Çok yalnız bir akşammış bu.
Gözkapakları ağır yükler taşıyor diye utanan bir çocuk
avucumda,
Sevgi dileniyor benden lal yaprakları.
Oysa şarkı bile söylüyor işte: Ne gelir elden?
Zoraki sevgiler
yapsak hamur adamlar gibi küçücük ve yağmur her yağdığında bir gökgürültüsü
hediye etsek yaprakyeşiline bakan zavallı kalbimize, ne gelir elden?
Ucuz satırlar bunlar. Değerinden eksiğine bozdurduğumuz
kelimeler gibi lanetliyor bizi unutmaya çalıştıklarımız. Yakalamaya
çalıştıklarımız sırtımızdan bıçaklıyor. İşte o ve ben uzaklara, yalanların eskittiği bir sevgiyi sürüklemeye
giderken, yağmurkırığı saçlarımıza dolanıyor.
Yalan söyledikçe aşınıyor sırtımın ölü derisi. Sandalyemde
otururken ardımda açık kalan kapıdan korkuyorum. Arkamdaki boşluk beni alıp
büyütüyor. Arkamda bir boşlukla birlikte yarın için ay büyütüyorum.
Çok ucuz bir şiir var, ama öyle ucuz ki… Bana öyle bir
hatırlatıyor ki eski günleri… “Bir daha okumam,” diyorum, “bunları geçtik.”
“Bir daha okumam,” diyorum “şehirleri geçtik.”
“Bir daha sararmış kâğıtlara böyle anlamsız aşk yakınmaları
yazmam,”diyorum.
Sesim beni duymuyor.
Bütün bunları dinleyeceksin sen; dinleyip yine gözlerindeki
boşluğa yakışan bir fırtına tasarlayacaksın benim için. Ben tam o sırada benim
için anı olacağın ânı kuruyor olacağım. Alacakaranlık sadece filmlerde değil
gözlerimin ta içinde de olacak o sıra. Bir kadeh rakıya bakıp ağladığım
günlerin hatırına “son bir kez,”
diyeceğim, sen farkında bile olmayacaksın. Yağmur fışkıracak lağım
çukurlarından; evsizler bankamatiklere, kediler saçak altlarına, küçük çocuklar
şanslılarsa annelerinin sıcaklığına kaçacak. Senin kaçacak yerin muhtemelen
hazır olacak. Ama ben öylece kalacağım sokağın ortasında ki gidecek yerim yok.
Kendime çıkan tüm kapılardan kovdu beni gözlerin. Gözlerin gümbür gümbür
serildiler kapıma.
Yağmur hızlandıkça yolun ötesi görünmez oluyordu. Evden
kavga sesleri, sokaklardan gece fenerleri, hasretten bir güle tutunan diken
eksik olmuyordu. Yağmur gitgide daha hızlı, hıncını insanın içinden söküp
alarak yağıyordu. Gökgürültüsü ürkekliğin sınırlarını deniyor, aynalar birer
birer parçalanıyordu yalnızların odasında. Çok şey mi istiyordu? Ağrılı ve
yavaş ölümümüze atamadığımız çığlığı bize hatırlatıyordu o kadar.
“Durmayacak,” dedim.”Sabaha kadar yağarsa böyle… ya
sokaktakiler ya kaybolanlar,” dedim kaybettiklerim içimi kemirmeden edemiyordu.
Bir ara pencereyi sonuna kadar açıp dışarı çıktım. Sokağı izledim ve kalbimi
onun gözlerine yatırdım. Görüyordum işte, işarete gerek yoktu. Baktım sol
yanında kendisinin bile fark etmediği bir yarık ve o küçük yarıktan ince ince
sızan bir hayat çığlığı duruyordu. Uzaklarda yanan ışıkları gözlüyordu ve
biliyordum, beni asla sevmeyecek; geceleri duvarında oynadığı gölge oyununda
benden bir iz görünmeyecek. O elleri var ya, o elleri beni hiç eskitmeyecekti.
Gerçekten içimde olsaydı bunu yapardı, diyorum ve birkaç gümbürtü art arda
kopuyor.
Bu yağmurlar büyüdük diye bu kadar öfkeli.
Arkamızda açık kalan kapılar, kaybediyoruz diye
bedenlerimizden alacaklı.
Gecenin sesini dinliyorum.
Sesimizde hiç dinmeyen bir öfkeyle o ve ben… Biliyorum benim
kadar çaresiz bakıyor o da pencereden. Huzursuz gözleri gideceği yeri
bilmeyenlerin gözlerinden yapılmış ve oyuncağı kırık.
“Durmayacak,” dedim… “Böyle sabaha kadar yağarsa…”
Üstelik böyle zamansız, böyle bahar dallarını kırıp atar
gibi hınçla.
Oysa normalmiş, öyle diyorlar. Yine de yağmurda eksilen bir
tek o ve ben varız. Dünya sadece ikimizin saatini durduruyor sebepsiz yere ve
üstelik o devam ediyor, hiç aldırmıyor hiç… Bense sadece durmuş pencerenin
ardından yitenleri izliyorum. Arkamdan gelen seslerden ürkerek ve hiç
özlememeye gayret ederek eski şeyleri, sabah olsa, diyorum, olmuyor. Olmayacak,
diyorum. Dediğime inanırım diye korkuyorum da bir yandan. Çünkü öyle çok
bekledim ki bir yağmur sonrası sakinliğinde onun ellerini yüzüme ipek edeceğim
günü. Şimdi biriktirdiğim eski eşyalarına bakıyorum tek tek. O yeşil kazak, o
hasır sandık, o yanımdayken üzerimden hiç çıkarmadığım yeşil kazak… Bir
zamanlar derin nefesler alırdık, diyen küskün geçişin izlerini taşıyordu
üzerinde. Gülüşümü çaldırmadığım o güzel vakitlerde bu kazak sıcacık tutardı
beni ve o hasır sepet ki gideceğimi anladığın bir sabah yatakta bana sarılıp “Tekrar
gel,” demiştin, “daha sepetini alacaksın.” Tekrar gelmelere dayanmadı
kalbimizin incelen çeliği. Yağmurlar hızlandı, tutamadık; tutamadık gitti
içimizdekileri.
İkisini de kapıp sokağa atıyorum kendimi, sel su almış
başını gidiyor. Sokak uzun bir koşuya çıkmış sanki. Kaldırımlarını bile
tutamıyor üzerinde. Yağmur her şeyi alıp götürüyor: Yeşil kazağı, hasır sepeti,
eski şeyleri, eskiyen düşeyliğini zamanın…
Yıllardır içimde çürüyen bir tekne gibiymişsin be adam! Ne
seni sürecek bir denizim, ne tekrar boyayıp bakacak bir korunağım varmış.
Öylece kalakalmışım; durmuşum ve batmışım. Durmuşum ve neden kendi kendime
ağlamaya başladığımı bile çözememişim. Aniden ışıyor ortalık. Eve gitmeliyim,
diyorum. O kötü şiiri son kez dinleyip yağmurun dinmesini beklemeliyim. Sırtımı
duvara yasladığımda korkmadan, onun beni anlayan gözlerini yormadan ve
incitmeden karanlığı son bir kez…
Bütün gece yağacak… bütün gece yağarsa böyle,
Acıyan şahdamarımızı kim öpecek?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder