Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

pen-ç-ere ve dahi...

Bildim; titrek, telaşlı, hırçın, esmer kokusunu teninin... ©

Yazmak hele günlük yazmak öteden beri anlamsız bir iş idi onun için. İnsan kaybolabilmeliydi. Anlamadığı, son bir haftadır neden mütemadiyen eline geçen her kâğıt parçasına notlar düştüğüydü. Stoacı felsefe ‘öznenin en verimli eylemi günlük tutmaktır’ diyordu, anımsadı, güldü ‘e günah çıkartmak da bunun üzerine kurulu bir sistematik değil mi?’ ‘karar mekanizmasını ve düşünce kalitesini yükseltmek isterken karar vermemeye kadir olmak’ dedi şahitsiz. ‘Vicdanı özgürleştirmek isterken aklı mahkûm eden bir gidişat’ diye örttü üstünü düşüncelerinin. Kendini kendine gösteren, yaşamı samimileştiren şu basit günlük aslında yok olamamanın, hesabı tanrıya kesmenin ve var olamamanın da yolu oluvermişti... Güldü şahitsiz... Oysa onun da tek bir niyeti vardı elini kaleme şekillendirmesinde; hesap kesmek, hesabını kesmek tüm ötekilerin.

O, diye zamirleşen her şeyin içinde suda kalmış son yağ zerresi gibi onu düşündü, bugün bilmem kaçıncı kez; bir akşam önce attığı mesajlara anlam verememiş olduğunu sezinliyor, aslında kendisi de neden o mesajları yolladığına bir cevap veremiyordu. Neden o şiirler? Zordu buna bir cevap bulmak, zordu soruya cevap vermek soru kendinden geldiğinde. Bütün gününü aklında kalan fotoğrafları artarda dizerek ve kendi sorularına en doğru kendi cevaplarını vermeye çalışarak geçirmiş, yorulmuştu. Kalabalıklardaydı aklı... En doğru kareyi seçiyor onda en ‘şık’ duran nedeni üzerine koyuyor, sonra masadaki turunculu kadınla konuşurken bir diğerini daha ‘samimi’ buluyor, hesabı öderken bir diğerini daha ‘can acıtıcı ve ‘şiddetli’ ya da sokaktaki kavgaya şahit olurken bir diğerinin daha ‘sorun çözücü’ ve insani olduğuna karar veriyor ama ne akışı ne düşünmeyi nihayetlendirecek hiçbir cevap bulamıyordu.

Eve geldiğinde yine dünyayı düşündü, yüz ölçümünü... 20 m2’lik bir evde yaşıyor ama yine de derli toplu olamıyordu ve her eve girişinde aynı düşe düştüğünü düşündü. Düş neydi? Unuttu. İki tencere, 10 bardak, 1 tabak kirliydi. Bu sahnede yine ve hep üzülecek bir şeyler bulurdu. Bir önceki geceyi durmaksızın bir şeyler içerek geçirdiği vurdu yüzüne, yine... 2 kahve, 4 çay, 1 süt, 2 bira bardağı. Bir de kahve içmeye uğrayan arkadaşın hatırası...

‘Neden? Neden o şiirler? Neden alakasız esmer çocuk? Neden kendinden bende böyle bahsediyor? Neden çocuk? Neden alakasız? Benden bu denli uzaklaşarak kendini sıfatlandıran bir adamı bu denli hayatımın içinde hissediyor olmak neden? Bunun içimi acıtan bir tanım olması neden? Neden telefona uzandım? Neden merak ediyorum? Neden ondan eminmişim gibi bir duygu var içimde? Neden eminim? Kimden? Ne emanet ettim? Neden?

Tüm bu soruların cevabını tencereden alamadı, bardaklar farkındalıklarından küstah duymazlıktan geliyorlardı. Tabak? Islaktı zemin, kokmuştu üstündekiler, hatta o da ne üstünde bardak mı vardı? Kahve fincanına iliştirdiği parmağı ve arkasına dönüşündeki yavaşlık ile küskünlüğünün altını çizdi, çıktı. Kendi oflayışı bir, bir de tabağın kıpırtısı...

Onun kafasından da sorular geçtiğine emindi. Onun da kafasında bu soruların olduğuna emindi. Onun da kendisini düşündüğüne emindi. ‘Tam da şu an’ dedi içindeki öteki ‘o da seni düşünüyor.’’ Bu nasıl bir küstahlık’ dedi içindeki ‘bu sana çok büyük haz veriyor.’ Küstahlık değilse neydi; bu denli uzak olduğu, uzak tuttuğu ve defalarca kırıp, parçalayıp, kanatıp, bırakıp kaçtığı bu adamın onu düşündüğünü bilmek ve bundan mutlu olmak? Nedendi tüm bunlar?

Samani tam sayfa ‘neden?’ yazdıktan sonra durdu, duruşuyla çizdi gözlerinin rotasını, parmağındaki yüzük demir attı gözünün dalgalarından içeri. Gülümsedi. Bu anıya takıldı damarlarındaki kanın akışı geldi yüreğine hız veriverdi. İninde masalların yürüdüğünü ve göğün dilek çaputları ile sarılmış gölgeler ağı olduğunu anımsasaydı... An’da yine yeni bir şeyler olduğu düştü anına. Adla değil anlamla ‘dilek’ yazıyordu yüzüğün içinde adı da değildi ya işte... İçi doldu... bir Dilek kaybetmiş o bulmuş ve bir dilek dilemişti. Gülümsedi, gülümseyişi de tesadüf değildi işte her şey gibi... Dudağındaki kıvrımdan, kahvesinden, sigarasından, hayattan bir de; payını çekti içine. Yazmaya karar verdi.



‘’Özne, ifşa sürecinin operasyon alanı değil, hareket tarzı kurallarının bir araya geldiği noktadır.’¨

İki gün önce okumuştu bunu. Okumuş ezberine koymuştu. Kendi zindanından kaçar gibi açılmıştı gözleri. Kendi tarihinden bakar gibi, sırtından kendini indirivermişti kendi elleriyle. Koca bir çemberde spirali görüvermişti. Zıplayarak da çıkılırdı çemberden. Zıplamak? 37 numara ayakları olduğunu düşündü. Eliyle yemek yemeyi özlediğini sonra. Elleri beyaz, elleri elsiz. Vuslatı ölüm sayan bedeviden bir farkı yoktu Freud’un, farkı yoktu kapısından çöl süpüren Nilgün Marmara’nın Leyla’dan, kendisinin bir farkı yoktu Pia’dan, maşuk olmamayı seçmişti, o kadar. Özne ile iktidarı ayıran, ötekisizlikti. Farkı yoktu düşüncenin kolluktan.

Bir nefeslik düşündü nefes almadan. Git gide karmaşıklaşan bir savaş vardı ama bu savaşın neresinde olduğunu unuttu. Çağırsaydı tüm çağrışanlarıyla çağrıyı. Yol, bilme, özne. Özne? Özne: bulmaya çalışan, Yanılan; bulduğunu sanan, yanılan; bulan, yanılan; tüm bunları yaşayan, algılayan, ha cesaret ‘yeniden’ diyen, ‘başka’ diyen, ‘tekrar’ diyen, dediklerini, diyebildiklerini, demediklerini anlayan ve anlarken yanılandı. Özne? İnsandı. Ama tüm bunları bu sarı saçlı, hor bakışlı, ayağı patikli, penceresi yağmurlu, tırnakları yorgun kadına birinin anlatması gerekirdi zira tarihini, gidilmemiş dağlardan çalıntı sis bulutları gibi gözlerine takıyor, hiç ağlamıyordu. Deftere baktı. Sis bulutunu düşürmemek için kâğıda yumdu gözünü. Yaşamaya alışmak mıydı bulutla yoksa sissizlikten korkmak mı?...

Ona gönderdiği şiirleri düşündü, bir önceki geceyi, başucunda bekleşen kitapları, söyleşen şairleri sonra. Onları ihmal ettiğini... Eksik olduğu aşikâr tenini düşündü, göğsündeki yalnızlık emaresini, parmağı titredi birden, birden yağmurlu bir şubat oldu sokak. Terliği sıyrılıverdi ayağından, düştü. Ürperdi.



“Sen sık sık gülen, gülerken de sevecen bir Akdeniz çizgisini sol yanağına ağzının, iliştiren çocuk. Özenle. Yabana mı atıyorum yani 06.30’ları? Kitapları? Değil, değil bunların biri. Gözlerimin gemileri kuş istiyor. …. Biliyorsun, ben hangi şehirdeysem, yalnızlığın başkenti orası. Ve biliyorsun, kişi tutkularıyla yalnızlığını adlandırıyor o kadar.”ª


Neden istemişti ki bu dizelerle o da savaşsın? Yoksa kelimelerin altında mı kalınsın, kelimelere mi sarılınsındı? ‘Ne çok yorgun gördü beni’ dedi içindeki, ‘belki de hep!’ herkesin var mıydı yanında yorgunluğunu yaşayabildiği ötekisi? Yoksa, yorgunluğuna hep ‘alakasız’ mı kalmıştı adam, o dinlenirken? Ya kendisine? Milyonlarca filmden 3-5 kare takılmıştı aklını seyrine. ‘Adam kadını sevmiş miydi?’ ‘ben beni sevmiş miydim?’ dedi. Boşlukta oynaşan dumanı şahit tuttu sesine. Bir anda dağıldı duman, çarptı kırıldı ses, boşluk baki...

Ve sabah, bu sabah işte. Korkunç bir ağrıya açılmıştı gözleri, pişman. Bir ömür uyumak kaplıyordu içini böylesi sabahlarda. Yorganın başına dokunduğu yer taşlaşıyordu. Taşlaşıyordu ten, demlik, peynir. İçmemeliydi.

Mesajları attıktan sonra telefon çalmış, zaten harfin bile inkılâbıyla şuuru zayıflamış toprağın derdine; sağdan sola, soldan sağa eğrilen, eğrildikçe bedenini ‘ışık mı, karanlık mı kendinden doğar ey sınır’ kokularıyla donatan harflere öykünmüşken yakalanmışlığıyla telefona sarılmıştı. Ne de olsa hedefi şaşmış gözleri, kaçışın bahanesini buluvermişti. Adalardan bir adanın kokusuydu Melikenin sesindeki, sırtına sarmış, çıkıp gelmişti.

-‘seni göresim geldi!’

Asla yenilmemiş, kahkahalarla dünyayı döndüren kadınlara öykünen sevgi dolu sesine tutundu. Mülk, melik, malik, melaike... Yakaladı kendini. İyi değildi. Bir canlı görmek, hoş nahoş bir iki sohbet etmek, en çok da mesajlardan sonra içinde git gide genişleyen zamanı hızla tüketmek için attı kendini sokağa. Bu şehir hep bahar kokuyor diye düşündü, bir de gecenin o saatini hiç ayık görmediğini. Korktu, ayıklık ve cesaret ile söyleşti kaldırım taşlarının serkeş selamında. Bitirim olmadığını anladı otobüs durağının nazik bakışlarında ve kadın olduğunu bağırdı; limanla kesişmeyen, ışıklı caddelere ilişmeyen, şehirle işveleşmeyen o dimağsız sokak. Korktu, korktu ve mutlu oldu korkusuna sarılarak.


“Ağzının bir kıvrımından cesaret bularak, tek yürekte susayışlar yaratan yağmurlara açıldım. Kalmışsa tomurcuklar önünde sendeleyen çocuklar, kalmışsa birkaç ısrar ölümle yarışacak, onların yardımıyla dünyamıza açıldım. Sen ol küçük bir kıvılcımdan, bir heceden aşk için vaha değil aşka otağ yaratan. Sen ol zihnimde yüzen dağınık şarkıları bir harfin başlattığı yangın ile söndür. Beni bir ses sahibi kıl. Kefarete hazırım. Öyle mahzun ki hüzün ciltlerinde adına rastlanmasın..”§

Kalemi pür cesaret kâğıda daldırdı. ‘Akış’ dedi içindeki ‘gidişin aynasıdır’. Yazdı...

Feribottan indiğimde ilk gözümün değdiği yer dudaklarının kıyısında demlenen serseri çizgiydi. Muzip, alaycı, şaşkın, meraklı, uslanmaz... Elimin yüzüne uzanışı da bundandı belki. Kendi payıma düşeni isteyişim gibi. Dokunsam hep gülümseyecekmişim gibi. Yerini bilsem, her gözümü çevirişimde içimde hiçbir şey korkmayacakmış, kopup ayrılmayacakmış gibi. Hani bir öpüversem, tenimde esmer bir kavşak çoğul ve sükun dönecekmiş gibi, uzandı, dokundu, bildi, elim. Ama o el bu eldi işte, benim elim ki küskün, yalnız, gürültülü, kan içinde. Çizdi elim yüzünü, mavi, şeffaf. Yüzündeki kıvrım kurudu birden, birden kıvrımlarının beslediği vaha sarardı. Ölgün ve zaferkeş bir bileğin taşıdığı, toprağına nefret zehrolmuş o el, o beden, o yatakta, halen nefes alıyor olmanın huzursuzluğuyla kıvrandı. Acıttı, meşk adına ne yapmışsa insanlık. Kindeş buldu kahkahalarımı asfalt, tuttu yamadı sarhoşluğumu sokağa. Küfrü dost bildi dilim, gönlüm an’ı ibadet, su sürmedim yüzüme, arınmayı ihanet. O el sevişmek bildi, aşka ihanet. Sevmedi. Seviyorum demedi. Bildi ki, tek tefekkürü nefret. O el o yüze ulaştığında, kırılıp dökülen, döküldükçe dağılışı ruhu yırtan, delen kesen bir ayna oldu tarihim. O ayna bir daha hiç birleşmedi zihninde hayatın, dokunulan, yan yana tutulan her parça gözümden zihnime uzanan çizgi oldu, geldi yerleşti tüm renkleriyle gözlerimin altına. Büyüdüm. O el o yüze ulaştığında, anlam ağladı. Üstünden uzanıp geldiğim yoldu anlam, dokunduğum deniz, sevdiğim adamlardı anlam, babamın öfkesi, duvarda kırdığım şişelerdi, klozetteki aksim, kaybolduğum şehirlerdi biraz, yıkıntıların altında kalan kelebekler, karların erimesi, rakamların zarureti... Ağladı anlam. Su aktı. Ağlamadım. Anlamlandım. O el o yüze değdiğinde, için güldü. Bir iç çekti anlam, içi sızladı. Yüzünü döndü senden ve benden. Burnun sızladı. Gülümsedin, kim bilir neye inat. Anladım, büyüdün. Up uzun bir yol buldu avuç içinde varolmayı bekleyen kavşak. Elimi eline sığdırdın. Çarpıştık.

İlk defa bu denli netti o gecenin sureti. Kâğıda baktı, iki kelime nasiplenmişti samani kâğıt bunca geçmişten. ‘feribottan indiğimde...’ ama eli sızlamıştı yazılabilirlerin cenderesinde. Kalem tedirgin kâğıda bakıyordu, ikisi de koklamıştı o kurşuni gecenin İstanbul’a hâsıl kokusunu. İkisi de şahit bilinmek istemiyordu. Özlemek istediğini düşündü, bilmediği rengini masanın, o barı, o geceyi. Eline baktı, gözüne baktı, kuruydu her şey hala. Kaçarcasına bu sabaha gitti düşünceleri. Başının ağrımasından nefret ettiğini düşündü. Neden o kadar birayı? Vücudunun rahatladığını düşündüğü içindi eskiden, en azından en iyi yalanı buydu. Ama yanılıyordu işte, hem de bile bile. Sarhoşluğun yükünü, sarhoşluğu körükleyen ve sarhoşluğun körüklediği hiçbir şeyin yükünü taşımak istemediği geçti aklından. Geçiştirdi.

‘feribottan indiğimde...’ Onun, kendisi için bu denli önemli olduğunu hiç bilmemişti, ilk kez mi itiraf ediyordu? O anı bu denli iyi hatırlıyor olması? Kaşını kaldırdı bilir bilmez, oda pür şahit, o fark etmeden. Hayatına ayıyordu. Dört yıl önceydi. O zamandan bu zamana hiç düşünmemiş olması... Ya da ne bilsindi işte, oluvermişti... Acaba o, bütün bunları bilseydi ne düşünürdü? Alakasız mı kalırdı her şeye, yoksa esmer mi? Çocuk kalsındı! Evet, evet öyle kalsındı... ‘zaten sevdiği şey sende’, dedi içindeki, ‘içinde akan ağılı nehir.’ Ama bilmiyor ki, o nehir aşk için ne vaha ne otağ yaratan. Kulağına süzülen melodiye aktı, zihni sustu bir an. Bir nefes sigaradan bir nefes yağmurdan çaldı. Eli telefona gidip gidip geliyordu. En sonunda aradı. 00.17 uyuyor olmalıydı. İzmir’de de gece somurtkan mıydı? Onlarca erkeğin arasında, onu, en oraya ait olmamışlığıyla bulmaya çalıştı. Onca ayrık onca insanlığıyla nasıl tutardı eli silahı, o el sevgiye açılırken her yağmurdan sebeplenip? Nasıl öğrenirdi öldürmeyi bunca yaşarken, yaşatırken? Savaş? Şiddet? Vazgeçmeyi istedi düşünmekten, hayattan vazgeçer gibi sert, net... Onu düşünmekten hepten vazgeçmek istedi. Mutfaktaki çikolataları düşündü, okumaya başladığı kitabı, yatak örtüsünün kadife soğukluğunu sevdiğini düşündü, gramer sınavını, barda tanıştığı Budist çifti, otobüste kucağına aldığı bebeğin kekre kokusunu, sevgiyi düşündü, güçlü güçlü, sonra yine onu düşündü, kahkahasını... Güldü. Bir fincan kahve şahitlik etseydi ya buna diye düşündü. Sütlü...

Mektuba başlamış mıydı? Mektuba nasıl başlanırdı? Kâğıda ve kaleme korkak bir bakış attı, kirpiklerini şahit tuttu soruya. En son görüşmeleri düştü aklına. Görüşememeleri, bir yan yanalığın bu denli işteş olmayışı... Gülümseyememeleri, bakışamamaları, sevişememeleri, susuş muşlardı ama... Ellerin titreyişi, birbirine ısrarla karışmayan ter kokuları… O utangaç, kıskanç, öfkeli bakışlarını düşündü. İncitmek istedikçe esmerleşen teniyle, şefkat beyazı gözleri arasında yitip kaybolan dudaklarını. Ne denli korktuğunu hatırladı. Kendi kendine savaş açan bir adamın rengiyle yüzleşmek. ‘biz seninle asla yan yana gelemeyiz!’ sözcüklerini yan yana getiren, eğilen, bükülen şekillenen yüzündeki arzuyu. Hiçbir şey hissetmeyişini, hayatın herhangi anında çekilmiş fotoğraf gibi sararmış öfkelerini düşündü. Adamın usunda itelediği, kızdığı, parçaladığı varlığını düşündü; yüreğinde yer eden ruhunu sonra. Hayatı düşündü tesadüflere yer vermeden. Burun buruna geldiği şiirleri. Üzeri kireçle örtülmüş mozaikleri, toprağa gömülmüş kitapları, balçıkla sıvanmış her şeyi düşündü bir bir, balçığı düşündü. Terledi.

Bir günah olduğunu onun için, bile bile işlenen, haz veren, acı çektiren, günah bir günah. E eğer öyleyse neden yazacaktı ki ona tüm bunları çiğneyerek. Evet, bir özür vardı dilenmesi gereken, ama özrü yaratan hayattı. İyi olsun isteği vardı içinde, temenni; şahitsiz, iyi olmasının koşulu uzak olmalarıydı. O halde neden yazacaktı? Tüm bunları düşünen, düşünene, düşünerek ne yaşayabilirdi? Neden?


Merhaba!
Ben hiç yalnız hissetmedim kendimi, yalnızlığına beni katan bir sen vardın. Sen de kendini yalnız hissetme olur mu?


Evet, bunu istiyordu. Ama söylemekten vazgeçti telaşla, yırttı kağıdı. Ah bi sesini duyabilseydi, her şey kendiliğinden çözülecekti. Soğuk, mesafeli birkaç cümle duyup, onu her daim güldüren birkaç sarsaklık yapıp kahkahasında gölgelendikten sonra yazmaktan vazgeçebilirdi ama telefonu açamıyordu işte, yazmayı düşünmeye devam ediyordu çıkarsız, yağmur damlaları üzerini örtüyordu hece hece. Naçar, yağmur yağıyordu ve o şubat gelip duruyordu önünde, sonra mart. Köşedeki kombinin oduna öykünür sesleri; mutfaktan süzülen arsız soğuk; dolapta boynu bükük, neşesi ekşimiş mezelerin hayal kırıklıkları; kapı ağzında her an bilmediği gidilebilirliklerin cesaretiyle burnu havada, etrafı süzen bavulun tehditkâr kıpırdanışı; Ahmet Kaya’nın kaya gibi, vazgeçilmez öfkesi sonra, toprak toprak, dünyayı evirecek; hayatta soru işareti bırakmayacak gibi bilgin şarap şişelerinin gülümser sabah söyleşmeleri, şairlerin akşamdan kalma demir tozu heceleri; uykular... Bir nefes hayattan, bir akis aynadan, bir iç çekiş sigaradan çaldı. Dudağından bir öpüş çalındı. Kulağına ritmi aksak melodiler taktı. Gözünü kâğıda iliştirdi, boştu kâğıt. Elini uzattı sonra, en korktuğuydu eli, unuttu nedenini, özne eliydi, döndü kavşaktan, uzandı yola.

Yolun kendisidir serüven.
Ulaşmak? Sözü bitirir, an’ı genişletir. Edilecek küfrü olanlar yersizdir.
Aşk’la vurulur demire aşk için değil. Sevişen? Çekiçle ateştir. Demir şekle gelir, bir de vuran. Haz ateşin, öfke çekicin, acı demirin, azim demircinin hamurundandır. Dinleyen ruhuna paye iliştirir, yolcudan. Kalan; bakışını asar, arka tekerleğe güç veren. Giden; bir ışığında göz bebeğinin, büyür. Keskin ve kabullenir çizgiler ikram eder muavin; keşkeler ile buharlaşmış cama kalın harfler yazan yolculara. İşte bu kadar zordu sana ve benden gitmek...


Dizlerini çekti karnına. Biri sarılsa şimdi, ağlayıverecekti kelimeler arasında kalan boşluğa. Ama kimse ve hiçbir cümle ona sarılmadı, ağlamadı. Yağmur kokusu iliştirdi bilir bilmez harflerin keskin uçlarına. Islandı kâğıt, yırtıldı olduğu yerden olmak istediği yere doğru. Zaman iki geçti, an paslanıverdi şimdiyle sonra arasına. Rakamları düşündü. Saat şimdi 01.25 tarih? 12.01.2007. Onu tanıyalı 4 yıl oldu. Tanımayalı çok, tanıdık bir şey görmeyeli ne kadar oldu? Tanışmayı öğreneli? Tanınmayalı?

Bir sigara daha yandı zamana. Yanıp kül olan zamana efkâr tütsüledi parmakları. Kahve bitmiş, müzik susmuş, gecenin perdeden süzülen karanlığına yağmuru peşkeş çekmiş, düşünüyordu. Sutyeninin olmadığını... evet, sutyeninin olmadığını, onu kadınlığı bir ayıpmış gibi örtüştürmeye çalışmadığını, tenini, göğsünü ve üşümüşlüğünü düşünüyordu. Kollarının çıplaklığını, bacaklarındaki ağrıyı, oturdukları barda –ki Han idi adı ve yaklaşık yüz yıldır Handı. Ne zaman kapısından içeri girse bahçesinde at kişnemeleri, nal sesleri duyardı telaş telaş, ıslak tütün, paslı yatak ve beyaz kadın kokardı bahçedeki çiçekler- dizine sürtünen adamın etinde bıraktığı sırıtışı sonra. Sutyenini takmayı unutuşundaki kaygısızlığı, kendini salıverişini yalnızlığa. Hepsine birden gülümsedi, gülümseyişiyle aydınlanan omzuna şahit oldu. Keyifliydi kadın olmak, kendine gülümsedi. Unuttu kalemi, unuttu samani boşluğu ile genişleyen; genişledikçe istekli, doyumsuz, apaçık, üretken ve dahi kendiyle bir tuttuğu kâğıda tohum dökesi erkekliğini.

Pervaz, dirseğine ilişti. Yol görünmeyen, selamsız gecelerin edilgen yağmurlara suç işlettiği –suç da neydi? – kahvenin sükûn, patiğin vefa, kimse(-siz)liğin üzüm damıttığı, o biçimsiz, o gölgesiz, o üryan karanlığa baktı. Yine aymadı içindeki susuzluk. ‘yazamadım işte, hem sevmiyor ki zaten beni?’ dedi içindeki, saçlarını şahit tuttu ‘zaten’e, ha bir de üç noktayı kaleme. Sestos’da tuzlu, ışıksız, esmer bir ter vurdu kıyıya. Kadın uyudu, sarı. Su susmadı. Kâğıt yanmadı. Yağmur durmadı. Yıkanmadı kadın.

Adam? Korktu adam; sigaradan bir nefes, hayattan bir de...








© 11/03/2003 –ar oğlanların göğsüme süzülüşünü saldım/ saldım koynumdan uykuları/iki olanı severmiş gibi/öptüm bileklerimden/bu/gecenin gecikmişliği olmalı/böle terli koparmazdı dudaklarını/sindim/iki olan her şey sır(lıy)mış gibi/öptüm kasıklarımı/döndü ay/rengi yok kadının bileklerine/iki olan her şey sudaymış gibi/gözlerimi örttüm/....
¨ M. Foucault
ª Cemal Süreyya
§ İsmet Özel

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Beşiktaş taki o öğrenci evinde o çarpışma ile büyüdüm. Bir daha korkmamak için korkmaz görünen korkum işte bu. Budur işte şehirleri bayındır gösteren yalan. Güç bela kurduğım cümle işte bu: 'Tenimin olanca ağırlığı yok oldu'
-alakasız esmer çocuk-