Yürürken ilk  bunu düşündüm. İlk kez geçtiğim bir sokakta aklıma gelen ilk cümleydi. İlk kez  aldandığımda da aynı marifeti göstermiş miydim bilmiyorum. Bazen acıyı bile  duymaz oluyor insan. Oysa sadece işe gidiyordum, her sabah olduğu gibi fakat bu  sokaktan ilk defa geçiyordum. Bana şimdi söyleyeceklerimi düşündüren sokak  mıydı, sonbahar mıydı bilmiyorum.
Adımı atar  atmaz köşe başından, ama dünya dedim, yaralarımızı içine taşıdığımız bir  kafestir.  Biri sizi ansızın içine itebilir. Kendinizi ellerinizle oraya sokmuş  da olabilirsiniz. Ya da oraya usanç dolu yaşamınızı, katlanmak zorunda olduğunuz  parçaları koyup dışarıya çıkabilirsiniz. Anahtarını elinizde tutabilir ya da  denize atabilirsiniz. İnsan derisini koruma derdine düşmüşken ruhunu unutur  çünkü. Sözler, sesler ve gülüşler arasında bir anlığına bile hatırlasa ruhunu  ellerinin arasında duyup yola devam edebilir ve artık kafesin anahtara ihtiyacı  yoktur.
Gözlerimi  anahtarımı aradığım kaldırım taşlarından  kaldırıp gökyüzüne diktim sonra çünkü  bugünlerde herkes sokakları anlatıyor. Oysa çok saydam, çok geçirgen ve bir o  kadar da hassas bir örtü var üzerimizde. Gözümüz mavi görüyor diye mavi, gri  görüyor diye gri olan bir ipek örtü altındayız. Bunun bize ne getireceğini  sezebileniniz var mı? 
Yanımdan bir  çocuk geçiyor,  10 liraya satılan uçurtmalardan aldırmış annesine. Uçurtmaları  parayla satan adam hiç utanmamış, kadın hiç düşünmemiş alırken; çünkü  kadın   biliyor ki uçurtma görmeden büyüyen çocukların gözleri dünyaya hep kırık  bakacak büyüdüğünde. Çocuk diyor ki, “Anne bak, nasıl da geçiyor bulutlar  üzerimizden!” Anne kim bilir neler görüyor çocuğun gösterdiği yerde, gittikçe  uzayıp uzaklaşan bakışlarından anlıyorsunuz. Sonra ben bakıyorum gökyüzüne ama  üzerimizden kayan gökyüzü değil, bizleriz aslında diyorum. İpleri elimize  tutuşturulmuş yeryüzü düğümünü çözmeye ara verip bir soluk alabilmek içinse eğer  göğe bakmak, bunu bugün yapıyorum. Malum güzün tatlı esintileri var  havada.
Ne var ki  kafesin kapıları yine de açık. O kadar yol geçtim, o kadar esnettim ki hayal  kasımı yaşarken ve o kadar aradım ki bazı şeyleri… Bir kır kahvesini, bir solgun  çiçeğin ölümle dansını, bir sesi ve usumda yüzen gemilerin yelkenini şişirecek  rüzgârı… Yine de kaçamıyorsunuz işte, kafesin kapıları beni  bekliyor.
Aslına  bakarsanız kaçacak yerinin olmayışına üzülüyor insan. Herkesin değişmesine,  dostların siz olmadan tutundukları uzak kıyılara, rakıda aynı buğuyu bulamamaya  artık… İnsanın bir sabah uyanıp bambaşka biri olduğunu anlamasına ve bir sürü  şeye… Bir sürü şeye üzülebilir insan tabii ama asıl acı, artık acıların üzerine  yazılan şiirlerin hafife alınmasıdır dünyada.
Kafesi  geçiyorum, çocuğu, sokağı, solgunlukları… Gök kalıyor. O hep kalıyor. Çocuk  uçurtmanın ipine takılıp düşüyor. Ben nereye gittiğimi unutuyorum. Nereye gitmek  istediğim hatırımda kalmıyor artık. Yağmurlu sabahlar gibi olmayı diliyorum  böyle zamanlarda. Hani annenizin evinde uyandığınız ve pencereden dışarıya  güvenle bakabildiğiniz yağmurlu sabahlar… Her şeyin ilk adımının ıslanarak  yaşanması… Bundan daha soylu bir şey bilmiyorum. Çatılarda sonbahar ve yerde düş  görüyorum.
Üstelik, her  şeyi uzatmak, kısaltmak, kesmek ya da yarılamak düşüyor insana. Bir de bırakıp  gitmek istiyoruz hep olduğumuz yerleri. Nereye gitsek doğru değil, nereye gitsek  yarımız. Yarımız ah yarımız, hep bunu hissediyor. Hep hissedecek. Bir yarımız  diğerine küfrü basıp gidecek ve bu kirli kalabalık içinde ancak yarımız  yapabilecek bunu, hatta belki daha azımız. Hatta belki, uyumak için daha önce  kimsenin keşfetmediği bir kovuk arayan tavşan gibi ormana kızmayı bir yana  bırakacağız ya da bu istek hep gidecek böyle… Hep böyle işte, hiç değişmeden,  hiç eksilmeden içimizdeki o yabancılık hissiyle devam edebileceğimiz kadar  edeceğiz.
Başımızın  üzerinde hep bir kafes, iplerine dolandığı için uçamayan bir uçurtma ve bize  aşağıyı sorgulatıp duran bir kadife gökle birlikte hep evimizi  arayacağız.
Malum bir  hayat, yolun diğer yarısı için yaşanıyor artık…

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder