Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

KOKTU ZAMAN…


Kadının elleriydi,
Tüy,
Uzanan,
Hiçbir geceye ulaşamaz başıboşluk,
Baş’ı boş kokan parmaklar…

            Yerde yankılanıyor bakışların. Belki yanlışım, yorgunum, belki gözlerim sarhoş, ellerim çamur… Zerre zerre dökülüyor maskelerim belki, belki yüzüm yok, savaştayım belki, esirim, ikiyüzlüyüm beklide ya da durgun, belki maviyim ya da vitrin, kim bilir? Yanlışım düşüm, etim… Ama gülüşüm. Perdelerim yarı açık, insanlarım dökülüyor üstümden. Bir fotoğrafım beklide? Beyaza biraz siyah bulaşmış
                                               

            Sıcak suyun altında okuyabilmişti yine zihninde yaşanmış bir anın ardından o zamanda söylenmiş olması gerekenleri. Yüzünü esirgedi bir an sudan, kirpiklerinden son cümleleri de sildi, bu gün portakal kokmak istiyordu. Portakal kokan sabuna uzandı, elleriydi.

Taklit insanın doğasında vardır. İnsan ilkini taklit etmiştir. Taklit biçim değiştirerek yaratıcılığı oluşturur. Bir şeyi o şey gibi yapmak ilkel taklit, o şey gibi yaparken, yaşamak, duymak, geliştirilmiş taklittir. Yaratıcılık ise herhangi bir şeyi o şey olarak yeni bir biçime, anlama, anlatışa sokarken kendini denemek, yenilemektir diye geçiyordu bir kitabın bir sayfasında. “Öyleyse anların içini söylenememişliklerle doldurmak yaratıcılıktır.” diyebilseydi bu kadar acı çekmeyecekti su.

“Hayat acıdır, biber kedimin adıdır ise aşk nedir?” dedi. Gülerken ağzına dolan suyu sevmedi. Sabunun suda eriyişini sevdi ama hep. Bir de gözyaşlarının suyla birleşmesini. Akarsular denize doğru yol alır ve tatlı sular tuzlu suda kaybolurdu ya hani, suyun altında ağladığında içindeki denizin taştığını, içindeki denizin tatlı suya doğru tatlı tatlı yol aldığını, aslında suyun suyla ilişkisinin de başkalaştığını hissederdi. Sarındı havluya ar’a sarılır gibi. Ara ara sarındığı bir şeyi özlemiş, çağırmış gibi. Gidilmesi gereken bir an’ı çağırmış gibi.

            Her kelimenin iki anlamı olduğunu bilmiş,
            Baştan beri üçüncüyü aramıştı.
            Ama bu bir şey değildi asıl aradığının yanında;*

Ne zamandı, nasıldı, neresiydi bilinmez, öylesine sarınmıştı ki yorgana, kendisine değen her bir şeyin rengini, kokusunu daha da öncesinde ona sarılmışlıkların güvenini ve dahi her bir doku tarihinin liflerini okuyabiliyordu teninden. Teninden bir de kendisine değdikçe uğursuzlaşan onu okuyabiliyordu. Biraz öfke, biraz korku, biraz zaman, biraz yitik birinin yatakta yağmura tutuluşunu okuyabiliyordu. Bir çay daha, bir çay daha için, dedi içindeki, kaçırılan trenlerin kraliçesisin sen. Fonda yangılı bir şiir, pencerede denizin bucağı, yatakta bir adam. Adam, âdem; boşluk demektir diye duydu içinden, bir yerlerden bilmişti. Guernika tablosundan kareler gelip durdu kirpiklerinin arasına.

            Terden ıslanmış vücudunu okumadı ama. Okuyamadı kasılmalardan bitap düşmüş bacaklarını, kasıklarını. Okuyamadı koltukaltından göğsünün ucuna inci olma umuduyla yol alan ter damlalarını. Okunmaz olmuştu zaten damlaların cefası ter yolları. Göç yolları. Uyku, karalarına su vurmayan, mülteci olunamayan, tek kapılı bir ülkeydi bu gece,  kafa kâğıdında huzur yazmayanın giremediği. Giremiyordu, o gece hiçbir yere göçemiyordu. O ise çoktan sınırı geçmiş, gölgesi ağaçlara emanet, gülümsüyordu.

            Yılları bazen kitaplar taşır dedi, elinde *Enis Batur, ezberinde 57. sayfa. İnce belli cam bardakta şarap sabahı, kendiyle göz göze gelemedi bir kez daha banyodaki boy aynasında. Oysa böğürtlen kokmak istiyordu. Başka bir adı olsun istemişti, başıbozuk seslerin arasında, harflerle renklerin birbirlerini itmedikleri bostanın.

            Yastıkta bıraktığı izlerden topladı saçlarını. Saçlarını bütün izlerden… İz gibi bırakılan gözlerden toplayamadı sesini, sesini alıp kaçamadı, sessizdi, karanlık bir sabahta, sabah da. Merdivenlerden inişinde nihayet, yüzlerce sigaranın içilmişliği, binlerce insanın oturmuşluğu kokan 10 basamağından, o barın, ona ilk değişini anımsadı bakışının. Başı bulanık bir karanlıkta milyonlarca insanmış gibi milyonlarca bakan. Ona ki yıllar sonra, hüznün, gölgesini kapıma bırakıp uykunun ardına gizlenen, uykunun ardından gözleyen… Ev elma kokuyordu, ikiye bölününce nasıl kokarsa…


            Saçlarının kurutma makinesinin sıcağında dağılışını ironik bulurdu hep. Rüzgârımsı. Yüzme havuzu, yapay göl, naylon bebek, yapık, yaratık, yaratmışçılık, sahte. Uygar olmak taklitlerden ibaret dedi aynadaki. Mahsuscuktan derdi halası masal anlatırken çocuk gecelerinde, -mış gibi deniyor şimdi… Sanki…

            Anı, diye yazmıştı bir zaman bir yerlere, yapılanların yaratıcı kurgusudur. Nasıl olmasını, nasıl kalmasını istiyorsan onu zihne öyle yansıtmaktır. Anı, an’ı anda bırakmamanın dilde bıraktığı ferahlıktır. Göze çekilen kalemin rengini önceden görmektir. Denizdeki hangi zerrenin senin olduğunu bilmektir. Anı, anlardan yapılma cam bilyelerle oynanan papatyalı bir oyundur.


            Makyajını bitirdi, gülümsedi o günkü yüzüne. Hazır mıyız? Dedi dışındaki, cevap beklemeden attı kendini kapının dışına. Kapının dışında olmak içini burardı hep ama bilmezdi içinden başka kimseler bunu.

            Drama sözcüğünün kökeni Anadolu kavmi Luwilerin dilinden gelmektedir. Sözcük, Luwi tanrısı Adra/Odra ismiyle ilişkilidir ve tanrıçanın kocasının halkı anlamındadır. Dra=Adra; erkek, koca, eş,  Ma= lılar, Ardalılar, yani tanrının insanları anlamına gelir diye okuyacaktı oturduğu barın masasında bulduğu kitapta, önce müzik sonra karşısına oturan güzel izin verseydi.   

            Ser, hoştu.
            Seri bir hoştu.
            Bir hoştu ser, ondandı kokular.   





Hiç yorum yok: