Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

Mor ve Siyah…

Boş bir kağıdın görüntüsüne bürünebilirdim halbuki…içinden binlerce ışık yılı uzaklıkta uzayan bir kağıt gölgesine aklımı kusar ve sana hiç bilmediğin ve adını görmekten korktuğun bir öyküyü anlatırdım sen bunları hiç bilmez görünürken…ne kadar da uzağız bu kağıdın gölgesine yaslanmak yeter mi ki  hiç…oysaki adına yazılan ağıtlar vardı tarafımdan…ama seni etkilemesin . olsa da bir şeyler değişmesin….melankoliğime aşığım…melankoliğine aşığım…

elinin esrik yanlarını sevmişsin iflah olmazsın sen artık…seni gidi kara adımlarının gölgesi nasıl da susuyorsun… yıldızlar kayar sen susarken ve biz eski bir gölgeye susarız…yaz derdim oysa sen bilmem kaçıncı susuşuna bürünürdün..yaz derdim korkma bu adımından nasılda susuyorsun hala ne olur yaz….
Yine yıldız kaydırdım dün gece…birden oldu ani bir ışık hızında…kıpırtısız susuşlarımız vardı hani hatırlayarak iç geçirdiğimiz..

çıplak bir ev kedisinin üzerinde gezinen başıboş bir anlamsızlık bildirgesi olmak isterdim derdin en çok..en çok mağara duvarlarına çizdiğim sembolik şekiller olmak isterdim derdin…ve beni hep böyle sev,beni hep bu şekillerle hatırla derdin….üzerine en çok yakışmayanı giyerdin..en çok sırıtan bir düş bulup bir yerlerden onunla legonu tamamlardın…en üstüne koyup bitirdiğin bir oyuncak misali sırıtırdı hüznün…anlayamazdım her seferinde ve bu yüzden sana sunduğum onca anlamdan kaçmak isterdim sırf sen kayıpsız bir yalnızlığa düşme diye…ne çok şeye öykünmüşüz biz..ne de çok kalan olmuşuz onların esrik zamanlarında…gecemi seninle seviştirip önünde saygıyla eğilesim var …gecemi gündüzle seviştirip seninle uyuyasım var…ne çok anı biriktiriyoruz böyle…ne çok anlatacak tekil ve de ikircikli anlarımız var…iç gıcıklayıcı bir sessizlik bozması bunlar…çatalını metale sürdüğünde çıkan ses gibi..metalin kendi iç sessizliği gibi… Her kelimen bir yıldız doğurmuş….kürtajlara gebe tüm aşkların… ansızın çıkmış ve binlerce galaksi yaratmışsın sen en mahrem yerinde… geceni gündüzünle seviştirip alacakaranlık çocuklar edinmişsin … beni de bir gece böyle sevmişsin…

