Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

KARTPOSTAL


Hayatı öğütürken, bir yandan biriktirmekten bahsediyorlar. Oysa tuzlu bir serinlikte boğulmak ve büyürken bize ezberletilmiş kelimelerle baş edebilmekten ötesi iz bırakmıyor. Sonra gözlerimde bana ait olmayan ve etrafıma dağıtmak zorunda olduğum gülüşlerin sancısıyla dönüp dolaşıp geldiğim şehrin kaldırımlarına söylenmemiş sözcükler düşürüyorum. En sonunda bir yere dönmek gerekiyor, çünkü. En sonunda sokaklar, derinindeki çukurun içinde biriktirdiği pisliğe isyan edip onu üzerimize kusmak zorunda kalıyor. “Güzellikler” diyorum… En sonunda bitiyorlar ve bunu onlara kim öğretti bilmiyoruz. Bu yarım ve yaralı şarkı, bu birdenbire bastıran soğuk, bu içime nereden çöreklendiğini bilmediğim kederli haller…Belki  uzatıyorum bir şeyleri. Yaşayıp alışmak var hayatın kalbine yakın damarında. Uğruna yangınlar çıkarabildiğim, sözcüklerle değil de ancak kasırgalarla anlatabildiğim tüm o hikâyelere alıştım örneğin. Yaşadıklarının dışına savrulduğunda durup izlemeye başladım hepsini. Hepsi uçları kıvrılmış bir kartpostaldan bana bakıyordu.


O kadınlar... Durmadan gülüp hikâyeler anlatan, kafası karışık, gözleri, bulutlu, artık neye üzüldüğünü bile kestiremeyen kadınlar… O kadınlar işte, erken yaşında çok kırılmış ve avuçlarında sıkı sıkı tutmaya niyetlendiği her şey elinden kayıp giderken buna ağlayacağı yerde oturup teknelere âşık olan, dağılan kadınlar… Yürürken şarkılar söyleyen, eşyalarını sürekli kaybeden, insanların çok içine baktığından olsa gerek,   pazar sabahları içlerinde akşama kadar büyüyen bir boşlukla uyanan ve içindeki boşluğun ne yaparsa yapsın dolmayacağını artık adı kadar iyi bilen o kadınlar… ,

O kadınlardan biri ben olmamalıydım.

Gözleri uzak bulutlara, hevesleri gelgeç hikâyelere takılı kalmış o adamlar… Kulakları durmaksızın yeraltından gelen seslere dikili ve yarının boşluğu kalbini ağırlaştırmış adamlar. Durmadan bir başka kadının, bir başka gecenin, bir başka sahnenin peşinde ilerleyen o adamlar… Yüzleri kırık, düşleri kırık, oyuncakları bir vakitler kırılmış adamlar… Yakınken uzak, uzakken kayıp gibi duran ve hiçbir zaman içinden geçeni yüzüne yakıştıramayan, yakıştırmadıkça bir şeyleri kendine, tutup bir martıyı inciten, bir yağmuru ağlatan, karanlığı içine çekeceği yerde aldatılmışlığını, kutsallığını yitiren ayinlere dönüştüren adamlar…

O adamlardan biri sen olmamalıydın, ama olduk işte…

Eyvah bile diyemeden ve sırayla o adam ve o kadın olduk. Bir başkası ve bir başkası sonra... Kendimiz olmazsak kaçabileceğimiz bir dünyanın kapılarını aralamayı vaat etti bize dünyanın gri eli. Çünkü nezaketi silah, suçluluk duygusu içinde yumaktı şimdiye kadar gördüklerimizin. Üst perdeden konuşur, istediklerini almak için her yolu denerlerdi.

Bense gırtlağımdaki kesiklerle baş edebilmek için denizi izlemiştim yıllarca. Daha iyisini yapamayacağımdan değil de, yapılacak daha gerçek bir şey olmadığından. “Biz sessiziz, bilmediğimizden mi sanıyorsun, çünkü gördük,” demişti biri bana. Gördüklerimiz durmaksızın kalbe yara…
Geçtiğim yollarda suskunluğu anlatan kuyular gördüm ve üstelik su veriyorlardı hiç tanımadıkları bir yabancıya… Durup baktım o kuyulara, upuzun bir vadinin ortasında öylece duruyor olmalarının bir sebebi vardı. Sadece söyleyip geçtim ve biliyorum sen de… Söyleyip geçtiklerimizin bize bıraktığı izlerden kocaman bir kule yaptık. Öyle büyük ki… öyle geri dönülmesi zor yolların üzerinde beliriveriyorlar ki üstelik, görsen şaşarsın. Dilim tutuluyor orada… Yok diyorum; dille anlatılamayan bir sözcüğün ilk harfi herkesin bildiği gibi olamaz. Anlamakla anlatmak arasında milyonlarca yalan boğulurken ve durmaksızın kayıp yürekler doğururken insanın üşüyen yanı, bundan başka bir şey yapmalıyım. Toprağın üstünde öylece duran bir kuyudan mı öğreneceğim bunu, yoksa senden mi; sorumuz bu. Bir kuyu dilsizliğiyle bakarken gözlerine, o ilk harfi benden önce bulabilecek misin? Sözcüklerine değil, göğsümün ortasına bastırdığın elinin bıraktığı ize güvenebilecek misin?

Ya da dur, sorular sormayalım artık.

Çünkü avuçlarımda kartpostallar var. Çoğunun uçları tırtıklı, bazılarının üzerinde artık silinmeye yüz tutmuş notlar yazılı ve belli ki sahibine ulaşacağı yerde boşluğa ayak uydurmuş söylenemeden kalanlar. Kartpostallar üzerinde hiç gitmediğimiz şehirlerin eski görüntüleri. O kadar uzak bir anıyı çağırıyorlar ki bana… “Beni tutup oralara götür” diyorum, sesim karanlığa gömülen bir sualtı mezarında tahtını yitirmiş kralların birçok şeyi anlamış gözleri için şarkılar söylüyor. Sen olsan, ah sen bir olsan seveceksin o şarkıları, her notayı parlatıp tek tek güzelleştirene kadar. Ne var ki ellerimin nerede kaybolduğunu bilmiyorsun.


Çünkü bugün beni durmaksızın üşüten rüzgârların günü. Akşam olacak ve bir şeylerini kaybetmiş herkesin eve dönüş yolunda kibritçi kız görünecek. Biz bu gece onunla birlikte uzak şehirlerin yakın düşlerinde yitirdiğimiz ve bulmayı umduğumuz tek bir kişi için son kibrit çöpümüzü yakacağız. Yemin ediyorum yapacağız bunu. Masallara inanmayı unutmuş yüzleriyle ve çatlaklarından su sızdıran kalpleriyle gülüp geçecekler bize ve buna sevineceğiz.

Rüzgârlar sert esmeye başlıyor buralarda… “Sen” diyorum, bir saniye sonra elimden kayıp gidecek bir hikâye oluyorsun. Sen, geçmiş günün avuntusu demek oluyor izlerine bakınca… Sen diyorum, anı olmaya hazır gözlerinle karşıma dikiliyorsun. Şehrini bir kartpostal gibi avucuma oturtuyorum, o kartpostalın içinde görünüyorsun; küçücük kalmışsın. Kalabalığın orta yerinde kar kesmiş bir kulenin önündesin, koşarcasına, telaşlı adımlarla bir yere yetişiyorsun. Kabanının yakasını kaldırmışsın üstelik üşüyor gibisin. –içimi sadece bu titretiyor- seni, çok yaralayan bir hikâyenin peşindesin. O hikâye seni çok çağırdı diye koşuyorsun peşinden, o hikâye nerede ve ne kadarsa üstelik şehrin soğuğunu yırtarcasına kendisine koşuyor olmanın güzelliğini göremiyor. Çünkü içinde sadece kendisi, sana duyduğu öfkeli ihtiyacın ağrısı ve bu ağrıyla nasıl baş edebileceğinin hesapları var. Aslında seni değil, sana bakan gözlerini görüyor, gözyaşı bundan. Öyle çok inciniyor ki içim, buna da alışabileceğimi fark edip bir kez daha… Her şeyin zamanla geçtiğini fakat kayıplarımızın hiç kaybolmayan izler bıraktığını hatırlayıp bir kez daha… Ne kadar yazık oluyor bizlere deyince, en çok ama en çok da buna… İnciniyor içim. Öyle sessiz ve ince ki… Gece olacak yine biliyorum. Gece bastırana kadar o kartpostalın manzarasından seni çekip çıkaramayacağımı düşünüp yürüdüğüm yoldan uzaklaşıyorum. Uzaklık ve yakınlık bir kez daha öğretiyor kendini bana. Bu şehrin en iyi bildiği şey bunu ölçmek, görüyorum. Belki sadece bu yüzden, soru sormayalım artık, cevaplar kirletiyor eteklerimizi.

Durup üşüyen ellerime bakıyorum uzun uzun. Ellerim kaç kez daha çölleşebilir yaşadıklarımdan? “Ellerimi bir suya yatırsam, üzerinden kervan yolları geçse” diyorum. Biri gelip biraz daha renkli bir masal bulsa ve hep istediğimiz o yepyeni dilin ilk sözcüklerini... Biri durmaksızın kâbus üreten uykuların içine sızıp şalteri indirse. Kırmızı düğmeye bassak ve tüm hesapları sıfırlasak içimizde... Birbirimizle alıp veremediklerimizin değil, uzanıp yetişmeyi becerebildiklerimizin defterlerini tutsak. Üstelik yıllardır özlemini çektiğimiz o yeni dille ve ilk kelimeyi köklerinden usanmış bir havarinin ağzından duyarak… Tanrılarımızı öldüreceğiz sonra. İçimizde ferah bir vadi rüzgârı büyütünceye kadar, tüm tanrıları…Saf istenç olana kadar, tarihin üzerimize yıktığı bunca hurafeyi unutana kadar, onların da damarlarından kan akıncaya kadar öldüreceğiz onları. Onların yarattığı dünyaların içinden yepyeni dünyalar ayıklayarak karşılıklı duracağız seninle. Bizim için karşılıklı duruşumuzdan başka bir varlık sebebi kalmayacak. Öylece durup hiç kullanılmamış bir iklimin toprağında köksüz ağaçlar olacağız. Masal olacağız, anlatıcımız bizi unutacak. Anlatıcımız bile bize inanmayacak üstelik, çünkü burada artık bir masalı en iyi anlatan değil, masalın dehşeti konuşulacak.

Fakat sen hâlâ o eski kartpostalın içindesin ve kartpostalın kıvrılan ucu seni yutmak üzere. Bunu görmüyorsun. Bu dünyanın soyundan değiliz ki biz, aynı yağmuru sevince ölelim… Bunu görmek istersen yüzümü değil, su kuyularını izle. Hatırla, Yusuf’u boğan kuyu, bir yandan sevip sakladı da onu. Onun o güzel yüzüne yansıyan her şeyi… O kuyu ki daha önce görmemişti Yusuf gibisini.

“Çok soğuk oldu burası” diyorum. Bugün sorular sormayalım ve bir cevap gelecekse eğer, bu rüzgârdan gelmesin diyorum. Durup üşüyen ellerime bakıyorum uzun uzun… Sen diyorum…
Sesim soğuğu katlıyor… Önümde uzun uzadıya anlatılmayı bekleyen bir şehir… Çatlaklarından sevdiğin şarkılar sızan ellerim senin olduğun o kartpostalı sıkı sıkı tutuyor. Rüzgâr git gide daha… daha da kuvvetlenerek büyüyor ama  ben bugün üşüyen ellerimi ısıtmak için o kartpostalı yakmayacağım.









Hiç yorum yok: