Fotoğraf: Sezen Yalçınkaya

SAN’ILMIŞ HAYAT






Gözlerini açtığında, sağ gözünde bir ağrı hissetti. Aslında haftada bir iki kez tekrarlanan bu durumu pek ciddiye almıyordu ama yinelenmiş olması sinirlerini bozmuştu. Bunların hepsi bir ay önce gittiği odun kırma işinde gözüne denk gelen kıymık parçasının etkileriydi.
Zaten vücudunun belli yerlerinde, çalıştığı tüm inşaatların izler vardı. Kaç kez ayağına çivi battığını o bile bilmiyordu. Sol bacağında hala dikiş izleri bulunan kocaman bir kesik, parasını alamadığı için şantiyede tartıştığı ustanın yumruğunun izi.
Elleri. Onlardı aslında her şeye şahit olan ve tüm hayatını nasıl yaşadığının ispatıydı. Teninin rengini ellerine bakarak anlamak mümkün değildi. Nasırlaşmamış bir köşesi kalmayan, yarası ve çizikleri eksik olmayan elleri. Bazen tuttuğu nesneleri bile algılayamayan elleri. Ha bir pamuk tutuyordu, ha koca taş parçasını oradan oraya taşıyordu o eller. Yüzüne götürdüğünde sanki yüzüne keçeden yapılmış bir bez ile sürtüyormuş hissi veren elleri.Şimdi o sağ gözüne vuran ağrıya, bu elemli el ile dokunup, o can sıkan kaşıntıyı dindirecekti. Acaba hangi hali daha az acı veriyordu.
Yataktan kalkarken özel bir çaba sarf etmesi gerekti. Adeta kendi belini, kendi iterek doğrulabildi. Bir kısmı örtülü, bir kısmı temiz bir havanın içeri girmesi için açılmış pencereye dolanmış perdelere baktı. Ah hanım dedi içinden. Yine soğuğu aldıracaksın belime. Banyoya doğru yol alırken, mutfakta akşamdan kalma bulaşıkları yıkayan karısını gördü. Karısı da onun uyandığını duymuş olmalı ki, çay koyayım mı yoksa hemen çıkacak mısın diye bir soru yöneltti, pek de hevessiz bir sesle. İyi olur diye cılız ve umursamaz bir ses de kendisinden çıktı.
Banyoya gittiğinde yaptığı ilk iş aynaya dikkatlice bakmak oldu. Sanki o gözünü tahriş eden kıymığı bulacağı ümidiyle iyice yaklaştı aynaya. Gözlerini bir aşağı, bir yukarı hareketlerde oynattı. Kahrolası nereye gizlendi acaba dedi. Gözlerine dairesel hareketler yaptırsa da ortalıkta gözüken bir yabancı madde yoktu, göz kenarlarına dağılmış çapaklardan başka. Musluğu açtı ve buz gibi akan suyu yüzüne boca etti. Bu ona çok iyi gelmişti.
Tekrar yatak odasına döndü ve tereddüt etmeden siyah gömleğini özensizce geçirdi üzerine. Artık ezbere yapıyor gibiydi bu giyim işini. Önüne ne konursa onu yiyen bir misafir gibiydi. Karısı o gün hangisini yıkayıp kurutmuşsa, onları giymek durumundaydı. Altına gittiği işte akıbeti hiç belli olmayan ve belki de bu yüzden ütülenmesine gerek olmayan gri pantolonunu geçirdi. Fermuarını çekerken sorun yaşadı. Aksilik fermuar bozulmuş, yukarı çıkmamak için onunla inatlaşıyordu. Fermuarı rakip belleyip onunla tartışmaya girmiş gibiydi. Israrla onu yerinden oynatmaya çalışıyordu. Ancak bu savaşı fermuar kazanmıştı. İçinden karısına da küfür etmekten kendisini alıkoymadı. Çok alışkın olduğu bir savaş olduğu için, savaş yarasını sarmayı da öğrenmişti. Perdeye geçirilmiş olan kancalı iğnelerden birini yerinden edip, fermuarı iki ucunu birbirine geçirdi. Sonra genelde kapı arkasında asılı duran ceketini bakındı ancak yerinde yoktu. Gözüne ilişen kasketini alıp odadan çıktı.Henüz hazırlanmak olan kahvaltıyı beklerken, sobanın tellerinde asılı duran en kalın çorabı seçip ayağına geçirdi. Giyerken, pantolonun paçalarını da içine sokmayı unutmadı. Sonra arkasına yaslandı ve televizyonda açık olan kanala odaklandı. O esnada ansızın bir eksiklik hissetti, çocukları gözükmüyordu ortalıkta. Biri beş yaşında, diğeri sekizine yeni girmiş iki çocuğu vardı. Zaten onlar olmasa çoktan… Diye içinden söylendi. Ve o sırada elinde çaydanlıkla içeri giren karısına çocukların yerini sordu. Kadın, onları ekmek almaya gönderdiğini söyleyerek çaydanlığı sobanın üzerine yerleştirdi.


Tüm olanlar, çocukluğunun tekrarıydı sanki. Böyle bir evde dünyaya gelmişti. Tek fark küçükken annesi onu ekmeğe gönderiyorken, şimdi babasının oturduğu yerde benzer kıyafetlerle kendisinin oturuyor olmasıydı. Babasının adını büyük oğluna vererek yaşatmışlardı. Kendisini, babasıyla yer değiştirmiş gibi hissetti bir an. Herkes ona neden bu kadar donuk olduğunu sorduklarında, şaşıracak bir hayatım olmadı cevabını vermesinden belliydi.
Yavaşça yerinden doğruldu ve ayağa kalktı. Vakit geç olmuştu. Evi hamal pazarına çok uzaktı. Karısının zorla eline tutuşturduğu bir bardak çayı hızlı hızlı yudumlayıp, ayakkabılarını giymeye koyuldu. Hamal tahtasını eline alıp yola koyuldu.

Hamal tahtasını, bir sanatçı edasıyla taşıyordu. Hatta mahallenin çocukları onun bu haline özenir, buldukları büyük tahta levhalarla onu taklit ederek yürürlerdi. Fiziksel özellikleri, onca yıpranmaya rağmen haşmet içerisindeydi. Kahve de oturan arkadaşlarına hafif bir baş hareketiyle selam vererek sola saptı. Bu yolu gözü kapalı gidip gelebilirdi. 10 sene de sadece topu topu bir ayı işsiz geçirmişti. Kuvvetli olması sebebiyle hamal pazarında adı sanı bilinen, tercih edilen biri olmuştu. Ayrıca hamal arkadaşları da kendisine az konuştuğundan olsa gerek hürmet gösterirlerdi. Hatta bir keresinde hamallardan biri ona, sen daha önce zengin bir beyefendi miydin diye sorduğunda, zengin değil ama beyefendiydim dediğinde, etraflarındaki tüm hamalların hepsi birden gülmüşlerdi. Tüm yol boyunca sürekli düşündü. Gülen insanlara baktı, anlam veremedi önce. Çoktandır gülmediğini hatırlar oldu. Diğer tarafta ağlayan bir çocuk da ona ağlamadığını hatırlat. Duygularını kaybetmiş gibiydi artık. Bu yaşayan hayat, kendisinde durmuş gibiydi. Sadece çocuklarımı görünce gülümsüyorum ufak ufak diye kendisine, yaşadıklarından, kendine bir yaşam belirtisi çıkardı. Bu onu az da olsa rahatlattı. Ve yürümeye devam etti.Yürürken, sigarasının olmadığını fark etti. Ve geri dönüp sigara almak için bir bakkala girdi. Dışarı çıkar çıkmaz, hamal tahtasını yere indirdi ve ceketinden çakmağını çıkarıp hemen bir sigara yaktı. O esnada arkasında bir gözün onu kovaladığını hissetti. Dönüp baktığında ortalıkta hiçbir şey göremedi o hisse ait. Tekrar hamal tahtasını aldı bir eline, diğer elinde sigara tekrar yürümeye başladı.

Arkasındaki göz de onunla beraber harekete geçti. Ansızın tekrar arkasını döndü. Ve oğlunu gördü, elinde ekmeğiyle. Bir kaldırımda oğlu, diğer kaldırımda hamal arkadaşları. Oğlum diye seslendi anda, hızla geçen bir arabanın üzerinden geçişine tanık oldu o iki kaldırım ve üzerindekiler. Tahtası bir yana düşmüş, kanlara boğulmuş bedeni ayrı bir yana. Baba diye bir ses yükseldi göğe. Ve o ses geldi babasının son nefesini verdiği yere. Ağlayamıyordu. Donmuş gibiydi her yeri. Buz döküyordu, yaşlar yerine sanki gözleri. O buzlar döküldükçe babasının tenine değiyordu. Gitgide babasının bedenini soğutuyordu.
Oturduğu koltuk da tüm bu olanlar geldi aklına. Bir anda karısının kahvaltı hazır demesine irkildi adam. Adam sersemleyerek bakındı önce etrafına. Çocukları gelmiş, sobanın yanında hem ısınıyor, hem de birlikte büyüklerin çok da anlamayacağı bir oyun oynuyorlardı. Gidip çocuklarını öptü önce. Ve ardından ağzına bir lokma bir şey koymadan ansızın evden çıkıp işine gitti. Tabii içinden oğluna ekmeği alıp eve döndüğü ve kendisini takip edip, bir babanın ölümüne sebebiyet vermediği için teşekkür etmeyi de unutmadı. Ve yürüdü…






AYSEMA


Fotoğraf:Fırat OLCAY

Hiç yorum yok: