Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

zebercet bandosu ya da beirut ya da ooff of!




bu kez söze nereden başlayacağımı gerçekten şaşırdığım bir yazıyla baş başayım, elimden geldiği kadar nedenini anlatayım bunun size ki yazı boyunca aklınız çok karışmasın istiyorum... beirut zach condon' un öncülüğünde oluşturulmuş bir müzik grubu... yazıyı yazma amacım da size onların müziğinden söz etmek, şimdi burada bir sorun oluştu; çünkü grubumuzun adı beirut, böyle olunca benim aklıma bir sürü "beirut" geliyor bunun da ötesinde şöyle de bir konu var ki bunlar sadece benim aklıma gelen beirutlar, düşünün ki oraya dair izlemediğim nice film, dinlemediğim nice müzik var... bunu söylememin sebebi de şu, ben birazdan bazı şarkılardan ve filmlerden kısa kısa söz edeceğim ya da en azından bu şarkıların, filmlerin, müziklerin ve hatta kitapların adlarını vereceğim ve belki sizin de kendi beirutlarınız olacak aklınızda dolaşan ve bu yüzden yazının en başından bu yazının beirutlarının mutlaka ki eksik kalacağını söylemek istedim... şimdi burada bir süreliğine müziğin sesini kısalım ve beirut' un bizi dolaştırdığı sokaklara bakalım önce... ezginin günlüğü' nün bir şarkısı var hatırlıyor musunuz "ey şehir sen yoksun" diyen o mis şarkı... hatırlamanız gerek ya da nolur biri hatırlasın : ) çünkü bu şarkının adı da beyrut ve sözlerini de mırıldanalım ki günlerdir sokaklarda dolaşan bu yolcu yazı da başlasın yazılmaya artık : )

bu yol bir şehre giderdi
güneşin tutuştuğu
denize batmış güle

mavi ıslak gecelerde
ne sevgiler açardı
dünya menekşe bahçesinde
alev alev

ey şehir!
sen yoksun

uyudun uyandın
büyü bozuldu
bir kapı kapandı geçmişe

toprak yok artık,
su yok!
sevinç telaş yok!

ey şehir sen yoksun!

bu kıyıda bir ağaç yeşerdi
sedefin toprağında
diz çöktüm aya

bir masal vardı bu şehre dair
sütü bal koyuluğunda
gözleri kara

uyudun uyandın
büyü bozuldu
bir kapı kapandı geçmişe
ey şehir!
sen yoksun

bu şehir hangi şehir... işte ikinci beirutumuz... şarkılara ve şiirlere ve filmlere ve kitaplara ilham kaynağı olan bu hazin mutlu şehir, lübnan'ın başkenti olan ve günleri bombaların beşiğinde ninnilenen beirut... hani bazı şehirler, bazı özel yerler vardır ki buraları akıl almaz acıların ve akıl almaz masalların annesi gibidir, tıpkı babil'in asma bahçeleri gibi yahut alamut kalesi gibi... içinde efsaneler taşır bazı şehirler, bazı özel yerler ve efsaneleriyle anılırlar buralar, izli bir tarih, gizemli, sihirli bir masal dolaşır havasında ve kısacık yaşamlarımız sonlanmadan önce, oraları görebilmek için delice hevesler duyarız, işte beirut böyle bir şehir... babil'in asma bahçeleri dedim, alamut kalesi dedim, okuyanlar anladı mı -ne diyorum?- bilmiyorum ama sözü "semerkant" ve "doğunun limanları" gibi eşsiz kitapları yazmış olan amin maalouf' a getireceğim, söz buraya geliyor çünkü amin maalouf da lübnan'ın beirutun 'da doğmuş bir yazar ve doğu'nun limanlarından biridir beirut, yine ömer hayyam' ın ve hasan sabbah' ın ve alamut kalesinin içinde dolaştığı kitap da semerkant' tır...
1970’lerde doğunun paris' i olarak anılan beirut, çoğumuzun hayalinde o büyülü yıkıntılarıyla yer bulurken, kimimizde de tuhaf bir merak duygusuna sebep olan tarihsel olaylara ev sahipliği yapmış bir şehirdir... bitmek bilmeyen savaşlar yüzünden durmadan yakılıp yıkılan ama hala yaşayan bir şehir... düşünün ki sabahları bomba sesleriyle uyanıyorsunuz; evinizde, ailenizde sizden başka sağ kalan olmayabiliyor, sevdiğiniz, sevmediğiniz nice insan kanı akıyor her doğan güne, bütün anılarınız, tüm kişisel tarihiniz, çocukluğunuzun, gençliğinizin geçtiği sokaklar, evler bombaların arasında yerle bir oluyor ve giderek kanıksıyorsunuz bu manzarayı; kanıksamak zorunda kalıyorsunuz hayatta kalabilmişseniz eğer ve diğer canlı kalabilenlerle biraraya gelmek zorundasınız sonrasında; yıkıntılar arasında, belki altı yaşında çocuksunuz, diğer altı yaşındaki çocukları, onların ellerini arıyorsunuz ve bulabilirseniz bir benzerinizi, onunla el ele tutuşmuş hayret ve korkudan dümdüz ve dimdik yürüyorsunuz yıkılmış bir şehrin ortasında... ağlayamıyor ya da çığlık atamıyorsunuz çünkü biliyorsunuz kimse gelmeyecek, kimse istese de gelemeyecek sizi avutmak ya da susturmak için donup kalmışsınız kanların ortasında ama elleriniz tutunmak zorunda, ayaklarınız yürümek zorunda ve artık altı değil altmış altı yaşındasınız bir anda...
diğer beyrutumuz da yine lübnanlı ve yine büyülü bir sese sahip olan feyruz'un "le beirut" isimli şarkısı... "le beirut" yani "beirut'um" diyor o güzel feyruz, lübnan'ın başka bir şehrinde doğan ama sonrasında ailesiyle beirut' a taşınan ve orada yaşamaya başlayan feyruz, 1975 - 1990 lübnan iç savaşı sırasında da ülkesini terketmemiş ve çalışmalarına burada devam etmiştir... sözleri rodrigo' nun gitar konçertosu üzerine yazılan "le beirut" şarkısı da lübnan iç savaşına hitaben söylenmiş, israil'in lübnan'a girmesinden sonra da lübnan'ın tüm radyolarında bu şarkı (ağıt-marş) çalınmıştır:
selam sana yüreğimin derinliklerinden
ey beyrut!
kabul edin bu selamımı, ey denizler, evler
ve eski denizlerin yeni yüzü çöller...
o ki
benim halkımın hamurundan yoğrulmuştur,
ekmeğim, içkim, yaseminim...
ateşin ve dumanın tadı nasıl oldu?
beyrut! seni terk eden delidir,
ey beyrut!
el üstünde tutulacak şehirsin sen
ey beyrut!
kapısını kapattı beyrut;
kendisini sabah akşam el üstünde tutacak
ve güzel günlere taşıyacak insanlara
sonra bir başına kaldı sabah akşam
ve gecelerde...
benimsin sen ey beyrut!
benimsin
halkımın kanayan yarası,
analarımın akan gözyaşısın.
benimsin sen ey beyrut!
benimsin...
benim beirutlarım bu kadar, bunun dışında kaynakları okurken iki önemli filme rastladım ve izlemem gereken filmler listesine ekledim... onları da yazayım size, ilki tarantino'nun kamera asistanlığını ziad doueri'nin yönetmenliğini yaptığı lübnan' da iç savaşı konu alan 1997 lübnan-almanya ortak yapımı batı beyrut (west beyrouth) isimli film... ikinci filmse sevindirici doğrusu çünkü türkiye' den bir yönetmenin didem şahin' in hazırladığı bir belgesel film bu ve ismi de “beyrut'a gittiğimi anneme söylemeyin” ve bu belgeselin gerçekten çok güzel bir çekilme hikayesi var ama yazımızın asıl konusu dağılmasın diye anlatmayacağım bu hikayeyi hayır ama bence bu filmler izlenmeli mutlaka bu kadarını söyleyeyim : )
rakamlara vuralım konuyu biraz, düşünün milyarlarca insan, dünyanın her köşesinden milyarlarca insan aynı anda ellerindeki beyaz güvercinleri gökyüzüne bıraksın, hayal edin nasıl bir beyazlık saracak göğü, nasıl beyaz bir barış kanadı ki çırpınacak içinizde, bütün o kapkara savaş kanatlarını silip götürecek; yüzyıllardır süregelen savaşların ve tüm o dinmeyen acıların toprağından fışkıran ana sütü gibi... unutmadan, unutamadan geçmiş acıları, geleceğe hayat vermek... insanlar gelecekte aynı kara sütle beslenmesin diye aynı anda göğe doğru uçurmak tüm beyaz güvercinlerini yüreklerimizin... bir gün olur mu böyle inanılmaz bir zaman hala bilmiyorum ama bu hayal, bunun gibi hayaller bugün işte, bunca insanın bunca güzel müzikler, bunca güzel filmler, bunca güzel kitaplar üretebilmesini sağlıyorsa -buna neden oluyorsa- hala umut var demektir, hala "barış" denilebilir...
artık heyecanlanabiliriz, tuhaf bir hüzünle keyiflenebilir döne döne dönebiliriz, sanki ellerimizden tutmuş bir büyük annemiz, bir büyük babamız, bir büyük sevgilimiz bir büyük sevdiğimiz, bir büyük sevenimiz, bir büyük oyun arkadaşımız; döne döne dönerken, etrafımızdaki dünyanın nasıl başka türlü göründüğüne şaşırabiliriz, en mutluyken, en güzel duyguluyken birdenbire gözyaşlarına boğulabilir, sevinçten ağlayabiliriz... o mutluluğu elde edene dek çekilen acılar yorgun gözlerimizden, gülümseyen dudaklarımıza düşer şimdi, beirut'u dinlemek döne döne dönmek gibi, dünyanın merkezinde dönerken döne döne seyretmek gibi tüm dünyayı ve bilgiden kaynaklı bir baş dönmesi sezilirse bu yazıda yahut olur ya sizin başınız dönerse duyduklarınızdan, bilinsin ki bu beirut 'un şarkılarının kabahati...
şimdi ben bu yazıya başlamadan önce birkaç günümü yoğun olarak beirut dinleyerek ve beirut hakkında yazılan yazıları okuyarak geçirdim ve bu kadar yoğunlaşınca, şarkılarla aranızda çeşitli diyaloglar oluşabiliyor : ) grubumuz bana durmadan "hadi dışarı çık" dediği için ben de şarkılarının sözünü dinledim ve dışarı çıktım ve dolaştım sokaklarda günlerce, bu yüzden bu yazı tahmin ettiğim zamanda yazılamadı ama şu anda yazılması da daha anlamlı olacak diye düşünüyorum... hani beş altı yaşlarında tombul yanaklarıyla bir çocuk yaşından büyük ve sizi hayrete düşüren cümleler kurar ya da yaşça büyük bir insan, beklemediğiniz çocuklukta bir ifade geliştirir de yanaklarını koparasınız gelir, içinize öyle değişik bir sıcaklık yayılmasına neden olur bu erken bilmişlik ya da bu geç sevinmiş içtenlik... beirut şarkıları böyle bir his bırakıyor insanda ve bu şirret şirin ve bu insanı kendi evinden neşeyle kovan güzelim şarkılar henüz yirmili yaşlarını süren grubumuzun kalp solisti zach condon' un marifeti...

dedesi bir caz müzisyeni olan ve çocukluğundan beri emir custurica filmleri ( ve tabi goran bregoviç müzikleri ) hayranı olan zach condon 1986'da new mexico'nun santa fe'sinde doğuyor... müzikle uğraşmaya çok küçük yaşlarda, rufus wainwright, tom waits, magnetic fields gibi sevdiği isimlerin şarkılarını çalarak başlıyor ( ki yaşça hala küçük : ) ve hatta 15 yaşına geldiğinde real people isminde bir grupla -hakkında çok fazla şey bilinmeyen- bir albüm çıkarıyor. 16 yaşında okuldan atılıyor ve avrupa seyahatine çıkıyor... amsterdam' da kaldığı apartmandaki sırbistan göçmeni üst komşusu aracılığıyla balkan müzikleriyle tanışıyor ve dinlediklerinden çok etkileniyor... avrupa' ya yaptığı bu seyahat boyunca vaktini daha çok fransa' da özellikle de paris' te geçiren zach condon, zannedildiğinin aksine hiç bir balkan ülkesinde bulunmamış ama kendisi gibi farklı kültürleri merak eden öğrencilerle ve doğu avrupalı göçmenlerle tanışmış ve evine ukelele, akerdeon gibi daha önce kullanmadığı müzik aletleri eşliğinde dönmüş... müzik zevki değişen-gelişen zach, evine döndükten sonra gulag orkestar'ı hazırlamaya karar veriyor ve yazılanlara bakılırsa, bu albümdeki enstrümanların tamamını zach cordon’ un kendisi çalıyor... kemanlar, çellolar, ukuleleler, piyanolar, mandolinler, davullar, kongolar, klarnetler, akordiyonlar... ve yine yazılanlara bakılırsa, albümün kayıtlarının tamamı zach cordon tarafından kendi evinde yapılıyor... albümünü dört ay gibi bir zamanda tamamlıyor ama albüm 2006'ya kadar yayınlanmıyor... grubun ilk kaydı jeremy barnes ( neutral milk hotel ) ve heather trost ( a hack and a hacksaw )' un katılımıyla gerçekleşiyor... ve böylece beirutumuz doğmuş bulunuyor... grubumuzda -bandomuzda- kim hangi müzik aletini çalıyormuş, burada bunları da verelim ki iyice bilinsin beirutumuz :

• zach condon - vocals, ukulele, french horn, trumpet, flugelhorn
• owen pallett - violin, organ, backup vocals
• jon natchez - clarinet, flute, melodica
• kendrick strauch - piano
• perrin cloutier - accordion, upright bass, backup vocals
• nick petree - percussion, backup vocals
• kristin ferebee - backup vocals
• jason poranski - guitar, mandolin
• paul collins - bouzouki

beirut' un yaptığı müzikleri tanımlamak için de diğer çok çalışkan müzisyenlerde ve müzik gruplarında olduğu gibi birden fazla tanım kullanılmış, grup için kimileri, organik balkan soundunu destekleyen armonik bir grup demiş... kimileri grubun folk, indie(bağımsız) rock ve daha bir sürü müzik türünü balkan ya da latin amerika ezgileriyle harmandıklarını söylemiş, biz zach cordon' a sorarsak o kendi müziğini 'göçebe yahudiler' olarak adlandırıyor... zach condon' un ana enstrümanları trompet ve ukulele imiş ve gitarsız kurulan grup, mandolin, ukulele, saxophone, keman ve glockenspiel gibi enstrümanlardan oluşan bir orkestrayla müziğini şekillendiriyor imiş : ) zach condon'un kendi müziği ve grubuyla ilgili yorumu ise şöyle imiş:

"paris' den bir trompet, bir farfisa org ( bir çeşit elektronik org ), akordeon, piano, ukelele ( gitarın daha küçük ve 4 telli versiyonu ), mandolin, glockenspiel ( küçük zil sesi veren kanun şeklinde vurmalı bir alet ), keman, çello, tef, 12. sokakta aldığım bir hava-kaynaklı org, komşularım tarafından hediye edilen bir kongo davulu... new mexico üniversitesi'nden çaldığım bir bozuk mikrofon..."
ve gelelim grubumuzun albümlerine... önce albümlerin adını vereyim sonra da bu inanılmaz albümlerden ve şarkılardan biraz daha ayrıntılı söz edelim diyorum...

gulag orkestar ( 2006 )
the flying club cup ( 2007 )
ep'ler:
lon gisland ( 2007 )
pompeii ep ( 2007 )
elephant gun ep ( 2007 )
march of the zapotec ( 2009 )

beirut' un ilk albümünün adı gulag orkestar, ben burda gulag kelimesi üzerine de birkaç şey söyleyeyim, gulag sovyetler birliği' nin stalin döneminde oluşturulan çalışma kamplarına verilmiş bir isimmiş... burdan şöyle bir sonuç çıkarıyorum, zach condon şarkılarını bir yol şarkısı olarak düşünürsek, o yürüyor, gördüklerini topluyor ve yolun sonunda da tüm görüp yaşadıklarını birleştirerek bütünsel bir yol günlüğü oluşturuyor... ve yolları yürürken sokaklarında dolaştığı ülkelerin, kentlerin, eyaletlerin önemli tarihi olaylarını, yurt özlemlerini, aşklarını, mutluluklarını, hayallerini, kederlerini yani insana ait ne varsa işte hepsini, her şeyi topluyor ve bunu yaparken yalnızca bugünü değil geçmişi de seyrederek yürüyor ve yaşına göre oldukça ağır sayılabilecek büyüklükte evrensel duygu ve düşüncelerin sahipleniciliğini üstleniyor... gulag orkester albümündeki şarkıların adlarına dikkat edecek olursanız çoğu, almanya'ya ait eyaletlerin, kentlerin isimlerini taşıyor, ki bu tür isimler taşımayan öteki şarkıları bile derin bir hüzün ve derin bir hayalkırıklığının izlerini taşıyor... güzel olan şu ki bu bir ordu içerisindeki bir askerin disiplinli yürüyüşü değil henüz yirmili yaşlarında, ellerini kollarını neşeyle sallayarak dünyayı dolaşan bir gencin ve onun yol arkadaşlarının müziği... ve zach cordon kendisi hiç istemese de kendisine asla izin verilmese de hayaller kuracağı ve yine kendisi hiç istemese de kendisine asla izin verilmese de umutlu olacağı kadar çok genç ki duyguları, düşünceleri, içinden geçtiği onca acılı tarihin içinden kara bir neşeli ışıkla sızıyor her şarkısından dışarı... ve bu arada beirut gulag orkestar albümü çıktıktan sonra bir turneye de çıkmış ve hatta 2007 yılında türkiye' ye de gelmiş, radar live festivalinde de sahne almış, haberimiz olmamış : )

beirut' a amatör bir grup diyebiliriz sanırım, çünkü oldukça neşeliler : ) oldukça alçakgönüllüler ve samimiler... izlediğim çoğu videosu da sokakta amatör kayıtlarla çekilmiş videolar... elephant gun adlı şarkının zach' un şirin bir bıyık taktığı hoş bir klibi var, sanırım ep'lerinden birinin daha bir klibi varmış başka da profesyonel olarak çekilen videoları var mı bilemiyorum... bir bakıma etnik müzik yaptıklarını söyleyebiliriz ama etnik dersek hangi etnik diye sormak gerekecek, müziklerinde yoğun olarak balkanların etkisi görülse de daha daha bir etnik beirut' un müziği, o yüzden bence "dünya" müziği yapıyorlar demek daha doğru olur, çünkü zuch condan somut olarak da yollara düşmeye ve dünyayı gezmeye devam ediyor, yaşını da göz önüne alırsak dünyanın her yerini dolaşmasına yetecek kadar zamanı da var, gittiği her yerden o yerlerin müzik aletleri ve müzik kültürüyle döndüğünü de düşünecek olursak yani işte biz beirut için "dünya müziği" yapıyor diyelim, öyle olsun... bu albümdeki şarkıların her biri birbirinden güzel, zaten gulag orkestar bir ilk albüm olmasına rağmen çoğu ülkede oldukça hayranlıkla karşılanan bir albüm olmuş, benim özellikle sevdiğim şarkılar var ama herkesin özellikle sevdiği şarkılar kendisine diyelim (diyemedim rhineland (heartland) ) the gulag orkestar ve postcards from italy' inin de çok sevildiğini biliyorum ki bilmeseydim de okuduklarım bildirirdiler : ) o yüzden onları sevdiğimi ayrıca belirtmiyorum ve hiç yazı uzayacak filan diye düşünmeden albümlerindeki şarkıların isimlerini de tek tek vermek istiyorum, hepsi tek tek öğrenilesi, dinlenilesi şarkılar çünkü:

the gulag orkestar – 4:38
prenzlauerberg – 3:46
brandenburg – 3:38
postcards from Italy – 4:17
mount wroclai ( idle days ) – 3:15
rhineland ( heartland ) – 3:58
scenic world – 2:08
bratislava – 3:17
the bunker – 3:13
the canals of our city – 2:21
after the curtain – 2:54

ikinci albümleri the flying club cup. albümün adına bakar mısınız ne denir ki bunun üzerine daha : ) insanın içinden ıslık çalıp elleri ceplerinde sokak sokak dolaşmak geliyor. sanki o koca dünya bir oyuncak yuvarlağa dönüşmüş, her adımda bir ülkeye varıyorsunuz o kadar küçülmüş dünya şarkıların arasında bir düşünün... bu güzel albümümüzde de benim her keyifsizliğimde açıp dinlediğim bir cliquotim var yine benim de çok sevenlerine dahil olduğum nantes' li bir nostaljimiz; büyük büyük atalarımızdan kalmış sapsarı güzpgüzel aile fotoğraflarımız, mutlu anılar anımsayışları hüzünlerimiz var... hani bilirsiniz anımsamak mutlu da olsa hüzünlüdür çünkü o günleri tekrar yaşama olanağınız ya da olasılığınız yoktur. yalnızca fotoğraflarda ya da videolarda ya da en önemlisi hafızanızın bir köşesinde kalmıştır o anlar ve yalnızca hatırlama biletiniz vardır elinizde... bundan başka albümümüzde tatil günlerini deniz kenarında geçiren bir sunday smile' ımız var... kumsalda oynayan çoçuklarımız bir beirut kalesi yapıyor bu kez o küçük kovalarıyla... ondan başka bir nefis in the mausoleumiz var ama böyle şarkıları tek tek saydığıma bakmayın yine her biri birbirinden harika, inanılmaz şarkılar, dinlediyseniz siz de bilirsiniz ya da dinleyince ne demek istediğimi anlayacağınızı sanıyorum... bir de albümün genelinde bir fransız etkisinin hissedildiği yazılmış bir yerlerde, albümde kullanılan müzik aletlerinde, albümdeki şarkı isimlerinde de bu etki görülüyor ve yine şarkıların içinde de fransızca konuşmalar yer alıyor ve zaten zach cordon bu albümleri için “1900lerde, 1920lerde paris’te bir uçan balon festivali’ ndeymiş gibi bir benzetme de yapmış... dinledikçe bıkmıyorsunuz beirut' tan, dinledikçe hayran kalıyorsunuz dinlediklerinize ve dinledikçe daha bir anlıyorsunuz zach cordon' un büyüklüğünü... kumsalda kayalıklar arasında oturmuş denize karşı elinde kendi boyundan büyük devasa bir zebercet taşı vuruyor bir başka değerli taşa onu sesler yayıyor evrene ve çok sürmüyor bando arkadaşları da katılıyor ona ve yolların boynunda böyle değerli böyle ışıl ışıl bir dünya kolyesine dönüşüyor zebercet bandomuz... müzik böyle yapılır solist böyle olunur bando dediğin budur diyor ve onların bu hüzünlü neşeli yürüyüşüne katılmaya çağırıyorum sizleri de... ve niye, sokaklar keyiflesin dünya biraz daha güzelleşsin diye...

a call to arms - 0:18
nantes - 3:50
a sunday smile - 3:35
guyamas sonora - 3:31
la banlieue - 1:57
cliquot ( zach condon, owen pallett ) - 3:51
the penalty - 2:22
forks and knives (la fête) - 3:33
in the mausoleum - 3:10
un dernier verre (pour la route) (zach condon, kendrick strauch) - 2:51
cherbourg - 3:33
st. apollonia - 2:58
the flying club cup - 3:05


1 yorum:

ErenAslan dedi ki...

harika grup,harika şarkılar,harika ses ne diyelimki başka ooff of:D