Yine yıldız kaydırdık tüm gece …ne kadar da çok öldürdük herkesi…sayabilir miydik tek tek…sayı fasulyelerini yanına alsaydın keşke…abaküsler isyan ederdi tüm bu olanların karşısında… matematiksel çözümlemelere karşı sunacağımız nice yıldızımız olurdu… Pisagor görse kesin bir daha ölürdü kederinden….iki bilinmeyenli denklemlerin kucağına at herkesi…havuz problemlerinde boğ “onları”…sonra alacakaranlık çocuklarını kustur üstlerine…içinden çıksın hepsi…tüm yıldızlarım şahit olsun ki gerçekten istedim de… gerçekten bir an herkesin ölüşüne şahit olmak istedim de… Japon balıklarımızı hatırla..fıskiyeden su gibi nasıl da göğe doğru aktıklarını gör…kaç tane var saydın mı…kaç tane Japon balığı olmalı ki aşkın devinimi sürsün ..hiç bildin mi…hiç bildin mi neye benzer gölgeler siyah evrende…
bize bir ad yakıştırmalı…eni konu biz olan bir ad….isimlerimizin yanında usulcana yaşayacak ama sadece bizim bileceğimiz bir ad… sadece ikimizin evreninde geçebilecek bir ad..onu başka bir yerde kullanmayacağımız bir ad…çok mu zor ki bir isim bulmak bize….hiç sanmam binlerce isim türetmişimdir şimdiden bile bize dair…ama henüz bilmiyorumdur…beynimin en ince damarlarına atmışımdır….kan niyetine pompalıyorumdur…aksın diye içime…oradan tüm vücuduma yayılsın bile isterim…esir alsın beni.. yok birden nereye öyle dur bakalım desin …tahta makaralardan araba yapsın bana…renkli topaçlar versin…ceplerimde cephane niyetine sakladığım gazoz kapaklarımı çalsın…bana türlü türlü oyunlar oynasın…körebe oynasın benle ne bileyim …saklambaç oynasın ama saklanmasın..her daim yanımda kedi misali dursun….
yüzümde senden bir çizik olsun…yüzümde seni anlatan bir yara… yüzümü çiz…yüzümde seni hatırlatan  inceden  bir yara…her baktığımda senden akan bir kan olayım..yüzümü çiz kırmızıya aksın… benim gizli yanım…. sen benim masal ülkem… sen dört başı mamur gezegen yaratıcısı.. Sen yitik aklının sarhoşluğuyla övünen…sen benim gizli ritüelim….sen kibar bir budala kendi ekseninde dönen…eksenine susamış…canı birden ölmek istemiş ama bunu da oyun sanmış..uyanır sanmış… gelir ve de hiç gitmez sanmış….

Çok mu karmaşık….kaosun dili mi bu….çok mu uzak ya da çok mu yakın bu…dilimiz paslı mı…kelimelerimiz özensiz mi…biz neyiz, neyiz biz…adsız yakıştırmalar mı… şaşırmaktan vazgeçmeyen ve sırf bu yüzden bu dünyayı anlayamamış ve de hiçbir zaman soğukluğuna tekil adlar yakıştırmayacak olan bir masalın kahramanları mı…ebruli bir masal ülkesi kuralım…içinde çokça mantar olsun…renk renk olsun ama en çok siyahla mor olsun….içinde hiç olmazsa birazcık  hiç olsun…ondan yeni yeni hiçlikler yaratalım…ve bizi daha iyi bir çıplaklıkla giydirelim…pitikare hayatlarımız olsun… gergeften yapılmış şehirlerimize işleyeceğimiz kanaviçe yalnızlıklarımız olsun…

Rengarenk bir merdivene tırmanıyoruz seninle şimdi..rengarenk merdivenin rengarenk (siyah ! ) ceketine tutunmuşuz… insanoğlu bilmem kaç yıldız yılı uzakta bir nokta gibi kalmış… şimdi sana aslında tüm bu olanların bir sanrıdan ibaret olduğunu söyleyecekler sakın aldanma…sana aslında siyahın mor olduğunu söyleyecekler…ne kadar da ahmaklar görebilirler mi bizi…görebilirler mi morun nasıl da siyaha dönüştüğünü…mor kendi metamorfoz sancısına tutunmuş hiç bilmezler mi…mor siyahı dansa kaldırsın…vals yapsın bunlar…nasıl olsa ikisi de renkli..tonumuz mor elbisemiz siyah…belki ikisini de kırmızı kurdelayla bağlarız ama ortadan kesmeyiz…müziğimiz sana yazdığım ağıtlarım olur… mor, siyah tülle gelir..kırmızı güller serer siyahın ayaklarına…dans biter siyah kırmızı güllerin üstüne düşer…güllerde bir telaş …güllerde mazoşist bir aşkın gizli öngörüsü…

ceketindekiler tutar çeker bizi…mordur arta kalan..siyah zaten hiç olmamıştır…

Murat Uyanık



Resim:Arzuhan KOÇ

Hiç yorum yok: