Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

ÖNYARGISIZ


Hoş geldiniz… Ne alırdınız… Bu iki cümle neden bu kadar canımı sıkıyor. Dünyaya gelirken bana sorulmadığı için kıskanıyor muydum acaba bunca insanı. Her gün medet umar gibi yığılırlar önüme. Ama yine de hiç tanrı hissettirmediler bana kendimi. Daha çok bedava yiyecek dağıtanlara anlık duyulan sevgi gibi bir şey bana besledikleri. Oysa gerçekten sevebilirdim içlerinden birini ya da dost yapabilirdim. Âşık olduklarım içinde durumum pek farksız değildi. Onlar o anın ihtiyacını giderenden öteye gidemedi. Galiba görevim, barda da, yatakta da, hayatta da aynı. Ver ve kaybol ikilisiyle yaşamakta zorlansam da alışmıştım galiba.

Geçiciliğin müthiş vurdumduymazlığına kaptırdım bende. Kalıcılık elbisem hep kısa kaldı. Üşüdüm. Geldiler ve gittiler işte. Hani, gösterebilir misiniz sorumluluğumun olduğu biri. Gece kiminin en yakın dostu, kiminin en anlayışlı sevgilisi, kiminin çocuğu, kiminin annesi. Hatta yer yer kiminin silgisi olmuşluğum da var, sil, sil diye emrettiği… Ama buna da alıştım. Uyuduğum saatler dışında hep başka biriyim. Ama fark ettim ki aslında hepsinin sevgilisi de annesi de çocuğu da aynı kişi… Hiç birine olabileceğim anneden, âşıktan farklı davranmadım. Sanırım özgürlüğümü kullandığım tek alan burası. İtiraf ediyorum hepsi bendim.
İşe ilk başladığım zamanlarda kapıdan her girene inanılmaz sevinirdim. Her birini tanıma heyecanı duyardım. Acaba adı ne? Ne iş yapıyor? Hikâyesi ne? Anlatmaya başladıklarında kulaklarımı dört açardım. Uzun sürmedi, her heyecanım gibi. Kuytu barların makûs tarihi… Her daim sadece bilenlerin girdiği, keşfedilmesi uzun süren barlar… Geleni gideni aynı. Hatta göreve gelir gibi aynı saatlerde uğrayanlar. Aynı içkiyi isteyenler. Bazen kurulduklarını düşündüğüm onca insan. Neden bu kadar renksizler ki acaba. Bir kere şaşırmayı bekledim her birinden. Aynılıkları arasına girer mi bir sızıntı farklılık diye düşündüm hep, tıpkı bizim bar gibi.
Acaba burada çalışmasaydım, içlerinden herhangi biri gibi olsaydım yine de gelir miydim bu bara diye hep düşünmüşümdür. Çaldığım müzikler ve boşluktan öğrendiğim birkaç kokteylim olursa gelirdim derim kendi kendime. Kıyamadım kendime nedense.
Her gün aynı kişi tarafından çalınan ev kapıları gibi bir bar. Tüm ailesini bir trafik kazasında kaybeden banka şefi Fatih Bey, sürekli her gördüğüne kocasının çapkınlığından yakınan müdüre Meral hanım, yüksek sesli ve bir o kadar da sıkıcı tavrıyla İstanbul’un en kötü okuluna sürülmüş öğretmen Ziya bey ve saz arkadaşları, üniversitede aradığını bulamayan en genç üyemiz Burcu ve onu sürekli aşağılayan sevgilisi Ümit… Gününü ve saatini çalıştığım dönem içinde hiç şaşırmadıklarım bunlar. Bir de vardiyalı gelenler var. Cuma günleri iş çıkışı uğrayıp iki tekila içmeden evine gitmeyen Murat. Ki bir dönem aynı muameleyi Cuma günleri süren sevgililik günlerimde bana da yaptı.
Ve hiç değişmeyen konuklarımız soğuk kadın Marilyn Monroe, onu karşımda görmekten tüm cazibesini yitiren James Dean ve tuhaf kıyafetleriyle Elvis. Erken ölümlülerin barı burası sanki. Kim çok yaşamak istemiyorsa burada gibi.
Değişik heyecanlar yaratmak zorunda bıraktı beni. Her güne bir şarkıyı adadım. Bir gün Marianne Faithful konseri vardı, bir gün Cat Stevens, bir gün yine erken ölümlü Nirvana.

Özellikle anlamasınlar diye çalıyor gibiyim onları. Birisi merak edip kim olduklarını sorarlar mı diye. Belki o güne değin o barda edilmemiş bir sohbet konusu açılır mı diye.

Her biri için barda en iyi bilinen ve tanınan ben’i anlayan var mı acaba içlerinde. Gördüklerini bilmek zanneder müşteri. Müşterek dil kullanıyoruz zanneder. Oysa hiçbir zaman onlarla aynı dili konuşmadım. Hep başka bir şey demek istedim onlara. Kendimi bildiğim şekliyle anlatmak istedim ama değişmez görünenler. Bende uydum onlara. Göründüm. Sadece birine görünmedim. Daha doğrusu görünemedim. O her geldiğinde sanki yok oluyordum bardan. Ben değil başkasıydı sakilik yapan. İçkisinin her yudumuna katıyordum söylemek istediklerimi. İçtikçe beni tanıyacak diye hayal ediyordum. Herkes gördü tanımadı. O görmeyecek ama tanıyacak sanıyordum. Sanıyordum. Öyle de kaldım zaten.

Geldiler ve gittiler. Geldim ve gidemedim. Ne bekliyorum ki. İstersem bırakıp ne var ne yok bu bara dair gidebilirim de. Ama üşüyorum. Barın en çok içimi ısıtmasını seviyorum. Buranın; kış günleri tenhalığında, insan sesinden yoksun bir sıcaklığı vardır. Çok kızsamda kestaneci Hüseyin’in kestaneleriyle beraber olan akşam. Birazdan gelir yine. Bu arada kapı açıldı. Acaba bizimkilerden biri mi? AA… Yok, hayır değil. Kim acaba? Adı ne?

Hoş geldiniz.
Ne alırdınız…





AYSEMA

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Çok güzel, gerçekten çok beğendim.
Tebrik ederim.
Çalışmalarınızın devamını diliyorum.