Yağmuru
anlamaya çalışıyorum. Koca yaz geçti. Anlatacak o kadar çok konu biriktirmiş ki
dikkatimi hangisine vereceğimi bilemiyorum. Beklemekten bahsediyor bu gece… Beklemenin
insan hayatında oluşturduğu yara berelerinden söz ediyor. Yanağını gösteriyor… “ Bende de izi var. Herkes beklemiştir,”
diyerek geçiştiriyorum. Belkide beklemeyi artık sevmiyorum da ondan.
Üzerime türlü konularıyla iğne gibi damlamaya,
yaralamaya devam ediyor. Ezile büzüle yürüyerek yol alıyorum. Anlaşılmadık bir
akşam saatinde yokuştan salınarak eve gidiyorum. Yoldayım… Bir şişe köpek
öldüren şarap ve içinden bir tanesi içilmiş sigara paketim olduğundan dünya
benim.
Şemsiyem yok. Oldum olası sevmedim şemsiyeleri.
Sadece yağmuru dinliyorum. Başımıza doğal bir felaket gelecekse, gelsin de
kurtulalım diyorum. Hem şemsiyesi olmayanlar ıslanırken, benim korunmam da
olacak iş değil. Çünkü biz öyle yetiştirildik…
Peynir
ekmeğimizin yarısını paylaşarak başladı çocukluk oyunlarımız. Oyun kafeslerimiz
bir traktörün römorkuydu. Hazır şemsiye demişken, şiir yazan bir arkadaşım
geliyor aklıma; “Şemsiye” şiirini bilen
üç beş kişiden biri olduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Umarım bir gün
herkes o şiiri okuyacak.
Kahvenin önünden geçiyorum, buğulu camdan
içeri kayıyor gözüm; mahalle ve lise arkadaşlarım taş çeviriyorlar. Ben bir an
önce eve girmek, yağmurun söylencelerine dikkat kesilebileceğim kuzinenin
yanına oturmak; o eski kırçıl kedileri tahayyül etmek, sırtını sıvazlayarak
minderimde kıvrılmak istiyorum.
Fakat başaramıyorum. Kahvede taş çeviren arkadaşlarımın
oyununu izleyerek yancılık yapan Özkan, geçtiğimi görüyor kahvenin kapısını
açıyor:
- “Heyt
nereye be! “ diyor.
Gelişine seviniyorum. Üzerindeki lise üniforması, bir zamanlar
birlikte okuduğumuz okul kantininde iş yeri kıyafetleri olmuş. Sarılıyoruz. Yağmuru,
onu bunu unutup masaya gidiyorum. Boş tahta bir sandalye çekip oturuyorum. Çay
teklifine hayır diyemiyorum. Elimdeki mantarı açılmış, hazır içilmeyi bekleyen
şarabı görüyorlar. Son el bitiyor… Hesabı paylaşıyorlar. Az para verenler taşları
topluyor. Sigara yakıyoruz. Garson gelip her zaman olduğu gibi uyarıyor. Dışarı
çıkıyoruz... Beni bırakmak istemiyorlar, hepsi sanki benim için karar almış, “Boş
ver yağmuru!” diyorlar. İçelim...
Kasabada,
insanın her türlü işini dağ bayır demeden gören eski kırmızı bir Renault’un
içine doluşuyoruz. Gidilecek en güzel yerin neresi olduğu değil, içilecek en
sote, güzelliğiyle bizi cezbeden yerin neresi olduğu önemli oluyor. Arabanın
motoru homurdanıp ısınırken, klima da çalışıyor karar veriyoruz… Yine bir dağ
kenarı, mersin, yağmurun dokunduğu toprak kokan herhangi bir tarla kenarı
tercihimiz oluyor. Arabanın sil geçine karşı koyan yağmur damlalarını görünce
yine içime sinmiyor:
-“Yağmur, diyorum. Eve gidip yağmuru dinleyecektim…”
-“
Bundan sonra çok yağar… Bu gece bizi dinle, yarın dinlersin.” diyor barış,
vites kolunu sağ eliyle kavrarken.
- “Olsun,
bizim zeytinlere, pamuğa iyi gelir,” diyor fatih.
-“ Zira yağmur ikliminde de yaşamıyoruz.
Tabi her kişinin başka olur iklimleri. Ne olacak bu adamın sonu…” diyor Özkan,
eliyle kafama dokunuyor, bu huyundan hiç vazgeçmiyor.
-“Yarın
dinlersin, ne s.kim dinleyeceksen!” diyor Arif abi,“Gitmiyor muyuz?” diyor
öfkelenerek; o anda herkes susuyor, motorun homurtusu tekerleklerin hareketiyle
hırıltıya dönüşüyor.
Herkes
kendinden emin. Sessizleşiyor... Şarabı elden ele dolaştırıyoruz. Belli ki tek
üzüntülerini biriktiren ben değilim. Uzatmıyorum. Arkadaşlar olmadan hayat var
olamaz biliyorum. Az önce beni ıslatan yağmur, şimdi arabayı döverek ses çıkartıyor.
İnsan bedeni bu kadar mı ses geçirmez inanamıyorum; acıyı, tatlıyı, gizlemeye
ne kadar da elverişli şaşırıyorum... Bunu ben mi söylüyorum, yoksa bir kitaptan
hafızama mı kazındı hatırlamıyorum.
Kasaba
sınırlarından ayrıldıkça toprak ciğerlerimize doluyor. İçim şenlendikçe
şehirdeki dostlarımın neler kaçırdıklarını düşünüyorum. Karanlıkta da doğa ne
güzel… Onlar da olsa ne güzel olurdu
diye düşünüyorum.
Yolda bir şişe
şarabın kimseye yetmeyeceğini bildiğimizden ilave şişeler ekliyoruz… Tarlanın
kenarına geldiğimizde kalender toprak kokusu, arkadaşların varlığı, dünyamı
güzelleştiriyor. Yağmur, sanki sohbetin seyrini duyuyor da ta içime doğru
çiseliyor.
Kimse kimseyi anlamasa da, dili sürtüşüp
dursa da herkes konuşacak bir konu buluyor. Kimi ektiği pamuktan, zeytinden,
kimi en son okuduğu kitaptan, kahve de olup bitenlerden, memleketin içinde
bulunduğu durumdan tartışmalara sürükleniyor. Sadece dinliyorum…
Özkan, bir anda oluşan sessizliği aklından
geçenlerle iteleyip elini omzuma atıyor:
-“Yağmur bir yana da sen ne zaman
evleniyorsun? Bak benim kızlar okula başlıyor,” diyor.
O vakit yine eve gitmek; tuğladan,
betondan kabuğuma çekilmek istiyorum. Söyleyemiyorum. Anlaşılamamanın akıbetini
diyemiyorum. Ah kadınlar! Boğazım düğümleniyor. Öylece duruyorum. Konuşmaya
başlıyorum. Konudan konuya atlıyorum. Ne söylediğimi bilmiyorum…
Yağmur yeniden hızlanmaya başladığında beni
eve bırakıyorlar. Gün bu defa arkadaşlarla aydınlanmayı beceremiyor. Karanlık.
Sokak köpekleri havlıyor. Başım dönüyor. Eve giriyorum. Işığı yakmıyorum. Kuzinenin yanına yaklaşıyorum. Ateşin
tavandaki gölgesi yerini kuzinenin biçimine bırakmış. Üzerindeki deliği tırnak
ucumla itip içine bakıyorum; kömür, odun, önce kor ateş sonra yine kül olmuş
her halinden görüyorum. İçim burkuluyor. Yeniden yakmayı üşeniyorum.
Pantolonumu çıkarıp altımdaki yün içliğimle yatağıma uzanıyorum. Yağmura:
- “ Ne derdin varsa anlat, seni anlayacağım
ve uyuyacağım” diyorum.
Beni geri itiyor, şimşek gibi yüzüme çakıyor:
- “ Çok içmişsin yine, zıkkım içesice!”diyerek
sırtını dönüyor.
Anne
karnındaki, çocuk nasılsa işte öyle: Yine sokağa çıksam mı çıkmasam mı diye
düşünüyorum. Bulunduğum yerde dönüp duruyorum. Çeperime yumruklar vuruyorum.
Yağmurun ne zaman, nasıl yağacağını bir türlü bilemiyorum. Anlatacaklarını da…
07,12,2bin12
Onur Akbudak