Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

Dolunay kavgası



Bir şeylerin ruhunu kapatmasına izin verdin hep. Oysa hiç göründüğü gibi sert değildi duvarlar, içinden geçebiliyordun. Oysa hiç mükemmel değildi insanların döndürüp durduğu şu dolaplar, sen hep çizginin dışına taşmazsan üstüne gelmeyeceklerini düşündün. Sanki ardındaki binlerce cinayeti başkalarından gizliyor gibiydin. Ruhunun içini bir görseler her şey sona erecekti. O durmaksızın yükselttiğin duvarların seni hep koruduğuna inandın. Ama şimdi hepsi gözünün önünde tek tek yıkılıyor. Çırılçıplak kaldığını hissediyorsun. Bazen daha güzel geliyor değil mi insana… Yüklerinden kurtulan bir sandal gibi daha hızlı ama daha nazlı, dalgaları eteklerinde hissederek yürüyorsun.

Kırılan kalbini seviyorsun değil mi. Çünkü sen onu tek başına ağladığın gecelerin şahidi kıldın. Kendi ellerinle parçaladın onu. İlk darbeyi nasıl ellerinle vurduysan, son darbe de senden gelsin istiyorsun artık, bir başkasından değil.
Bu gece dolunay var… Bu kendi kendine konuşmaların sebebi bu değil mi? Bir de şu bitmek bilmeyen Ağustos… Bir de gelecek güzün eskisi gibi kalbini okşamayacağı korkusu. Hepsi üst üste geliyor. İnsanların yaralı gülüşleri seninkine karışıyor. Bir adam görüyorsun, gülüşü yüzünü yırtar gibi bakıyor sana. Onun yüzünü yırtan gülüş, seninkini bıçaklıyor.

Sonra, “ herkes aynı,” diyorsun. Herkese geçmişinden çıkardığın kirli bir anıyı pay biçip yüzüne en olmadık acınası gülüşü yakıştırıyorsun. Oysa sen geniş kahkahaları seversin.
Ne kadar da yalnızsın. Ne kadar da ıssız bir ormana dönmeye hazırsın. Çekip gidecek bir şehir hayal ettin hep. Sularında salındığın bir deniz sonra… Sanki seni hiç terk etmeyecek bir şeyler vardı onda…
Boş sızlanmalar bunlar. Bugün kilitli sandığından çıkardığın eski mektuplarının yakılma günü. Bugün küflü kalbindeki göz göz odaları boşaltıp içini ateşe verme günü. Bugün suya atılmış bir bıçak darbesi canını yakmadan yarına bakmayı becerebildiğin ilk günün. Bütün bunları sana ne hatırlattı? Telefonun diğer ucunda o vardı değil mi? Hastaydı biraz. Yorgundu. Yanında olmak istiyordun. Onun için daha çok şey yapabilmek. Ama senin tüm kaslarını eline geçirmiş o yıkılmışlığın izin elinin kimseye uzanmasına izin vermiyordu. İçine ay ışığı düşsün diye beklemekten başka çaren yok. Gerçek bir acın bile yok aslında. İç sıkıntılarının sahteliğiyle savaşırken bir yandan, durmaksızın içini kemiren şu kaçak hüzün peşini bir türlü bırakmıyor. İçini oyup duran ızdırabı sen bile kendine anlatamazken diğerlerini nasıl inandıracaksın? Geride duruyorsun o yüzden. Mutluluk ya da mutsuzluk üzerine düşünmeyen sessiz bir gölge gibi, çevrendekilerin hayatında yerli, yerine oturtulmuş bir eşya gibi kayıtsız kalarak varlık gösteriyorsun. Acın içinde patlıyor oysa. Telefonda ona haykırmak istiyorsun. Seni ne kadar sevdiğini apaçık etsin istiyorsun. Neden seni daha içten sevemiyor? Sen neden sahip olduğun hayatı daha içten sevemiyorsun? İçin neden bu kadar çorak? Çünkü kimi sevsen vadiyi çöle döndürdü değil mi. Sen de böylece vazgeçmek için hazır nedenler bulursun kendine.
Oysa oturup denize şiir yazardın eskiden. Birilerinin gözlerinin hayali için kendinden geçip başka bir aleme varırdın. Gidenleri beklerdin. Evet, hiçbir şey olmazdı sonunda, olmayacağını da bilirdin ama yaşadığını hissettirirdi bunlar sana. Şimdi karanlık gözlerinin üzerinde yorgun bir şilep gibi geziniyor bir acının taşıyıcıları.

Beni hep uzak şehirlerin son duraklarında bekleyen o gölge bakışlı adama sesleniyorum bazen. Onu en son içinden nehirler geçen bir şehrin en sakin su kıyısında gördüm. Birlikte kâğıt gemiler yüzdürecektik. Birlikte başka hikâyelerin güzel yanlarına inanacaktık. Benim elimde kırık bir Şarlo heykeli olacaktı. Şarlo’nun bilgiç gülümsemesini yüzümüze yakıştırıp, bu dünyanın tüm acılarına aynı anda gülecektik. Nehir bize bir şarkı söyleyecekti, oturup dinleyecektik. Ellerimize bakıp sevinecektik. Üzerindeki çizgilerle gurur duyacaktık. Geçtiğimiz tüm yollarda gördüklerimize değecek bir anı yakalayıp ondan şehirler kuracaktık. Ellerimizi de düşlerimiz gibi sevecektik. Heykelin kırık parçasını suya bırakacaktık. Dünyadan henüz umudunu kesmemiş sürgün göçebeler izimizi bulacaktı böylece. Yağmurlar tüm kentlere eskisi gibi yağacaktı. Yaşadığımız birçok şey eskisi gibi güzel olacaktı.
Yemin ederim olacaktı, az kalmıştı, çok yakınındaydık. Bütün bunlar ayak seslerimizi dinliyordu. Derken birileri su kıyısını zihninin haritasından sildi. Şehrin gerisinden gelen ışıklar yıldızları sildi. Her şey bir toz bulutunun altında ziyan olurken, ellerimdeki dikenleri fark ettim bu gece. İşin kötüsü Tanrı artık benimle konuşmuyor. Tanrı harflerimi çaldı ve geri vermiyor. Yıldızlar uykularımı böldü, sesini çıkartmıyor Oysa ben güzelliğe teslim olmayı seven biriyim. Sadece sorularım var. Aklımı kurcalayan bir sürü ayrıntı, kalbimi her gece kundaklayan bir sancı. Beklemekten yorgun düşmüş gözlerimin altında henüz birileri gelip yağmalamadan inanmak için beklediğim bir sürü mum yanığı… Anlatamıyorum. Sesim çıkmıyor. Sesim yorgun bir balıkçının ellerindeki nasır kadar gerçek değil artık. Bir yerlerimi kessem kanım bile akmayacak belki.
Dolunaya bakıyorum. Biri gelip içimi açıp baksın istiyorum. İçimden eski kral mezarları, yıldız tozları, atlas burçları, batık şehirler çıkacak. İçimden belki de mucizelerin en güzeli çıkacak Dolunay, neden bana aşılmaz sarı ışıklarınla içimi yontar gibi bakıyorsun? Soru sorduysam cevap ver, ya da bir şarkı söyle, ya da bas küfrü ve sillesi sağlam ellerini görelim. İstiyorsan kahrolası bir şişe cin için kavga edelim seninle. Kafamız gözümüz yarılırken yıldızlar senin arkandan tezahürat yapsınlar. Benim arkamdan o adamlar, o yolunu kaybettikleri için yatağıma düşen adamlar küfre dursunlar. Yeter ki benden çaldıklarını geri versin tanrın. Yeter ki insanlar senin hakkındaki asılsız hurafeleri değil benim içimden çıkan yıldız tozlarını kullanarak geçirsinler bundan sonraki cinnetlerini. Yeter ki o sıcacık bir gülüş emanet etsin bana. Rüzgâr o su kıyısını eski haline getirsin. Silinen ışıklar yerine dönsün, kayan çizgiler yerine otursun tekrar. İçimden bu kadar uzak bir yerde haritasız yaşlanmaktan başka bir şeylerde versin hayat bana.

Benim ona verdiklerimin yanında nedir ki?

1 yorum:

Adsız dedi ki...

bir dolunay tanrıçası yaratalım, senin yazın ilham versin, Doka olsun adı, sözü bu tanrıçaya bırakalım,,,

o dikenler etine değil, tenine batınca daha çok acıtır, ama güzelliği görmeyi bu acı öğretir insana, git ve sadece yaban çiçeklerine bak, bana hak vereceksin,,,

güzel de bir metafor, hayata çatlaklardan da tutunurlar,basit bir tutunmanın ötesinde de kendilerini sergilerler,,,

çiçek yanıt verdi: Seni aptal! Görülmek için mi açtığımı sanıyorsun? Kendi zevkim için açılıyorum, başkaları için değil, çünkü hoşuma gidiyor. Aldığım zevk var olmaktan ve açmaktan ibaret. Schopenhauer,,,

orası kelimelerin ötesinde, insan kendi içindeki odasını ise kelimelerle döşüyor (mu; artık mu kıtasında yaşadığını düşünmek zorundasın,sihir, mucize, peri, melek alayı mevcut, rastladım biliyorum, dilini öğrenmişsin zaten, içinde yok saydıkların, aslında içinde yok olmayanlar, ve şu hayat dediğimiz yokluktan doğan şey de binbir varlık kapısı var, tersi de doğru, kırıklık yaptım,ister hayattır de bir bütün olarak yut, ateş gibi yut, ister ikiye ayır, iyi ve kötü de öyle yut, tadı acı olabilir, hatta bir kuyu açılır yanına anlamsızlık kuyusu, ama anlamlı olanın değerini de o kuyuya düşenler anlar. vs vb,,,

yazını çok sevdim (sevinemeyecek miyiz yani, bu haksızlık olur çiğdem, isminin bir anlamı da günebakan, işareti almış olmalısın))