Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

Mavi Esanslı Parfüm, İkinci Tekil Kişi ve Alkolik Kelebekler

Bütün ifadelerimi çalıp bit pazarında sattılar. Alkolik kelebekler kondu tatlı rüyalarımın cesetlerine. Halbuki çok görmezdim, çok görürlerdi bize kelebekleri.
En yakın gözden düşmeli şimdi ve her şey incelmediği yerden kopmalı. Çünkü tek başına özlemek, katiliyle kurbanı aynı olan bir cinayet gibi yadırganır, bütün yolları kabuk bağlamış bir şehirde. Ve orada yaşamak, evlerle resmi kurumlar arasına sürülmüş bir iş, oluş, harekettir. Bense çekimsiz bir fiil gibi durdum bu ikiye bölünmüş boşluğun tam ortasında, gelecek sandım bekleyince. Bu eylemsizlik bir nefes verişimle gidecek…

Oysa felaketler saklanırdı o şehrin sokaklarında. Nüfus hızla artmasın diye, hüznüyle öldüren bir Cemal Süreya salgını yaymışlardı ortalığa ve ben ilk eleneceklerden biriydim, Malthus’un Katastrofunda.
Nitekim seni her görmediğimde mikrop kapardı kelimelerim. Ne çok hastalanırdım. Gözlerim üşürdü. Kirpiklerim yetmezdi ısıtmaya. Sebepsiz üzüntülerime sebepler satın alırdım. Çünkü geçerli bir sebebi olmalıydı her mutsuzluğun. Yoksa kimse sevmezdi mutsuzluklu birini. Fakat her mutsuzluk herkesinki gibi değildi, bazısı babasızdı işte. Varsın kimse sevmesindi. Ben mutsuzluğumla mutluyum, yalnızlığımla yalnız.
Bütün mesele, bileklerime sinmiş mavi esanslı bir parfüm aslında, bir de alkolik kelebekler…Tatlı bir ses, tatlı uyu diyor bazı geceler oysa ben uykularımı çoktan uyuttum. Bir kara delik yuttum, o da içimdeki her şeyi.
Bütün hayatlar sahibinden satılıktı o kara deliklerde. Belki bu yüzden, mutluluk bir anlam ifade etsin diye sözlüğümde, yardımcı fiiller arıyordum. Her sabah bir Bülent Ortaçgil kahkahasıyla uyandığımda, buldum sanıyordum. Kalkıp aynaya bakıyordum ilk önce, ayna bana baktığında utanıyordum. Asıl ürkütücü olan, bir kadının gözlerinin nemli atmosferi diyordum, evet evet, kesin öyle…
Sonra ani bir kararla, sokağa çıkıyordum. İnsanlar vardı. Yüksek gerilim hatlarına benzeyen, üzerinde ölüm tehlikesi yazan insanlar. Resmi kurumlarla evler arasında topuklu ayakkabılarla yürürlerdi. Hiç nefes almaz, hep verirlerdi. Sustuklarını ceplerinde biriktirirlerdi. Ve sakladıkları sözler düşmesin diye yere, elleri ceplerinde gezerlerdi. Gözlerime bakın! diye bağırırdım içimden. Baksalar, bir baksalar, nabızlarının attığından emin olacaktım. Hiç bakmadılar.
Sen de bakmadın. Bir baksan, nabzımın attığından emin olacaktım. Bu yüzden, ikinci tekil kişileri kovdum bütün hikayelerimden. Üçüncü çoğullar zaten ölüydü. Bense birinci miydim, kişi miydim bilmiyorum ama tekildim. Ve kanım kimseyi tutmasın diye gizli gizli ölürdüm, en azından öldüğümü bilirdim…Bir iskelete, başkalarının bir bedene sığdırdığından daha çok heyecanı ve hüznü sığdırabilmiş “Ölü Gelin” gelirdi aklıma. Ona hak verirdim, bir kalp atmasa da acıyabilirdi.
Aslında bütün mesele, bir kadının Cemal Süreya salgınına yakalanmış dudaklarının, aralık ayına hapsolmuş ketumiyetiydi.


özge özen

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Harika bir yazı olmuş Özge, ellerine sağlık... Yazılarının devamını sabırsızlıkla bekliyorum.