Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

Robert De Niro


Robert De Niro, sinema tarihinin en iyi oyuncularından biri olarak gösterilir. Amerikalı oyuncu 1943 yılında New York’ta doğmuştur. Büyük oyunculuk yeteneğine baktığımızda sanatçı bir ailenin çocuğu olduğunu anlamamız zor değildir. Annesi ressam, babası da şair, ressam ve heykeltıraştır. Çocukluk yıllarında utangaç ve içe kapanık olan De Niro, bu yapısını oynadığı filmlerle değiştirmeyi başarmıştır. Ancak buna rağmen yaptığı işleri anlatmak ve kendini sergilemekten her zaman kaçınır. Daha çok sessiz kalmayı ve dinlemeyi tercih eder.
De Niro, 16 yaşında oyuncu olmaya karar verir. Bu tercihiyle anne ve babasının seçtiği yoldan gitmeyeceğini ortaya koyar. Öncelikle küçük oyun atölyelerinde bazı tiyatro oyunlarında rol almaya başlar. De Niro, bu sayede Lee Strasberg'in dikkatini çeker ve en yetenekli oyuncuların kabul edildiği Actors Studıo'sunda oyunculuk eğitimine devam eder. Bu durum onun Broadway’e ulaşmasında bir köprü vazifesi görür. Başlarda küçük çaplı müzikallerde ve tiyatro oyunlarında yer alır. Daha sonra ise ünlü oyuncularla beraber oyunlarda boy göstermeye başlar. Broadway hayalinden sonra sıra sinemaya gelir. Sinema serüvenine atılmasının çok doğru bir karar olduğunu, üstün oyunculuk performansıyla herkese göstermeyi başarır.
Robert De Niro, kamera karşısına ilk olarak Manhattan'da Üç Oda filminde geçmiştir. Bir taksi şoförünü canlandırdığı filmde 1-2 dakika görülmektedir. İlk önemli rolünü de Brian De Palma’nın 1968 yapımı olan “Greetings” filminde oynamıştır. De Niro bu filmden sonra birçok filmde rol almaya devam etmiştir. Filmlerdeki yeri ne olursa olsun yeteneği sayesinde kendini belli etmeyi başarmıştır.
Robert De Niro’nun Martin Scorsese ile buluşması 1973 yılında Mean Streets filmiyle olmuştur. Bu filmde De Niro, New York’un İtalyan mahallesinde yaşayan baş belası serseri Johnny Boy’u canlandırmıştır. Filmin başrol oyuncusu Charlie karakterine hayat veren Harvey Keitel olmasına rağmen filmin unutulmaz olmasını sağlayan en büyük etkenlerden biri De Niro’nun Johnny karakterinin dengesizliğini ve psikopatlığını inandırıcı bir şekilde seyirciye aktarmasıdır. Bu karakter küçük işlerle uğraşan gangster bozuntusu, itici ve zayıf karakterli bir gençtir. Bu durumu izleyiciye klişe tarzlardan tümüyle uzakta, şaşırtıcı bir derinlik ve inandırıcılık duygusuyla yansıtmayı başarmıştır.

Bu inandırıcılık De Niro’nun gerçekten orada yaşayan bir serseri olarak düşünülmesine bile neden olur. Bu film ile sinema dünyasında adını duyurmayı başaran De Niro, 1974 yılında Godfather:Part II filminde soluklandırdığı Vito Carleone karakteriyle adını akıllara kazımayı başarmıştır. Kariyerinin çıkışa geçtiğe bu dönemde Vito Carleone’nin gençliğini canlandırmak gibi zor bir iş için kollarını sıvamıştı bu filmde De Niro… İlk filmde Marlon Brando’nun oynadığı bu karakteri oynamanın zorlukları arasında İtalyanca konuşmak olduğu gibi; Vito Carleone’nin sessiz ancak zeki ve cesur davranışlarla mafya dünyasındaki yükselişini sergilemesi de oldukça güç taraflarından biriydi. Bu rolde De Niro’ya büyük avantaj sağlayan en önemli unsur beden dilini ve mimiklerini ustaca kullanmasıdır. Metot oyunculuğunu benimsediği bu filme hazırlanırken bir süre Sicilya’da yaşayarak lehçe ile ilgili yaptığı çalışmalardan da anlaşılmaktadır. Bu filmdeki başarısı sayesinde ilk Oscar’ına sahip olmuştur. Godfather’dan sonra yolu iyice açılan De Niro, Martin Scorsese ile bir kez daha bir araya gelerek Taxi Driver filmine can vermiştir. 1976 yılında çekilen bu filmde De Niro, Travis Bickle karakterine tamamiyle bürünmüştür. Metot oyunculuğunu bu filmden önce yaptığı hazırlıklarla da sergilemiştir. Rolüne kendini adamak için bir ay boyunca taksi şoförlüğü yapmış ve gerçek anlamda tüm olanı biteni gözlemleyerek Travis karakterinin zihinlere kazınmasını sağlamıştır. Sinema tarihinin unutulmaz filmlerdinden biri olması, De Niro oyunculuğunun filmin en ücra köşelerine dahi sinmiş olmasından kaynaklanır. Vietnam gazisi bir adamdır De Niro Taxi Driver’da. Geceleri uyku problemi yüzünden taksi şoförlüğü yaparak kendi içsel yolculuğunda farkına vardığı tüm gerçekleri hissederek seyircide akıl almaz bir etki yaratır. Travis’in ayna karşısında kendisini tehtid ederek defalarca “Are you talking to me?” sorusuyla kendini yüzleştirdiği sahne, sinema tarihinden silinmesi mümkün olmayan sahnelerden birisi olarak yerini sağlamlaştırmıştır. Bu sahnenin bu kadar yüksek bir seviyeye erişmesinde Robert De Niro’nun oyunculuk performansı tek neden olarak gösterilebilir. De Niro, yüzündeki ifadeyle intikam alma hırsını yansıtmış ve beden diliyle de içindeki şiddeti dışa vurmuştur. Bakışlarındaki donukluk sayesinde o ruh halindeki bir insanın kendisiyle karşı karşıya geldiğinde hissettiklerini gerçekçi bir şekilde izleyiciye de hissettirmiştir. Ayrıca Travis’in randevu evini bastığı sahnede şiddet ve öfke dolu bakışlarla can bulan vahşilik, karakterle çok iyi bütünleşerek sahnenin izleyicilerin nefeslerini tutarak beklemelerine yol açmıştır. De Niro’nun Oscar’a en iyi erkek oyuncu dalında adaylığının sonucunda bu ödülü alamamış olması büyük bir şaşkınlık yaratsa da filmin başarısından bir şeyler eksiltmediği bir gerçektir. Film öncesinde Martin Scorsese ve Robert De Niro arasında geçen bir konuşmada; Robert De Niro, Taxi Driver’da yorumlayacağı karakterin hangi hayvana benzediğini sormuş; Martin Scorsese ona “Neden bir kaplan olmasın?”
yanıtını vermiştir. O ise “Hayır; daha çok bir kurt gibi, daima gözetleyen, bekleyip fırsat kollayan biri,” diye cevap vermiştir. Ve bunu söyledikten sonra kurtları izlemek için hayvanat bahçesine gitmiştir. Martin Scorsese bu davranışını çok beğenerek oyunculardan çok şey beklediğini ifade etmiştir. Buradan da anlayacağımız gibi De Niro oyunculuğunu filmle sınırlandırmadan tüm hayatına taşımayı amaç edinmiş birisidir. Kullandığı metotların faydasını görebilmek adına tüm yolları zorlamaktan kaçınmadan karakterlerini filme en uygun şekilde yorumlar. Taxi Driver’dan sonra Martin Scorsese ve Robert De Niro iş birliği 1977’de çekilen New York, New York filmiyle devam eder. Martin Scorsese’nin ilk büyük başarısızlığı olsa da bu filmde de De Niro’nun performansı göz ardı edilemez. Müzikal türündeki New York, New York filminde, De Niro, Jimmy Doyle adındaki hareketli, çapkın ve inatçı bir saksafoncuyu oynar. Film için saksafon çalmayı öğrenen De Niro, olabildiğince doğal oyunculuğuyla karakterin değişken ruh halini izleyicilere sunmuş ve saksafon çaldığı sahnelerin inandırıcılığını arttırmayı başarmıştır. New York, New York’tan sonra 1978 yılında The Deer Hunter filminde Micheal rolünü üstlenmiştir. Burada Vietnam savaşından sonra yaşadığı ruhsal çöküntülerin hayatına yansımasına engel olamayan bir çelik işçisiydi bu kez De Niro. Uzun ve konuşmasız sahnelerde kullandığı mimikleri ve hareketleriyle yaşadığı travmayı tam anlamıyla gösterdiğinden izlerken karşımızdakinin bir oyuncu olduğunu bize unutturmuştur. Bu sayede filmin gerçeklikle bütünleşmemesi için hiçbir açık vermemiştir. Uzun soluklu sessiz sekansların dikkati dağıtmaktan çok soluksuz izlenmesi oyuncuya yüklenen çok şey olduğunun ispatıdır bir nevi. 1980 yılında Martin Scorsese, en iyi filmler arasında sağlam bir yere sahip olan Raging Bull’u çekti ve Jake La Motta karakterini de güvenilir oyuncusu Robert De Niro’nun ellerine bıraktı. Bu rol için De Niro’nun yaptığı hazırlıklar arasında en belirgin olanı kuşkusuz kısa bir sürede 27 kilo alması olmuştur. O, karakterin gerçeğine uygun bir görünümde canlandırılması gerektiğini düşündüğünden bu tür hazırlıklardan hiçbir zaman kaçınmamıştır. Ayrıca film için boks dersleri alarak ringdeki duruşunu güçlendirmiştir. Rakipleri karşısındaki sinir ve öfke dolu bakışları, izleyenlere gerçek bir boks maçının tadını vermektedir. Kıskanç, hırçın ve her daim öfke dolu bir adam olan Jake La Motta karakteri unutulmaz sahnelerde De Niro sayesinde hayat bulmuştur. Raging Bull’un unutulmazlarından olan dövüş sahnelerinde oyuncunun duruşları ve mazoşist tavırlarla dövülmeyi bekleyen bakışları hırs dolu bir boksçunun içendekileri anlamamıza yeter. Konuşmanın olmadığı en sakin sahnelerde bile karakterimizin içindeki kıskançlık krizleri ve öfkeli saldırgan duruşları diyalogla dahi anlatılamayacak kişilik hatlarını çizer. Jake La Motta’nın hapishanedeki sinir krizi sahnesinde de krizin doruklarda yansıtılması insanı dehşete düşüren bir durumla karşı karşıya bırakır. Ayrıca Jake La Motta karakterinin hızla çöküşüne sebep olan kıskançlık ve hırsını en iyi anlatan repliklerden biri olan; “Did you fuck my wife?” De Niro’nun ağzından dökülürken ifadelerindeki sakinlik ve durgunluk seyirciyi germekle kalmaz, bu çaresizce sorulan sorunun gerçekçi bir kimlikten geldiğine de inandırır. De Niro, Raging Bull ile bir kez daha Oscar’a aday gösterilmiş ve hak ettiği gibi almıştır. 1984 yılında Once Upon A Time America filmindeki David ‘Noodles’ Aaronson karakteriyle karşımıza çıkar Robert De Niro. Noodles, bütünleşmesi oldukça güç bir karakter olsa da bu filmde de kendini gösteren oyunculuk içe dönük olan karakteri yaşatmayı sağlamıştır. Daha sonraki dikkat çeken filmlerinde sırasıyla 1987’de Angel Heart filminde şeytan rolünü, The Untouchables’da da Al Copone’yi, 1990’da Goodfellas filminde Jimmy Conway adındaki gangsteri, 1991’de Cape Fear’da tecavüzle suçlanan psikopat ruhlu Max Cady’i, 1994’te Frankenstein filminde Frankestein’ın canavarını, 1995’te Heat filminde Neil McCauley karakterini canlandırmıştır. Robert De Niro, tüm filmlerinde olduğu gibi bu filmlerde de metot oyunculuğunun getirilerinden yararlanmıştır. Her film öncesinde karakterin gerektirdiği hazırlıkları usanmadan yapmış ve kamera karşısına geçerken hayat vereceği tüm kişiliklerin ruh haline bürünerek gerçi filmlerin oluşmasına katkı da bulunmuştur. Robert De Niro’nun oynadığı filmlerin geneline baktığımızda çoğu karakterin içe dönük ve sıyrılmış olduğunu görürüz. Bu sebeple filmlerindeki diyaloglardan çok kıpırtısız ve sessiz geçen sekanslar dikkat çeker. Kolay olanın tercih edilmesi yerine bu sessiz planlarda ortaya koyduğu bedensel ve ruhsal ifadeler her oyuncunun yapamayacağı türden bir oyunculuk anlayışını benimsediğinin ve kolaya kaçmadığının ispatıdır. Kendisiyle yapılan söyleşilerde de iletişimin her zaman sözcüklerle kurulmayacağını, durum ve koşullar neyi gerektiriyorsa o yönde oyunculuk sergilenmesi gerektiğini söyler. Ayrıca izleyicinin zekâsının da hor görülmemesi gerektiğinden yana olduğunu belirtir. Bazı sahnelerin diyaloga ihtiyaç duymadığını söyler; “Bazen bir sahnede karakterin öylece oturması gerekiyordur ve bu zaten birçok şeyi anlatmaya yeter.” der.
Robert De Niro’nun son dönem filmleri birçok eleştirmen tarafından olumsuz eleştirilere maruz kalsa da, yönetmenin sıradanlığa yöneldiği ve kendini körelttiği düşünceleri etrafta dolansa da De Niro bu yaklaşımlara olan tepkisi en net şekilde “Küçük rol yoktur; küçük aktör vardır.” sözleriyle cevaplamıştır. Buradan da onun oynadığı rolleri, ayırt etmeksizin, aynı çabayı göstererek benimsediğini göstermektedir.


SiyahEvren









Hiç yorum yok: