- Hiç yollamadığım mektuplardan bahsetmeli miyim
?.Bayan “A.Z.”ye.
- Ona böyle hitap ederek onu objeleştirdiğini
düşünmüyor musun ?
- Hayır.Ona bayan “A.Z.” diyorum çünkü her şey
onunla başlayıp onunla bitiyor.Bu bir seri numarası ya da bir barkod değil.Ona yazdım.Hiç
yollamadığım mektupları.Çöpe attığım ya da üzerine sifon çektiğim mektuplar.
- Denize bırakılan şişeler gibi mi ?
- Bir bok okyanusuna bırakılan,belki.Hayır,bu çok
daha romantik.Hayal et:bir evsiz,mağaralarda ve lağımlarda yaşayan;mektupları
keşfeder.Onları toplar,okur ve hayal etmeye başlar.Belki de bu aşkı
kıskanır.Sanırım o dönem bine yakın mektup yazdım.O küçük kulübenin içindeki
odayı hala hatırlıyorum.Bunların hepsi “off the record” tabii.Bunun yerine ona
bir şarkı yazabilirdim.”Ne Me Quitte Pas*.Türünde bir şey.Belçikalılar yavaş
ama basit konuşur.Neredesin ? Ne giyiyorsun ? Ne yapıyorsun ?
- Pardon ?
- “Neredesin ? Ne giyiyorsun ?”.Bunlar şeydi
uyandığımda kendime sorduğum sorulardı.Onu düşünerek.Ve aynı sorularla yatağa
giderdim.Bir noktada cevaplara gereksinim duydum.
hıçkıran gitarın kararsız ezgiselliği ve diğer yaşama enstrümanlarının pişman
ürperişleri… haykırıyor halâ hayal kırıklığının kayıp marşları ve üzülüyor
ölü şarkılar. keçiyolundaki diyalektik oysa, tarihin bir sonraki aşaması
ve sebepliğinden dolayı ona bağlı. mutlulukla hışırdayan, yeryüzünün
düşman gazetesi… ve sen, içinde mevcut olmadan duran bazılarını yok etmelisin;
def etmelisin hepsini. seni mevcudiyetsizliğe götürecek laneti üzerinden
silkinmenin erdemiyle tanışman için ışık diye vaat ettiklerinin kaynağına
doğrudan bakma. yeraltının aydınlığına uyandığında, onların gölgelerinde
doğacaktır yaşam ve bilgi alanın. onların ışığı değil lağım borularının
aydınlatılmışlığıyla, sana uğrattıkları şok yüzünden unutacaksın dehanın
kavrayışlarını. oysa şapşallık için gözlerini sonuna dek açmaya zorlar yalanları.
Yine birden
uyandı…gözlerini açtığında yine o bilindik görüntüler eşlik etti ona..doğruldu
kalktı yatağından…terliklerini aradı ilk…banyoya girdi..tüm gece biriken
idrarını boşalttı yine aynı şekilde…bilindik bir ritmik ses doldurdu yine
banyoyu…yüzünü yıkadı…yüzünü yıkarken aynadaki görüntüsüne takıldı bir süre…saçları birbirine karışmış,göz altları mosmor olmuş bir yüz ona bakmaktaydı...sevmedi, birden tiksinti duydu ona bakan bu yüzden....alışkanlıktı bu her gün aynaya bakıp tiksineceği bir yüzün ona bakması.. her
şey bilindik ve akışkan bir alışkanlıktaydı…mutfağa gitti…her zaman ki
mahmurluğuyla kahvenin suyunu koydu…ve her zaman aynı kıvamda yapabildiği kahvesini
hazırladı….suyun yüz dereceye gelmesine ne kadar vardı…her şeyin değişmesi için
ne kadar vardı…neden bu aptal yalıtılmışlıkla geçiriyordu
günlerini…kaplumbağalara bile özenir olmuştu…içindeki o yaşama sevinci denen
gizli gücü uzun zamandır hissedemez olmuştu sanki…nelerin uğruna nelerden vazgeçmişti
…kahve makinesinin tık sesiyle irkildi birden…”gerçek” dünyaya döndü…ruhunu
yine askıya astı tekrar giymek üzere…elinde kahve fincanı tekrar odasına
döndü…camını açtı…dışarıda pastırma yazı kıvamında bir hava vardı…inceden çocuk
sesleri geliyordu…bir günün güzel olduğunu,güneşli olduğunu kanıtlayan çocuk sesleri...fakat günün neredeyse yarısını bitmişti…yeni başlayanları hiçe sayarak
akmaktaydı işte yine usul usul..bilgisayarını açtı,bu da günlük rutin işlerinin
devamından öte bir şey değildi…tıpkı birazdan yakacak olduğu günün ilk sigarası
gibi..her şey ne kadar da ilkeldi…birden yine daldı… aklı uzaklara gitti… hiç
görmediği insanları ve de hiç gitmediği
uzak ülkeleri özlemek gibi bir şey…öznesini yitiren bir cümlenin içine düştüğü gizli bir
telaş gibi…yankısına aldırmayan bir sesin gidip de dönememesi gibi…
Sıradanlıktan uzak kalışı ancak böyle anlarda ortaya
çıkıyordu işte… gizli bir telaşa böyle zamanlarda kapılıyor ve ancak böyle
anlarda yitirdiklerini düşünmüyordu..,mavi bir hayale kapılıp çokça renkle, yeni
bir resmi resmediyordu…tuvale sürdüğü boyalar kendi dertlerine düşmüş
ellerindeki yitikliği sayıyorlardı…bir yitiklik …iki yitiklik…üç yüz altmış
beş yitiklik…
Kelimelerde
ne çok anlam birikiyor…ve de ne çok
anlamı öldürüyor kendi ismindeki harf sayısı kadar…bir isim kaç
harfli ise o kadar da özgürlüğünün kısıtlanmış olduğunu düşünüyor…uzun isimlerin
yazgısına üzülüyor…ne kadar çok kelime ve de cümle kurarsak o kadar çok tutsak
olduğumuzu göreceğiz diyor…bunların farkına vardığını sanıyor…yani bu bilinçle
doğduğunu..ve de bu ayrıksı duran fikrin kendisine verilmiş bir hediye ve de aynı
zamanda büyük bir lanet olduğunu düşünüyor…farkında olmak bir nevi lanetlenmek
gibi diyor… tıpkı kendisinin gizli yanlarına duyduğu hayranlık gibi..tıpkı elinden gelse
bulup öldüreceği bir hikaye kahramanı gibi…gazetelere sürmanşet geçecek bir
cinayetin haberi :çok sevdiğimiz hikaye kahramanımız dün gece evinde ölü
bulunmuştur..acımız büyük…
Tüm bunları kendimi yazmıştı…her seferinde gizli bir
şaşkınlık edasında yazdıklarını okudu…kahvesi soğumuş,sigarası çoktan sönmüş,uzun
bir kül yığını haline gelmişti…her şey kendine dönüşüyor…her şey var olduğu ilk
yapıya,onu oluşturan ne varsa tam da ona dönüşüyor…içinde duyduğu derin
metamorfoz sancılarını düşündü bir süre..bir sigara külünden neler çıkıyordu
işte…..hayatın,her şeye rağmen biz zavallı kullara sunduğu küçük ama derinden
işaretlerinden biri gibiydi bu da…
hayatın
insanlara sunduğu küçük ama etkili nüansları var fakat göremiyoruz…ve göremediğimizden her şeyi tek bir şeyle açıklamaya çalışıyoruz…işte tam da bu
yüzden aynılaşıyoruz…şaşırmayı unutmuşuz çünkü, bu yüzden hayatın ta
kendisinde şaşılası nice ayrıntının olduğunu
bilemiyoruz..o yüzden tüm duvarlarımız tek renk…standart hayatlarımıza yakışacak standart sonlarımız var...tek hücreli canlılara dönüşüyoruz...sürüngenleriz..sürünüyoruz…
Düşündüklerinin zihninde oluşturduğu yankıya takıldı
bir süre…zihnindeki kelimeleri sevişirken yakaladı..sevgiden gelen bir
sevişmeden öte birazdan kurban edilecek birinin son dakikaları gibiydi …yanında
türlü meyveler,altın kadehlerde şaraplar..ama kurban edilecek kelime,yine kelimeler
tarafından…nice kelimeyi kurban etmişler görmemek için…okunmaması için yine
başka başka kelimeler tarafından….iyi kelimeleri öldürmüş kötü kelimeler..şimdi
ne kadar iç geçirsek az…
Birden bir ses böldü tüm bu anı… kısa bir an..kısa
bir anı tümden bozar gibi uzun uzun
çaldı… sessizliği elinden alınmış bu yüzden üzüntüsüne yegane adlar yakıştıran
bir çocuk gibi çaldı…ama
çalan kapı mıydı telefon mu birden anlayamadı…!sahibinin sesine doğru yöneldi sadece…çalan bir telefondu…açtı...tanıdık bir ses duydu... ya da tanıdığını sandığı bir ses duydu…hayatında var ettiği iyi kötü nice insandan sadece
biriydi işte bu kişi de ..bir şeyler anlattı karşıdaki ses ve bir şeyler bekledi susarak…en azından
susmasının karşılığını beklemek olarak algıladı…yarım yamalak konuştu karşıdaki
sesle…yarım yamalak kısa cevaplarla geçiştirdi…sonra konuşma bitti kendi
sessizliğine gömüldü…sonra karşı taraftan telefonun kapandığına dair o ritimsiz,kaba sesi duydu...kapatmıştı işte o da sonunda dayanamamış ve kapatmıştı... üzülmüş müydü ya da sevinmiş bile olabilirdi...bilemedi sadece susmak iyi gelmiyor konuşmasını bilenlere diyebildi telefonu kapatmadan…konuş
diyorlar…susmanın kendi içsel yolculuğunu keşfedemiyorlar…o yüzden ne kadar
konuşursan o kadar iyisin diyorlar…
Tekrar yazmaya koyuldu eski yazdıklarını okudu fakat pek de iyi durmuyordu yazdıkları…sildi tekrar yazdı
..sildi tekrar yazdı..sonra daha yazamadı…öylece ekrana bakarken buldu
kendisini..ne yaptığına mantıklı açıklamalar getirmeye çalıştı….zaten uzun
zamandır tek yaptığı da bu değil miydi…her şeyi mantık çerçevesine oturtup öyle
düşünmek !…ne kadar da sıkıcıydı…kendini sıkıyor ve de yine bu yüzden herkesi
sıkıyordu…insanlar yüzüne baktığında hemen anlıyorlardı sıkıcılığını...biri daha
anlamıştı..maskesi yırtılmış, yanlardan sırıtmıştı işte hüznü..daha ne kadar
dikse kar etmezdi bu maske…kendime yeni bir maske almalıyım diye düşündü şöyle
daha kullanışlı olanlarından…insanlara verecek bir yüzüm yok benim…eğer
gösterirsem gerçek yüzümü ceketime yapışan ne kadar insan varsa gider…korkularından
ceplerime saklanırlar…beni kendi cehennemimde yakarlar..içine kusarlar..yüzüme
kusarlar…
Kalktı yerinden dışarı çıkmalıydı…insanların içine
karışmalıydı…yalnızlığa alışmak zordur ama alıştın mı da sonu gelmez…seni kendi
evrenine çeker…artık burada yaşayacaksın tası tarağı topla gel der…ceplerinden
bile taşmış yalnızlıkların görmüyor musun, hala ne bekliyorsun hadi gel
der…işte böyle başlar yalnızlık …bir de bakmışsın ki tastamam içindesin
yalnızlığın..kurtuluşun yok sessizce çekeceksin…!
Dışarı çıktığında güneş çoktan tepedeydi…gözleri
kamaştı birden…ilk ne yapacağını bilemedi… dışarıdaki havayı ciğerlerinin en
ücra köşelerine kadar çekti bir süre…ciğerleri bayram etti…nereye gittiğini
bilmiyordu…zaten çok zamandır nereye gittiğini bilmeden başıboş dolaşmıyor
muydu…bir bank gördü hem de kimse tarafından istila edilmemiş halde başıboş duran…beyaz bir
bank..üzerinde tonlarca sevgi gösterisinin izi çakıyla kazınmış…melek seni
seviyorum yazmış biri…biri de bir kalp çizip içinden o bilindik oklardan birini
geçirmiş…m ve h harfleri ile bitirmiş sanat eserini…çok görkemli…aşkın dili bu
olsa gerek…en saf hali…banka kazınacak kadar büyük bir aşk..
Bir süre etrafı izledi…kalabalıkta olmak bir nevi
saklanma görevi görüyordu…kendisini koruyan güçlü bir zırh gibi…yalnız
olmadığını düşündü bir süre…bir süre bu sıcak his iyi geldi…zaten güneş de
gözünü kamaştırmamış mıydı…güzel,tatlı ve sıcak bir his…
Birden doğruldu,kalktı banktan..bu kısa anı bile
doğru düzgün yaşayamıyordu…hep bir yarım bırakılmışlık duygusuyla çepeçevre sarmalanıyor gibiydi..o
yüzden o da her şeyi yarım bırakıyor,hiçbir şeyin sonuna kadar gidemiyordu…tastamam
değildi hiç..bu duygu nasıldır hiç bilmedi.,na-tamam hayatların yarım
bırakılmış aşkları !
Yine amaçsızca yürümeye başladı..hiç bilmediği başka
başka yerler mi vardı…görülecek ve konuşulacak insanlar mı vardı …uzak ülkeleri
düşündü yine..o uzak ülkelerin uzak insanlarından herhangi birini
düşündü…cinsiyeti yok…bir tek elleri ve de gözleri var…dokunmak ve görmek için
sadece …şimdi gitse yanına birden böyle karşısına çıksa ben geldim dese ona uzak ülkelerin birinden …konuşmasalar sadece uzun uzun baksa ve dokunsa
yüreğine…ona ruh akvaryumundan bile hiç bahsetmese…tüm aklını tüm fikriyatını birden
unutsa…uzak ülkelerin herhangi birinden gelen bir hikaye kahramanı gibi mutlu
mesut yaşayıp yine mutlu mesut ölse…
Birden tüm bunları düşünmenin ağırlığını hissetti
üstünde..düşünmek iyi gelmiyordu..elinde olsa bir başka akvaryum yapar orada
yaşamayı isterdi…lepisteslere köle,japon balıklarına efendi olabileceği küçük
bir akvaryum …kendi ruh akvaryumuna hiç benzemeyen kendi halinde bir akvaryum…
Ne çok birikiyor ve de ne çok biriktiriyordu..olur
olmaz şeyleri biriktiren küçük çocuklar gibiydi…eline ne geçse kutsallık
mertebesine koyuyor,gizli bir ritüel gibi biriktirdikçe biriktiriyordu
yüzlerce eşyayı,anıyı,o anıları hatırlatan başka başka anıları,ruhları,ruh
birikintilerini…yaşamları daha doğrusu her yaşamdan aldığı yaşam
kırıntılarını…İnsanların ruhlarını çalıyor ve yerine de hiçliği koyuyordu…böyle
yüzlerce insan vardı..evinin en karanlık yerine yerleştirdiği akvaryumunda
yüzdürdüğü yüzlerce ruh…misafirleri geldiğinde gururla göstereceği bir ruh
akvaryumu.. !
Birden tekrar “gerçek” dünyaya döndü…sağına soluna
baktı ,bu yeri daha önce görmemişti…gizli bir sevinç duydu… tanıdık bir yerde
olmamanın verdiği iç huzuru hissetti…bilmediği mahallelerin bilmediği
sokaklarında yürüdü…aldatıcı şehrin aldatıcı şehir ışıklarına takıldı bir
süre..yine gözleri kamaştı…ama onları ilk defa görmüştü,kaçmasına gerek
yoktu…kaçmadı da…onlarca yeni yüz gördü..onlarca yüzü hafızasına kazımaya
çalıştı tekrar gördüğünde kaçmak için yanlarından…hatırlamalıydı ama hiç
hatırlanmamalıydı…
Sonra birden kendini yine bildiği bir yerde
buldu…buraya nasıl gelmişti…yürüyen kendisi değil miydi…ya da yürüyor muydu…aklı birden karıştı..ne yapacağını tasarlamaya çalışıyor,ona bakan birileri var mı diye
etrafına daha dikkatli bakıyordu…telaşlandı..çabuk davranmalı yoksa
tanıdık birileriyle karşılaşabilirim diye düşündü…sonra nasıl hesabını verirdi
onca insana…sormazlar mıydı nerede bizim ruhlarımız,ne yaptın onlara diye…koşar
adım uzaklaştı oradan…evinin nerede kaldığını düşündü bir süre…sıkıntısı tüm
vücuduna yayılmaya başladı…suratından terler boşanıyordu…kaçamak gözlerle
etrafına bakıp zar zor bulabildiği evinin yolunu tuttu…
Kapıyı kapattığında tekrar rahatladı…hemen hiçbir
şey yapmadan ruh akvaryumunun başına geçti,ruhlarını doyurmak için sol bileğini kesti…kan aktı, çokça kan aktı…vakit
kaybetmeden elini ruh akvaryumuna daldırdı…ruhlar sevindi…ruhlar üzüldü ya da
ikisinin arasında bir yerde hiçbir şey hissettirmeden öylece akan kana
baktılar…elini akvaryumundan çıkardı…tekrar yazmaya koyuldu…ya da yazabildiği
kadar yazdı desek daha iyi anlaşılabilir…çünkü odanın içini sıcak kan kokusu
kaplamıştı…odanın içini ancak kanla doyan yitik ruhlar kaplamıştı…yine de son
bir gayretle masaya oturdu …bilgisayarın
donuk ekranına baktı bir süre…gözleri kararıyor,bütün vücudunu tatlı bir
uyuşukluk kaplıyordu…bir yaz akşamı ilk aşık olduğunda duyduğu o his gibi bir
şey…ya da çocukluğunda annesinden kaçıp ilk oyununu oynamak için evden kaçtığı
o ilk özgürlük duygusu gibi bir şey…oyun
evet, bu da bir oyun değil miydi zaten…gözleri kapanmadan, elleri onu terk
etmeden ya da daha acımasız olalım..ruhu onu terk etmeden sadece şunları yazabildi:
İlkin beni ıslak çimenlere yatırdılar...birazdan tümden ıslanacak ve üşüyeceğim…kim
düşünür bedeni mi ..un ufak toprağın altında kalacağım zamanlara çok mu var ki…yüzüstü,ellerim de iki
yana açık…ayaklarım birleşik..ayak tırnaklarım kısa…gözlerim kapalı ama yine de karanlıkta küçük bir noktaya
sabitlemişim. .aşağıya …sürekli aşağıya diyen bir iç sesim var....evet her şey tamam sanırım…tüm sahne
hazır…hazırım ,hadi artık başlayın…öldüm mü ben şimdi ..ne hissediyorum…küçük
küçük sesler..çocuk sesleri…kuş cıvıltıları..insan sesleri…uzaktan duyulan araba
kornaları…yaşam kanıtı…yanılsama kanıtı…kulak çınlaması...kim anar ki beni..?
kim sessizliğimi bozmak ister…tüm bunlar da neyin nesi demeyeceğim artık…na-tamam
hayatıma verebileceğim en güzel son bu…en mutlu son bu…neyse haydi artık bitirin, zaten
kim anar ki beni !!