Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

3 NOKTADAN MANİFESTOYA

hayatımın kenarlarına iliştiriyorum gizliden sonradan kullanmayacağımı bildiğim sözcüklerimi…onlar nasıl kullanılsınlar ki her şey bu kadar apaçıkken ..onları karmaşıklığın bilinmez köşelerinde zincirlemişiz…onlara günde bir dilim ekmek ve de su vermişiz…zihnini açmaya çalışırken kayıpsız bir yalnızlığa ,tekil ve de ikinci türden bir senaryoya bırakmışız…kullanmamalıyım tüm bu sözcükleri onlar olsa olsa ölmeye yararlar….ya da ölmeden önceki son sözlerim olarak kalırlar… korktuğun tüm sözcükler..yaşarken bildiğin ve de her daim dilinin ucuna geldiğinde seslenmekten ve de ona can vermekten korktuğun sözcükler…yaşarken tek bir sesi duyma telaşı içersindeyken ve de bende buradayım hadi görün beni çağrıları yapıyorkenki sözcüklerin…umutsuz değil ya da karanlık öykülerin sözcükleri hiç değil ama mutlu da değil….aitsizliğin ve de kayıp gitmelerin sözcükleri…yitik aklın son parıltısına şaşmış fakat onla ne yapacağını bilemez bir halde başıboş gezen ve de her imgede ,her akıl sapmasında bir kez daha , bir kez daha anlayan ve bu uğurda ölmeye hazır bir insanın sözcükleri…tam her şeyi bilip anlayacakken sessizce susmaların , uçurumdan atlarken ölmemeyi istemenin sözcükleri…nereden bakarsan bak üstüne oturmamış bu hayat kadar kısa gelen hayatının sözcükleri…. ne kadar da çok vesairelere takılmışız..ne kadar da tekiliz…iklimsiziz…ve de oldukça tekinsiz..
anlamlar yüklüyorum yine fazladan… o anlamlarla boğulmak için yine…herkese ve de her şeye nasıl da anlamlar yüklüyorum fazladan ..sonra bana doğrultulmuş bir silah gibi karşımda beliriyorlar aniden…kendimi ipe götürmek gibi…yardan atlamak gibi..öleceğin yarları seçmek gibi…en keskinine yaklaşmak ve de ayağını altını inceden kesen kayadan kısa kanamalı kanla karışık atlamak gibi…. kendi dilini yavaşça günden güne emip bitirmek gibi…susacak ne kadar çok kelime birikiyor böylece….kendi akvaryumumuzu yapıp orada yaşamayı istemek gibi…lepisteslere köle , japon balıklarına efendi olmayı istemek gibi… salyangoz bahçesini kaz… onların nasıl da kabuklarını bırakmış olduklarını gör… her yalnız kuşku bir başka yalnız kuşkuya muhtaçtır….her devinimin bir başka devinime muhtaçlığı gibi..elmanın kurduna muhtaçlığı gibi…kelime kusarım..kızartmış olduğum domateslerimi bile görürsün bense tekrar görürüm….şaşırırım da …sanki yapan ve de yiyen ben değil mişim gibi….yıldız kusarım binlercesi elime yapışır…ceketimden bin parça yüzüne yapışır..artık her taraf vişne çürüğü..eflatun mavisi….her yalnız kuşku içindekileri biriktirir ve de onları çürütür….eline bir fotoğraf makinesi verir…görüntüle der ..ne kadar da kötüsün ki her şeyi görüyorsun sen der….senden bir şey kaçmayacak mı der…kanat boşluğunu çekmişsin en son kıvrımları bile ortada..ah seni bilmez çocuk ..elimin kiri…nasılda görüyorsun her şeyi mercek keskinliğinde…sen büyük efendi…elimin esiri aklımın fikriyatı nasıl da doğurgansın…nasıl da nasıl da biliyorsun bir çırpıda …… bilmek yenilmektir ama sen yine de yanıl…her birinin kare kökünü al..sonra onları bir tencereye at..içlerinden işe yarayan ne kadar ruh varsa kısık ateşte hiç ara vermeden karıştıra karıştıra 10 dakika pişir….çıkan sıvıdan yeni bir “o” oluştur…tıpkı “onlar” gibi..içinden geçmek gibi,sessiz algıların gibi ….işe yaramayanları bir odaya al onlara sopayla giriş..kafa göz dağıt sonra onlara birer sigara ver tam bitireceklerken ellerinden al üstlerinde söndür….sonra kalk yerinden…gizlice yıldız kaydır…ne kadar da çok biliyorum işte bundan buradayımı oyna…sonra ışığı kapat…battaniyeni sev…uyu….
“onlar “….
Onlar işte…hiçsizleştiriyorlar…gözünü başka şeyler bürüyor….gözümüzü başka şeylerle bürüyorlar…işte yapacağın bu diyorlar..yap ne duruyorsun diyorlar…kanımızı içiyorlar…kanımızla beslenip büyüyorlar…temiz kanı pompalıyoruz “onlara”…kirli kanımız vücudumuzda kalıyor bize….bunla avun gerisine de karışma diyorlar…katlan diyorlar…asalakları büyütüyoruz içimizde….o kadar çoklar ki nefes bile alamıyoruz… buna seviniyorlar…düşündürtmüyorlar….düşünmüyorlar…sessizliğimizden anlar gibi oluyorlar….ama ses çıkarmıyorlar…işlerine gelmiyor…işleri olmuyor…ne kadar da bitikler kendi çemberlerini yakıyorlar…kendi çemberinde özgürsün diyorlar…nasıl da kanıyor nasıl da kandırdıklarını sanıyorlar…”onlar “..onlar işte,bin isterler ama bir vermezler….”onlar” işte..baştan başa onlar…elleri vicdanlarından yoksun…elleri temiz kanımızda…yaşıyorlar…ama yaşatmıyorlar.. her şey bu kadar anlamlı olsaydı belki de susabilirdik alabildiğine…ama biz almaktan çok verenler olarak burada bulunuyoruz işte..günü gelipte biz çift laf öbeciğine tıkılıp kalmaktansa gözlerine bakıyoruz “onların” taaaa içine..oradan belki ruhlarına gireriz diye…ondan böyle pek süklüm püklüm duruyoruz..her şeyi verir ve de hiçbir şeyi alamaz gibi…ondan böyle kendi halinde gözüküyoruz…”onlar işte”…çaldıkları ve de bize kazandırmadıkları her şey için….lanetler olsun geceye de görmeyelim silüetlerini…

ruhumuzu “onların” kurdukları sistematik ruh kurutma makinelerine kaptırmışız ..bir yerlerden hep sırıtıyor hüznümüz..hüznümüzü hangi çekmeceye sıkıştırmaya kalksak olmuyor…hep açık veriyoruz.. onların içindeyken yani o anlamsız yığınlıkla yaşarken onlar gibi olduğumuzu göstermeye çalışıyoruz..sanki onlar gibi olursak bizi daha çok severler,aynılığın etrafında sessizce yaşarız sanıyoruz….yaratıcılığımızı köreltmekten başka bir işe yaramıyor bu…bırakmak gerekli… satürnü yok ettik kaosun uğruna ama kimse görmedi…serzenişte biter ,adı sanı çıplak bir susuşa hazırlarsın kendini..düğmelerin ilikli..el pençe divan duruşumun önünde saygıyla eğilirisin ..sana ne oluyor derim gülersin….mavi saçlarını severim mavi saçlarınla seversin…..satürnü yok ettik kaosumuzun uğruna ..satürn eğildi yanı başımızda yeni efendisine..daha ne isterler ki..ceketimden bir parça vermişim onlara neden yırtarlar ki..neden olmadık iyilikleri veririm “onlara”..neden olmadık bir akşamüstü güneşine teslim ederim tüm anılar bozmasını….iyilik kanatlanır..sana da sadece kanat boşluğunu çekmek düşer… ne kalıyor ne de ne geçiyor ki….benliğimize işleyen bir şeyler var….alt derimize kadar işleyen bir şeyler..ne atabiliyoruz ne de onla mutlu…limoni bir memnunluk hali….ağzımızın kenarında yarım bırakılmış bir gülüşmüş unutuluş….
her şeye alışmak ve de kabuğundan dışarı bakamamak , taşamamak fena yorucu…sanki çıksak bizi ezeceklermiş ,canımıza okuyacaklarmış hissiyatı bu….hem buna gebe kalmak hem de delicesine yeni yolları , yeni şehirleri, yeni yüz sanrılarını görmeyi istemek ne büyük bir çelişki….bu kadar yorucu işte …saçma sapan şeyler bunlar …özütüne hep nedensizliği koymuşuz da ondan çıkaramıyormuşuz sanki kendimizi …kendi oksijenimizde boğulmak gibi, nefes almaya çalıştıkça daha da nefessiz kalmak gibi sanki… ne zordur bir umudu beklemek….ne kadar da sıkıcı….yanından geçip gidenleri görmeni bile engeller….hayat bunların çok ötesinde ve de hiçte gerçek değil…kandırmışlar her şeyin aslında böyle olduğuna…her sabah uyandığımızda yeni bir yanılsamaya uyandığımızı bilseydik nasıl olurdu…sana bir şey söyleyeyim mi :hayat gerçek bir yanılsama…uyan ey insanoğlu illa peygamber mi olmak gerek kendi kraterimizde…bunu anlayan susar..anlamayan da lafın yankısına bakar…. ama bilmez…. bilmek halüsinasyondur….aklın çaresiz kullara bir oyunudur…ve de fena halde kafa yapar..zihni sakinleştirir..motivasyon sağlar…ileriyi gösterirmiş gibi yapar….ağızlara bir parmak pal , zihne umut aşılar..ama hiçte gerçek değildir…herkes kendi zihninden ötesinde yalandır.. ve de her sabah o yeni günle biraz daha buna çekilir insan ….dili söylemez olur..kulak duymaz olur…ama anlamaz , anlayamaz da..o yüzden her yeni gün hiç bir şey yokmuş gibi yaşamaya devam eder….halüsinasyon budur..bildiğimizi sanarız çünkü….anladığımızı..oysa ki ne kadar da çaresiziz …zerre kadar bir toz taneciği… tuzla buz olacağız..cam kırığı gibi..o zaman binlerce yüzümüz binlerce ağzımız binlerce gözümüz olacak….her birinden yaşam kusacağız…her birinden bir yaşamı yüceltip ,her birinden bir yaşamı öldüreceğiz…geceyi yakıcağız gündüze……gece, 3 noktadan manifestoya…




Murat Uyanık

Hiç yorum yok: