Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

EVE DÖNMEK YA DA KAFESE GİRMEK



Dünya bir kafestir

Yürürken ilk bunu düşündüm. İlk kez geçtiğim bir sokakta aklıma gelen ilk cümleydi. İlk kez aldandığımda da aynı marifeti göstermiş miydim bilmiyorum. Bazen acıyı bile duymaz oluyor insan. Oysa sadece işe gidiyordum, her sabah olduğu gibi fakat bu sokaktan ilk defa geçiyordum. Bana şimdi söyleyeceklerimi düşündüren sokak mıydı, sonbahar mıydı bilmiyorum.

Adımı atar atmaz köşe başından, ama dünya dedim, yaralarımızı içine taşıdığımız bir kafestir. Biri sizi ansızın içine itebilir. Kendinizi ellerinizle oraya sokmuş da olabilirsiniz. Ya da oraya usanç dolu yaşamınızı, katlanmak zorunda olduğunuz parçaları koyup dışarıya çıkabilirsiniz. Anahtarını elinizde tutabilir ya da denize atabilirsiniz. İnsan derisini koruma derdine düşmüşken ruhunu unutur çünkü. Sözler, sesler ve gülüşler arasında bir anlığına bile hatırlasa ruhunu ellerinin arasında duyup yola devam edebilir ve artık kafesin anahtara ihtiyacı yoktur.
Gözlerimi anahtarımı aradığım kaldırım taşlarından kaldırıp gökyüzüne diktim sonra çünkü bugünlerde herkes sokakları anlatıyor. Oysa çok saydam, çok geçirgen ve bir o kadar da hassas bir örtü var üzerimizde. Gözümüz mavi görüyor diye mavi, gri görüyor diye gri olan bir ipek örtü altındayız. Bunun bize ne getireceğini sezebileniniz var mı?
Yanımdan bir çocuk geçiyor, 10 liraya satılan uçurtmalardan aldırmış annesine. Uçurtmaları parayla satan adam hiç utanmamış, kadın hiç düşünmemiş alırken; çünkü kadın biliyor ki uçurtma görmeden büyüyen çocukların gözleri dünyaya hep kırık bakacak büyüdüğünde. Çocuk diyor ki, “Anne bak, nasıl da geçiyor bulutlar üzerimizden!” Anne kim bilir neler görüyor çocuğun gösterdiği yerde, gittikçe uzayıp uzaklaşan bakışlarından anlıyorsunuz. Sonra ben bakıyorum gökyüzüne ama üzerimizden kayan gökyüzü değil, bizleriz aslında diyorum. İpleri elimize tutuşturulmuş yeryüzü düğümünü çözmeye ara verip bir soluk alabilmek içinse eğer göğe bakmak, bunu bugün yapıyorum. Malum güzün tatlı esintileri var havada.

Ne var ki kafesin kapıları yine de açık. O kadar yol geçtim, o kadar esnettim ki hayal kasımı yaşarken ve o kadar aradım ki bazı şeyleri… Bir kır kahvesini, bir solgun çiçeğin ölümle dansını, bir sesi ve usumda yüzen gemilerin yelkenini şişirecek rüzgârı… Yine de kaçamıyorsunuz işte, kafesin kapıları beni bekliyor.
Aslına bakarsanız kaçacak yerinin olmayışına üzülüyor insan. Herkesin değişmesine, dostların siz olmadan tutundukları uzak kıyılara, rakıda aynı buğuyu bulamamaya artık… İnsanın bir sabah uyanıp bambaşka biri olduğunu anlamasına ve bir sürü şeye… Bir sürü şeye üzülebilir insan tabii ama asıl acı, artık acıların üzerine yazılan şiirlerin hafife alınmasıdır dünyada.

Kafesi geçiyorum, çocuğu, sokağı, solgunlukları… Gök kalıyor. O hep kalıyor. Çocuk uçurtmanın ipine takılıp düşüyor. Ben nereye gittiğimi unutuyorum. Nereye gitmek istediğim hatırımda kalmıyor artık. Yağmurlu sabahlar gibi olmayı diliyorum böyle zamanlarda. Hani annenizin evinde uyandığınız ve pencereden dışarıya güvenle bakabildiğiniz yağmurlu sabahlar… Her şeyin ilk adımının ıslanarak yaşanması… Bundan daha soylu bir şey bilmiyorum. Çatılarda sonbahar ve yerde düş görüyorum.

Üstelik, her şeyi uzatmak, kısaltmak, kesmek ya da yarılamak düşüyor insana. Bir de bırakıp gitmek istiyoruz hep olduğumuz yerleri. Nereye gitsek doğru değil, nereye gitsek yarımız. Yarımız ah yarımız, hep bunu hissediyor. Hep hissedecek. Bir yarımız diğerine küfrü basıp gidecek ve bu kirli kalabalık içinde ancak yarımız yapabilecek bunu, hatta belki daha azımız. Hatta belki, uyumak için daha önce kimsenin keşfetmediği bir kovuk arayan tavşan gibi ormana kızmayı bir yana bırakacağız ya da bu istek hep gidecek böyle… Hep böyle işte, hiç değişmeden, hiç eksilmeden içimizdeki o yabancılık hissiyle devam edebileceğimiz kadar edeceğiz.
Başımızın üzerinde hep bir kafes, iplerine dolandığı için uçamayan bir uçurtma ve bize aşağıyı sorgulatıp duran bir kadife gökle birlikte hep evimizi arayacağız.

Malum bir hayat, yolun diğer yarısı için yaşanıyor artık…



Hiç yorum yok: