıklarını okudu fakat pek de iyi durmuyordu yazdıkları…sildi tekrar yazdı ..sildi tekrar yazdı..sonra daha  yazamadı…öylece ekrana bakarken buldu kendisini..ne yaptığına mantıklı açıklamalar getirmeye çalıştı….zaten uzun zamandır tek yaptığı da bu değil miydi…her şeyi mantık çerçevesine oturtup öyle düşünmek !…ne kadar da sıkıcıydı…kendini sıkıyor ve de yine bu yüzden herkesi sıkıyordu…insanlar yüzüne baktığında hemen anlıyorlardı sıkıcılığını...biri daha anlamıştı..maskesi yırtılmış, yanlardan sırıtmıştı işte hüznü..daha ne kadar dikse kar etmezdi bu maske…kendime yeni bir maske almalıyım diye düşündü şöyle daha kullanışlı olanlarından…insanlara verecek bir yüzüm yok benim…eğer gösterirsem gerçek yüzümü ceketime yapışan ne kadar insan varsa gider…korkularından ceplerime saklanırlar…beni kendi cehennemimde yakarlar..içine kusarlar..yüzüme kusarlar…

Kalktı yerinden dışarı çıkmalıydı…insanların içine karışmalıydı…yalnızlığa alışmak zordur ama alıştın mı da sonu gelmez…seni kendi evrenine çeker…artık burada yaşayacaksın tası tarağı topla gel der…ceplerinden bile taşmış yalnızlıkların görmüyor musun, hala ne bekliyorsun hadi gel der…işte böyle başlar yalnızlık …bir de bakmışsın ki tastamam içindesin yalnızlığın..kurtuluşun yok sessizce çekeceksin…!

Dışarı çıktığında güneş çoktan tepedeydi…gözleri kamaştı birden…ilk ne yapacağını bilemedi… dışarıdaki havayı ciğerlerinin en ücra köşelerine kadar çekti bir süre…ciğerleri bayram etti…nereye gittiğini bilmiyordu…zaten çok zamandır nereye gittiğini bilmeden başıboş dolaşmıyor muydu…bir bank gördü hem de kimse tarafından istila edilmemiş halde başıboş duran…beyaz bir bank..üzerinde tonlarca sevgi gösterisinin izi çakıyla kazınmış…melek seni seviyorum yazmış biri…biri de bir kalp çizip içinden o bilindik oklardan birini geçirmiş…m ve h harfleri ile bitirmiş sanat eserini…çok görkemli…aşkın dili bu olsa gerek…en saf hali…banka kazınacak kadar büyük bir aşk..

Bir süre etrafı izledi…kalabalıkta olmak bir nevi saklanma görevi görüyordu…kendisini koruyan güçlü bir zırh gibi…yalnız olmadığını düşündü bir süre…bir süre bu sıcak his iyi geldi…zaten güneş de gözünü kamaştırmamış mıydı…güzel,tatlı ve sıcak bir his…

Birden doğruldu,kalktı banktan..bu kısa anı bile doğru düzgün yaşayamıyordu…hep bir yarım bırakılmışlık  duygusuyla çepeçevre sarmalanıyor gibiydi..o yüzden o da her şeyi yarım bırakıyor,hiçbir şeyin sonuna kadar gidemiyordu…tastamam değildi hiç..bu duygu nasıldır hiç bilmedi.,na-tamam hayatların yarım bırakılmış aşkları !

Yine amaçsızca yürümeye başladı..hiç bilmediği başka başka yerler mi vardı…görülecek ve konuşulacak insanlar mı vardı …uzak ülkeleri düşündü yine..o uzak ülkelerin uzak insanlarından herhangi birini düşündü…cinsiyeti yok…bir tek elleri ve de gözleri var…dokunmak ve görmek için sadece …şimdi gitse yanına birden böyle karşısına çıksa ben geldim dese ona uzak ülkelerin birinden …konuşmasalar sadece uzun uzun baksa ve dokunsa yüreğine…ona ruh akvaryumundan bile hiç bahsetmese…tüm aklını tüm fikriyatını birden unutsa…uzak ülkelerin herhangi birinden gelen bir hikaye kahramanı gibi mutlu mesut yaşayıp yine mutlu mesut ölse…

Birden tüm bunları düşünmenin ağırlığını hissetti üstünde..düşünmek iyi gelmiyordu..elinde olsa bir başka akvaryum yapar orada yaşamayı isterdi…lepisteslere köle,japon balıklarına efendi olabileceği küçük bir akvaryum …kendi ruh akvaryumuna hiç benzemeyen kendi halinde bir akvaryum…

Ne çok birikiyor ve de ne çok biriktiriyordu..olur olmaz şeyleri biriktiren küçük çocuklar gibiydi…eline ne geçse kutsallık mertebesine koyuyor,gizli bir ritüel gibi biriktirdikçe biriktiriyordu yüzlerce eşyayı,anıyı,o anıları hatırlatan başka başka anıları,ruhları,ruh birikintilerini…yaşamları daha doğrusu her yaşamdan aldığı yaşam kırıntılarını…İnsanların ruhlarını çalıyor ve yerine de hiçliği koyuyordu…böyle yüzlerce insan vardı..evinin en karanlık yerine yerleştirdiği akvaryumunda yüzdürdüğü yüzlerce ruh…misafirleri geldiğinde gururla göstereceği bir ruh akvaryumu.. !

Birden tekrar “gerçek” dünyaya döndü…sağına soluna baktı ,bu yeri daha önce görmemişti…gizli bir sevinç duydu… tanıdık bir yerde olmamanın verdiği iç huzuru hissetti…bilmediği mahallelerin bilmediği sokaklarında yürüdü…aldatıcı şehrin aldatıcı şehir ışıklarına takıldı bir süre..yine gözleri kamaştı…ama onları ilk defa görmüştü,kaçmasına gerek yoktu…kaçmadı da…onlarca yeni yüz gördü..onlarca yüzü hafızasına kazımaya çalıştı tekrar gördüğünde kaçmak için yanlarından…hatırlamalıydı ama hiç hatırlanmamalıydı…



Sonra birden kendini yine bildiği bir yerde buldu…buraya nasıl gelmişti…yürüyen kendisi değil miydi…ya da yürüyor muydu…aklı birden karıştı..ne yapacağını tasarlamaya çalışıyor,ona bakan birileri var mı diye etrafına daha dikkatli bakıyordu…telaşlandı..çabuk davranmalı  yoksa tanıdık birileriyle karşılaşabilirim diye düşündü…sonra nasıl hesabını verirdi onca insana…sormazlar mıydı nerede bizim ruhlarımız,ne yaptın onlara diye…koşar adım uzaklaştı oradan…evinin nerede kaldığını düşündü bir süre…sıkıntısı tüm vücuduna yayılmaya başladı…suratından terler boşanıyordu…kaçamak gözlerle etrafına bakıp zar zor bulabildiği  evinin yolunu tuttu…

Kapıyı kapattığında tekrar rahatladı…hemen hiçbir şey yapmadan ruh akvaryumunun başına geçti,ruhlarını doyurmak  için sol bileğini  kesti…kan aktı, çokça kan aktı…vakit kaybetmeden elini ruh akvaryumuna daldırdı…ruhlar sevindi…ruhlar üzüldü ya da ikisinin arasında bir yerde hiçbir şey hissettirmeden öylece akan kana baktılar…elini akvaryumundan çıkardı…tekrar yazmaya koyuldu…ya da yazabildiği kadar yazdı desek daha iyi anlaşılabilir…çünkü odanın içini sıcak kan kokusu kaplamıştı…odanın içini ancak kanla doyan yitik ruhlar kaplamıştı…yine de son bir gayretle masaya oturdu …bilgisayarın  donuk ekranına baktı bir süre…gözleri kararıyor,bütün vücudunu tatlı bir uyuşukluk kaplıyordu…bir yaz akşamı ilk aşık olduğunda duyduğu o his gibi bir şey…ya da çocukluğunda annesinden kaçıp ilk oyununu oynamak için evden kaçtığı o ilk özgürlük duygusu  gibi bir şey…oyun evet, bu da bir oyun değil miydi zaten…gözleri kapanmadan, elleri onu terk etmeden ya da daha acımasız olalım..ruhu onu terk etmeden sadece şunları yazabildi:

İlkin beni ıslak çimenlere yatırdılar...birazdan tümden ıslanacak ve üşüyeceğim…kim düşünür bedeni mi ..un ufak toprağın altında kalacağım  zamanlara çok mu var ki…yüzüstü,ellerim de iki yana açık…ayaklarım birleşik..ayak tırnaklarım kısa…gözlerim kapalı ama yine de karanlıkta küçük bir  noktaya sabitlemişim. .aşağıya …sürekli aşağıya  diyen bir iç sesim var....evet her şey tamam sanırım…tüm sahne hazır…hazırım ,hadi artık başlayın…öldüm mü ben şimdi ..ne hissediyorum…küçük küçük sesler..çocuk sesleri…kuş cıvıltıları..insan sesleri…uzaktan duyulan araba kornaları…yaşam kanıtı…yanılsama kanıtı…kulak çınlaması...kim anar ki beni..? kim sessizliğimi bozmak ister…tüm bunlar da neyin nesi demeyeceğim artık…na-tamam hayatıma verebileceğim en güzel son bu…en mutlu son bu…neyse haydi artık bitirin,

zaten kim anar ki beni !!