Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

Ellerinde bir öğleden sonrası gelinciği

sen ….
akılmaz bir ışık hızı yoğunluğunda…devinime devinim katarak..onca imkansızlıktan ..onca hadi canım sendelerden sıyrılıp bir bilmem bahar ayının bir bilmem günü konuk oldun gizliden…
Sen…
ben ellerimi gözlerimi aklımı fikriyatımı yani ben olan ne varsa işte , hepsini kaçak güreştirirken bu meydanda, bu adına hayat denilen bu adına dünya denen büyük kaosun altında birden sen çıkageldin , bütün hezeyanlarıma bütün kaoslarıma inat gizliden gülümsedin….ellerinde taze koparılmış bir öğleden sonrası gelinciği..yüzün gözün ıp ıslak bir tedirginlikte…sen çıkageldin bütün onca uğraşımlardan….tut yoksa ellerimden kayıp gideceksinlerden ….sen çıkageldin…
Sen...
bir çırpıda kök saldın içimde…içime yeni yeni kaçak yapılar diktin…ruhsatsız kimliksiz ama gizli bir anlaşmadan gizli bir sorudan ve de gizli bir cevaptan türeterek kendini içimde yeni yeni büyük büyük puantiyeli bir sen oluşturdun…ne çok bu içimde sen ….ne çok şimdi ...sen gizli bir öyküden..adı sanı konmamış fakat yastığın altında varlığını da gizliden gizliye hissedilen bir gündüz düşü bıraktın…açık denizlerde yine kurtarılmayı bekleyen can simitlerini arattın bir akşamüstü güneşinin denize vurduğu herhangi bir ışın dehlizlerinde….
Sen...
Gölgemden bir gölge yarattın ..görmek istedin gölgemle gölgenin o büyük dansını….hiç bitmesin istedin ….gölgeler hep sürsün..gölgem gölgene karışsın…dilim damağın kurusun benden istedin..içine düşsün bir gece yokluğun istedin…dipsiz bir kuyuda kalmak gibi…nefes alamamak , verememek gibi….gizli bir öykünün en heyecanlı yerinde yazarı tarafından öldürülmüş bir hikaye kahramanı gibi…apansızca hezeyanlar…ben şimdi düştüm düşüyorumlar…ne vakit yakarız ciğerimizi oksijenleler…bütün gitmeler..bütün gelmeler..bütün yok oldum ama ölmedimler..bütün susuşlar….bütün hadi gel yak beni geceye çağrıları..bütün hepsiler..bütün hiçbirşeyler…bütün hiçlikler..yani adına aşk denilen o kekremsi duygu, o çırpınış, o sanrı…ı adına ne konursa az, adına ne konursa çok geldiği aşk için sürsün bu gölgelerimizin dansı istedin…


Murat Uyanık

Eşikteki karaltı

Ne zamandır unutulmuşların isi sandığım peşimdeki gölgeler meğer mahalle çocuklarının kuklalarıymış. Bilmem söylemiş miydim, benim içsel mahallemin –tabi yakılmadan evvel- güzel komşulukları vardı. Aşklar da yaşanırdı. Hepsi yanmadan önceydi. O zamanlar bugün zihnime yerleştirdiğim, gülüşleri ve unutuşları perdeleyen boşluk yoktu. Her sabaha robotsal uyanışlar yoktu. Acıyla günü reddedişler de vardı. Ama içsel mahallemin güzel komşulukları vardı.

Beni yarı mutlu yalnızlıklarıyla tanıştıranlar oysa bilemezlerdi. Ben hep onların yağmurlarını görmek isterdim. Bu şehre benziyorlar mıydı? Eşiklerine oturup uzun uzun bakmak istedim. Gözlerini kaçırdılar. Yalnızca biri görmeme izin verdi ama yağmuru dinmeden ve şarkımı söylemeden gitti. Küsmedim.

Mahallem yanarken –belki önemli- birkaç şeyi de feda etmek zorunda kaldım. Bilmeyenlerin yanlış anlamalarına izin verdim. Fazla sustum. İçleri bomboş ben dolu cümleler kurdum. Böylece hem kendimi çok anlattım hem yok ettim. Bu eşsiz bir buluş oldu. Her gece yalnızlığının küçük bir kısmını ben olmaya ayırdım. Boşluğumu tamamladığımda buna da gerek kalmayacaktı ama doldurdular hep bir tarafımı. Bir havuz probleminde yapayalnızdım. Ancak dolan ne gözyaşları ne yağmurdu. Ceplerimdeki umut kırıklarını boşalttım, onlara sığamayan gerçekleri parça parça yutturarak uykularımı zehirlediler. Her uyku öncesine ölüm sanrısı eklediler. Direndim.

Hayat küçük yanılgılarıyla sarstı uyandırdı. Düşlerim film hatasıydı. Neredeyse her uyanışım bilinçaltımın hayattan hakkı olmadan çaldığı sahnelere bir özürdü. Mahcubiyetimi kimselere belli etmeden güniçiönemsizanlarına yedirdim. Çoktan unutulmuş aşkların bir listesini yapıp uygun zamanlarda onları dillendirerek normal göründüm. Bu süreç yorucuydu. Anlaşılmayı bekleyerek birkaç hata yaptım ama telafisi zor olmadı. Ceplerim tamamen boşalıncaya kadar, sonrası…

algı eşiğinde bir karaltı. Ben kaç zamandır düşlerimin kuklası odum. O eşikte oturup yağmurunu son kez görmek istedim. Gerisi hep karanlıktı. Benim içsel mahallem bu şehrin ışıklarıyla yandı.

EN

Kopması kolay olsun diye
Hiç düşünmemiştim aslında
Ne kaldı ardımda
En mutlu anlarımdan ve kalbimden başka
En uzun yolun bileti elimde
Uçsuz bucaksız bir ayrılık işte
Kışla kol kola ve olmayışınla
Şıklı bir soruda istemli yaratılmış
Zorunlu bir imkansızlık ve girdaplarında
Hava çok soğuk
Bir acı içimi bu kadar yakar nasıl olurda
En az bu beyaza kesmiş ağaçlar kadar
Yalnız içimdeki çocuk
Ve kalbim ardımda
Yerine çökmüş kırmızı pıhtıyla
Ufak ufak yaşıyorum
Olmayışınla

sanrı

Hayat parmak uçlarından sıkar seni ..görmeni engeller o büyük ağacın altındaki gömüyü….kavanozlara konmamış güneşe çıkarılıp kurumaya bırakılmış bir yağmur üstüne sinen….senin üstünde gizli bir sorunun gizli bir cevabı..ruhunun karanlık yanları ağlıyor.. ellerin şeklini özlüyor…dudakların kurumaktan muzdarip yitik bir şarkıyı söylüyor…Ayakların durmaktan sıkılmış gidilecek yeni yeni yollar istiyor...Ayaklarının altındaki toprak kımıldıyor..hafiften yaprakların hışırtısına karışıyor silüetlerin sessizce çıkardığı ve sadece görebilenlerin duyabileceği türden bir ses....silüetlere karışıyor ruhunun içimlik kısmı..insanlara sunduğun göremeyenlere bıraktığın kısmı...bu gece ayrı olmalı düşlerin bu gece sadece bana bırakmalısın o herkesten ayrı tuttuğun ama hep gerçek olan sen yanını..ne tekil yalnızlıkların var senin...sana ait, uysal ,kendi halinde..kendi gölsesine hayran ...ne hezeyanların var....hepsi bu gece burada...şimdi gölgene eşlik ediyor ayağının altındaki toprak.....Etekliğindeki yıldızları yere sersen yeşertebilir misin göğün en üstündeki musikiyi bozanı.....görebilir misin onu..... o seni görmeden....ne vakit yakarsın ciğerlerini oksijenle...ne vakit gizli bir yaşamak düşünürsün..ne vakit kendinle kalıp olmayacak türden yenik bir zafer çığlığı atarsın....şimdi sıyrıl sen hayattan ....sıyrıl ve her savaşından yenik ayrılan bir komutan gibi çek beyaz bayrağını hayata....etekliğindeki yıldızları ateşe ver ...satürnü yok et kaosunun uğruna...güzel birşeyleri yok et...sıyrıl kendi yanılsanmandan... kaç akşamüstü güneşinin binlerce silüetinden herhangi birine...Ne demeli şimdi sana...neyi neyden çıkarıp neyle bütünlemeli...sen nesin bir toz bulutundan başka ....ne kalacak senden.. bu yıldızlı gecelerden....düşsel avuntulardan...iç geçirmelerden...o iç geçirmelerden alınan derslerden...yıldızlı pekiyilerden...tuzaklardan....tuzaksız yakarışlardan...adı konmamış serüvenlerden..toz yutulmuş ve o hep bilindik türden bir asfalt kokusuyla sarmalanmış yollardan..tükenişlerden....tüketilenlerden..adını koyamadığın anlamlardan..adına yakıştırılan gizli anlamlardan...bitmelerden..bitirmelerden..ölmelerden...





yok olmalardan sorma beni....


Murat Uyanık

saklanamazsın ordasın görüyorum seni

saklanamazsın ordasın görüyorum seni
orda acı pıhtılarının
karanlık sandığın ufak bulutların
kendi şeffaflığının arkasındasın
kaçmaya çalışıyorsun gerçeklerden
birkaç yudum daha doyabilmek için hayattan
biraz daha içebilmek için lezzetli sıvından
ordasın biliyorum
korkuyorsun
hislerine gün ışığı vurmasından
rutubetli duvarlarındaki nem taneciklerinin kurumasından
korkuyorsun
sivri uçlu duygularının gün ışığında başkalarının canını yakmasından
ordasın biliyorum
acı pıhtılarının ufak kara bulutların ardında
ve orda olmaya devam et
gün hala çok aydınlık seni açığa çıkarmaya

Anlaşılamamak

severim

bilen bilir

bazıları heceye

bazıları acıya

bazıları geceye

ama sadece bazıları

geceye doğar...

ölene dek

geceye dek

doğmak...


bir nevi hayal içeren

geceleri keyfi yerinde

miş gibi olmayan

yüzlercesi

binlercesi

onlarcası sokakta taksimde

gözüme çarpan...

ama olsun

akıyoruz...


yarattık

yaratmadık

akıyoruz...



Fotoğfar:İlker ŞİMŞEKCAN

Eni konu biz

Görüyordum oradan bakınca yüzünün yarısını eprime bir hüzne kaptırmıştın sen…elini vurdumduymaz bir yitik aklın sarhoşluğuna değişmiştin… elini veren kolunu kaptırır önermesini hiç unutmamıştık oysaki…ama olmuyordu işte ne yapsak ne tutsak yılgın bir çaresizlikte kalıyordu..ve de hiç uslanmıyorlardı…sürekli yokuş yukarı çıkıyorduk ondan sonunu göremiyorduk hiçbir yolun..ne kadar iyiyiz ve de ne kadar da kötüyüz çünkü umut ediyoruz ..yol biter diyoruz…yollar biter bir gece ansızın bir yerde durur ve yol üstündeki öyle derme çatma motel odalarının herhangi birinde kalırız..gizliden oralılara özeniriz…onlarla kalmak ..onlar gibi yaşamak bile isteriz sanıyoruz..sanmaksa tüm yaptığımız nasıl katlanırız buna..ya sanrılara dönüşürse tüm sandıklarımız …ne kadar da kötüyüz..tüm bunları düşünüyoruz…
Görüyordum ben ,oradan bakınca yüzünün yarısını kediye kaptırmış gibi durduğunu…ellerin o olmuş gözlerin o olmuş …ama bilmemiş hiç olduğunu….yitikliğine özenmiş senin , kafanın karışıklığına,yüzünde birden bire oluşan tuhaf ikilemsi ifadelere..kim olduğunu unutturan ve de her daim sarhoşluğundan övünç duyan …gitmeyi ,kalmaya yeğleyen..en çok sana özenmiş herkes..tüm bunlar bir şey ifade etmemiş yüzünde…kayıtsız kalışını açıklayamamışlar önce..ne oluyor demişler, nasıl olurda anlayamaz demişler…senin anlamadığını bile düşünmüşler…ama bir yerde de hak vermişler…ak vermişler, siyah istemişler….ruhlarını gönüllü bir kaçışsızlığa bırakmışlar…bir nehre iki kere giremezsin önermesini de unutmuşlar… … bu yüzden ruh yüzdürmüşler hep aynı nehirde…kalır sanmışlar…yaşar gideriz sanmışlar…yanlarında duracaksın ..tüm onlara bildiğin ne varsa anlatacaksın..onların sırtlarına basarak ilerleyeceksin, onlara yolun sonunu göstereceksin sanmışlar…halbuki nasılda yanıltmışsın onları….güvenmek güçsüzlerin işi demişsin ..onların şaşkınlıkla bakakalışlarını, gözlerini sana dikip anlamsızca kalakalışlarını görmüşsün…nasıl iflah olsunlar artık..kime inansınlar…
Görüyordum oradan bakınca yüzümün yarısını kaptırmıştım …tüm bunlar istemdışı oluşuvermişti…bizse, biz işte bizim gibiler yani , eski bir öyküden dem vurmuştuk….tüm bunların hiçbir önemi yoktu bilmiştik..sadece önerildik…ve tüm önermeleri bildik…biz…

adı sanı biz…

eni konu biz…
sessizce gittik....

Murat Uyanık

Gitme çağı

Son 12 saatimizi anlamsız bir şekilde , devinimsiz , kıpırtısız ve hiçbir şeye hazırlıklı değilmiş ve de ilk kıvrımda kopacakmış ve bir daha asla toplanamayacakmış gibi hissettik….ne yapacağını bilemez bir 12 saat bırakmışız geriye ne fenayız biz…ne kadar da benciliz… kendi 12 saatimizi bile yaşamıyoruz…onu güneşin altında bekletiyoruz…başına güneş geçsin istiyoruz…bizi unutsun istiyoruz…ama o her kıvrımda tekrar hatırlıyor bizi…-siz beni ne sandınız ben hemen unutur muyum, ben hemen unutulur muyum, işimiz bitmedi henüz birden gitmek olmaz nereye , diyor ama gitme çağında olduğumuzu bilmiyor…sahibine küskün bir 12 saat planlıyor ama aitsizlikler çağında kalmış henüz bilmiyor..

Son günlerin getirdikleri deyip geçme lüksünü taşımak isterdim …gitme çağı başlamıştı…dört mevsimde de bu hissediliyordu , biliniyordu da…üşüdüğümüzde anlıyorduk biri daha gitmişti…ne kadar da sıcak olursak o kadar daha çok gidiyorlardı…kuru yapraklara karışmıştı,yüzümüzü bile görebilirdik orada o kadar yabancıydılar….hiçbir mevsim kar etmiyordu ..biz yine kalan oluyorduk..kolu kanadı kırılmış bir güvercin türküsünü de yanlarına almışlar giderken, anlamamışız ilk..fakat kıpırtısından da çözer gibi olmuşuz ama renk vermemiş…güvencilere küs bir biz kalmış geriye..ceketimize yapışmışlar, salya sümük susmuşuz birlikte ne onlar gider sanmış ne de biz …ama yanılmışız birlikte..birlikte tatsız tutsuz bir yemek yemişiz en son..tuz bile yokmuş ki masada atalım , yemeğe tat gelsin, yüzümüze kan gelsin, ellerimize gölgeler düşün, yüreğimiz fikriyatını hatırlasın, ama yokmuş…bu yüzden hep gitmişler ve de bu yüzden hep biz kalmışız…

Aitsizlikler çağı yaşanırken yine aynısı olmuştu ..kısaca gitmişlerdi…yani hep çağlar boyunca bahane ettiler …gitmek fiili başlı başına ağır geldi bünyelerine çağları öne sürdüler…ne kadar cesur görünüyorlar ama nasıl da korkaklar …gitmek yenilmemektir diyorlar, gitmek bir firari sığınağı ..gitmek en asili..gitmek bu dünyada eni konu yalnızlığını anlamak gibi..kalmaktır asıl gitmek diyorlar…bizi cümlelerin ağırlığında eziyorlar…cümlelerinin ahenginde süzüyorlar…suyumuzu çıkarıyorlar…başımıza gelmedik bırakmıyorlar…giden kim kalan kim anlayamıyoruz bile.. yitikliğinize sevinin şimdi diyorlar, ne kalacak sizden geriye diyorlar…savaşın bizle bu kadar korkak olmayın diyorlar,kendi korkaklıklarını unutup,savaş borularını üflüyorlar, halbuki biz çoktan beyaz bayraklarımızı çekmişiz hayata bilmiyorlar…bizi kendi hür vicdanlarında tutsaklığa itiyorlar..kazanan belli bu yüzden gidiyorlar…

şimdi nasıl da susuyorduk, ama gören yoktu..elimizi neye atsak kuruyordu,neyle uğraşsak içinden gitmek çıkıyordu, durduramıyorduk..arkalarından su bile dökemiyorduk belki de o yüzden geri gelmiyorlardı..ruhlarımızı istiyorlardı giderken…alıyorlardı da…biz her gidişte biraz daha ruhsuzlaşıyorduk…her gidişin ardından yeniden bir başka ruh inşa ediyorduk içimizde, sonra ruhlarımızı kurusun diye çamaşırların yanına asıyorduk..,ama bir gün bir yel esti ruhlarımız çamaşırlarla uçtu gitti…şimdi ne kadar ruhsuzuz …ne kadar her şeyi yapabilir haldeyiz..ne kadar da güçlü görünüyoruz…herkesi ezebiliriz şimdi..tüm savaşlara girer ve de tüm savaşlardan galip ayrılabiliriz…onları ruhsuzluğumuzla boğabiliriz artık..başlarını taşla ezer, gözlerini oyabiliriz..ne kadar çok olduk şimdi…ama gitmelerine izin veremeyiz…onların da dediğin gibi , gitmek yenilmemektir…nasıl bırakırız onları ..nasıl göz yumarız onca şeye ..hem gitme çağı da değilken nasıl gitmelerine göz yumarız…

Gitme çağı geride kaldı çoktan, aitsizlikler çağına da çok var…biz gizli bir kıpırtıda bekliyoruz hala..giden biz de olur muyuz acaba diye… içimizde ılık bir sancı kararlılığı, yüzümüz gözümüz tekinsizlik kaçışında…bekliyoruz…onlarında dediği gibi:

Gitmek yenilmemektir…



Önemli not:

tüm bunları yazarken tüm içtenliğiyle yanımda olan Probably Built in the Fifties şarkısına teşekkürü bir borç bilir, gözlerinden öperim...bayramda kolonya tutarım...kapı kapı dolaşıp bayram harçlığı isterim ama hep şekerle yetinirim..

Murat Uyanık


Siddhartha

Ve eğer yüreğinde niçin bunlar başıma geldi dersen

Yüce Buddha Siddhartha Gautama; Buda benim ustamdır, bende onun kölesi.
sen ne istersen onu yap
Ne sen verdin kararını ne de bir başkası
Benim her şeyin maksadı.

Bir damla kelebeğin kanadına
Ne damlanın var haberi
Ne kaldı kelebeğin hali
Dağıldı polenleri dört bir yana
Kırıldı kanadı düştü boylu boyunca
Dedi;
Baba rab
Ne suya kızarım
Ne de yola

Maksadım kelebek
Tırtıldım bir zaman
Bir zaman süründüm
az önce özgürümdüm
Ne suçlu kanadım
Ne de suçlu damla

Süründü yaprağın altına
düşünmeye başladı
Geçmişti ağır acısı.
Yağıyordu yağmur usulca
Uzandı sırt üstü
İzledi yeşil çimenleri
Dinledi rüzgarı
sakin rüzgarı
Çimenlerin ağır ağır sallanmalarını
Döndü içine sonsuz derinlere
kaybolurken
Aniden
Hızlandı yağmur
Kapıldı akıntıya bedeni
Büyük bir acıyla kolları kanatları.

Dedi;
Ne suya kızarım nede kanadıma
Bir zaman süründüm
Şimdi özgürüm

İşitmez oldu o sıra
Karardı gözleri
Ve daldı derin bir uykuya

Yaprağın gelince düşme zamanı
Külünü göğe tozunu yüzüme savur
Işığın bin bir tonunu karanlığın içinde
Keskin kanın kokusu dağıtır
Gözyaşının tuzunu
İçinde yaşatır
Ağlar bedeni üç gün üç gece, ayın ışığı vurur
Ulu ağacın gövdesine bir kapı açılır
Açılan kapıya girer
Bir zaman geçer
Değişir, unutur, başkalaşır.


Biliriz
Zamanı gelince
Düşen tohumları taşırlar
Büyük bir sabırla

Bir gün süren özgür yaşamın toza toprağa bulandı
Ve kanadın kolların kırıldı

İzlediğin yeşil çimenler
Dinlediğin hafif rüzgar, sakin rüzgar
Ağır ağır düşen damlalar
Benim toprağın kokusu
Unutma

Ki orasıdır bir kelam edilmez
Artık dışındasın
Bir sual sorulmaz.

Muhtaç

Donmuş ilikleri benliğimin
Yaşama adanmış kendine hareketsiz
Öğrenilmiş çaresizliklerle çoğaltıp durduğu travma similasyonları
Kopuk kopuk düşler içlerindeki gülüşler
Taze bir anıya muhtaç
Ve kalabalığa duyduğu ihtiyaç
Göz kapakları gözlerine perde
Önüne serilmiş sonsuzluğa sırtını dönmekte
Kocaman bir yanlışa koşar adım gitmekte

…………
Eski zamanın silinmiş bekçileriydik
Rüzgarlada dağılan kum kaleleri gibi tükendik
Git artık ardına bakma
Bırak aksın , kabuk dağıldı çoktan , bize ait olan

………..
Sıcak sıcak dökülüyor yapraklar soğuk toprağa
Zamansız bir veda sancılı ve aç acıya
Hiç hesapta yokken susayan ayrılığa
Ve rüzgarın dağıttığı parçalar
Dökülüp savruluyor yapraklar
Bazılarınıda ben çiğniyorum
Zamansız sancılı ve aç acıya
Hiç hesapta yokken susayan ayrılığa



…………..
Garip bir sıvı pompalıyor artık kalbim
Boşalttım kanımı ve sana ait olanları
Kendi cinayetini hesaplayan bir katil gibi
Hesapladım bitişini
Sonsuz bir kabustan uyanmaya çalışan
Küçük bir kız gibi
Titreyan sesimle ve kopkoyu korkulara batmış gözlerimle
Haykırıyorum
Senden uyanmak istiyorum

Çok çok üzgünüm

Çok çok üzgünüm
Gözyaşlarını silemedim
Düşmelisin bütün gururunla
Alacakaranlık bir sis gibi

Artık inmelisin nehre
Takip eden yola
Yola düşmelisin dervişin yanına

Onlar ağlıyor görüyor musun?
Hala güneş doğmuyor
Bir çocuk ölmüş
Bir kuşun ani ölümü gibi
Donuk bakışları gibi

Artık inmelisin nehre
Takip eden yola
Yola düşmelisin genç dervişin yanına

Çok çok üzgünüm
Galiba gözyaşların hiç dinmeyecek
Ben yükselirken dağa
Ama sen inmelisin bütün gururunla
Takip eden yola
Genç dervişin yanına

Bir çocuğun sustuğunu duyarım
İçine akarım sürekli
Dıştan içe doğru

Son kaçışım değil ki
Her defasında
Ve yine ve yine
Yükselirim dağlara

Dinmeyecek ağlayışları
Baba Rab
Sadece uyumak istiyorum
Sadece uyumak

Biliyorum ki biz kutsarken onları
Sizler mutluydunuz
Şimdi bu son bir başlangıcın nedeni

Sonra görürüm ağır ağır adımlarla çıkarlar
bir ezgi dilinde genç dervişin
Ezgisi ağlatır herkesi
Ama sen
Bu yol hiç bitmeyecek
Bu sis gibi
Ve artık güneş de doğmayacak

Konuşan elmalı bir çörek

Konuşan elmalı çörek arayışı içerisindeydi...bu da ne deme ...kimse demesin....demediler de zaten....adını öyle koymuştu sadece haklı nedenleri de yok değildi....türlü türlü işaretler belirdi kafasında onunla ilgili..ama en son elmalı çörekte karar kıldı..o onun çöreği olmalıydı....elmalı çöreği...üstü beyaz beyaz olanlarından..oldu da....konuşan elmalı bir çöreği olmuştu işte...şimdi ne kadar gurur duysa azdı kendiyle...çöreğiyle....ne tür adlar yakıştırmıştı...hepsini de sevmişti....konuşan çörek olur mu oluyor işte....mutlu mesut bir çörek ....

Bir çöreğe çörekliğinden başka ne anlamlar yüklenir ki ama yüklemişti işte..adının yanına gizliden de iliştirmişti de…türlü dualar ezberlemişti yeni yeni onun için…belki faydası olur diye küçük küçük nazar boncukları alıp mumlarının yanına özenle yerleştirmişti…ve mumları yakmıştı..halbuki bilmiyordu mumun ancak ışığıyla anlamlı olacağını…gizliden yokluk şarkıları mırıldandı ama mumlar sönmedi…bilmiyordu da bir gece nasıl ölünür…her gece ölen ve de her sabah da kendini yeniden doğuran o değilmiş gibi…

Bir çöreğe çörekliğinden başka ne anlam yüklenir ki… ya çörek , çörek olmaktan çoktan sıkılıp kendini bir gönülsüz kaçışsızlığa ittiyse…içinde anlamını kendine daha söylemekten korktuğu yeni ikircikli ve de iç gıcıklayan anlamlara ulaştırdıysa..arık o çörek gerçekten o çörek midir…sanmadı da…sadece gitti….
Bakıyordum aslında ama bilmiyordun sen bunları….sana elmalı çörek alacaktım ben ne oldu o düşlerimize neden sonuçsuz bir yalnızlığa ittin beni neden bunları bilmedim neden eni konu dört köşe bir yalnızlık verdin bana …sen kırmızı boyalara buluyorsun ellerini ve de bilmezmiş gibi görünüyorsun..ama nasıl da biliyordum sen hep görünüyordun….ellerinde hala kırmızı boyalar duvarlarında esrik el izleri….başkalarının ruhlarını da alıyorsun…ruh biriktiriyorsun anlaşılmaz mı sandın…kimse anlamaz sessizce yaşar gideriz mi sandın..kimi kandırıyorsun sen bakalım…koy o ruhları çabuk yerine…terbiyesizliğin luzümu yok , ellerinde zaten boyalı..yüzün gözün kırmızı boya artığı..

Sana bir şey diyeyim mi ne yaptın böyle sen ….neden sonsuzluğu istedin de hiçbir şey olamadın bu yüzden..sana ne yapmalı şimdi..seni gidi hınzır gülümseyiş tortusu seni..seni gidi bilinmezlik seni gidi aklımın karışıklığı , seni gidi bilemediğim , çıkamadığım ..bu yüzden bir gece ölmeyi her şeyden çok istediğim…sana bir şey diyeyim mi korkutuyorsun beni nasıl yaşanır böyle şimdi…kaça bölüneyim..kare kökümü bile almışsın ..utanmazlık bile yok…ellerin bile boyalı….duvara sürdüğün kırmızı boya olmalıydım ben…en kırmızısı olmalıydım içimi yakan…
Bakıyordum sana ama bilmiyordun yine sen bunları…sana elmalı çörek tarifi vermiştim hatırla ..nasıl da sevinmiştin birden…söz konusu olanın elmalı çörek olmadığını, tam tersi elmalı çöreğin artık elmalı çörek olmaktan uzaklaştığını , kendi içinde dejenere olduğunu allah bilir bunun çocuklarının ne olabileceği konusunda uzun uzun fikir alışverişinde bile bulunmuştuk senle….ellerinden kımızı boyalar akar…ve ben seni severim…ellerinden kırmızı boyalar akar mutu olurum akışkan kırmızının cazibesinde…ellerinden kırmızı boyalar akar öldüğümü bile unutturuveririm..
Sana bir şey diyeyim mi ne yaptın bana böyle sen ..neyle neyi çarpsam sonra da çıkan sonucu tavada kızartsam sonra balıkla servis yapsam önüne koysam al ye desem ama sen yemekten çok ellerindeki kırmızı boyalarına gölge yapsan onu..peşinden de elmalı çörekleri koysam önüne…onları da tüm elmalı çörek birlikteliklerimize inat yemeye çalışsan ama yemesen….çarpık diye yutturduğun dişlerinin arasında kalsa ama gitmese bir yere…orada kafası karışık bir şekilde yaşasa gitse senin ölümüne kadar...

mutlu mesut bir çörek...

Murat Uyanık

Yaşlı Adam

Yaşlı adam ağır ağır adımlarla bahçeye çıkarken
Çocuklar olgun meyveleri izinsiz yerken
İnin aşağı adi pislikler,
Bırakın o meyveler benim.
Çocuklar yaşlı adama kahkahalar atarken
Yeşil atlar çimenlerin arasında koşarken
Konuşma yerini dokunuşa bırakırken
İdeallerin içinde gerçeği yitirirken
İnsan olmamayı arzuladım.
En nadide olanlar karanlıkta beklediler,
Zamanın ellerini beklediler
Çıkarken bütün ihtişamıyla gün yüzüne
Nereden bilebilirdi…
Büyük zaferini kanla süsleyip yağmalarken
Mücevheri tutan eller kızıla boyalı
En nadide olanı…
İçim ürperdi, soğukkanlılığınız beni alt üst etti
Eğilip öperken, elinde ki kan dudağıma bulaştı
Bu sefili nasıl olup da çıkardınız çöplükten
Yarattığı hayale sizi sürüklerken
Özgür bir düşünüş bizi neye çevirir düşünün.
Bırak ne olur perdeyi indirmeyi
Düşleri özgür bırak
Bizi yalnız bırak, olmayan dünyanın olmayan yalanında
Savrulup gidelim
Büyük bir ihtişamla olmadığımız bir şeye bürünelim
Neden ihtiyacımız olsun senin gerçeklerine
Elbette yeşil atlar koşacak kırlarda, yoksa nasıl yaşar bu vahşetin içinde
Kanlı ellerde değişecek en değerli mücevherler
Ve gözlerin solacak gerçek her söylenişinde
Bırak da ay pembe kalsın, güneş mavi, boyansın düşlerimiz bin bir renge.